01-25-2007, Saat: 11:54 PM
Ölümle doğum arasında bir fark yok demiştin bana. Nasıl olurda fark olmazki ? birinde yok olup gidersin, ardından sel olmuş gözyaşları bırakırsın, diğer yandan sevinçten göklere ucarsın. Hep bir cevabınd vardı zaten, tıpkı bunun içinde olduğu gibi.
‘Çocuk doğduğunda niye ağlıyor?’ diye hemen sorunu yapıştırmıştın bana pek fazla beklemeden. Elbette bir doktora sorsan sana ‘ciğerleri açıldığı için, yaktığı için’der belki... ne bileyim...
Cevabı yine verememiştim sana...
Sahi neden ağlıyor yeni doğan bebek! Belki ölümlü olduğunu anlamıştır, yada bu dünyada acıyıda yaşayacağını o an farketmiştir. Bilmiyorum... sonuçta ölümle doğumun nasıl bir aynılığı olduğunu ben cözemedim...
Biri toprağa, diğeri beşiğe... belki bir canı alırken diğer canı veriyodur yaratan... belki bunun farkındayız belki değil ... belki bir mesajdır yaşamımız hakında, ölümler... nerden gelip nereye gideceğimiz gibi... belki hayatımızda ne kadar boş şeylere üzüldüğümüzü, insanları boş yere kırdığımızı, kırıldığımızı anlamamız için verilen bir ‘derstir’ ... Ama anlayana...
Ağlar dövünürüz bir müddet, sonra carkın içerisindeki yerimizi alırız, bir dişli gibi... ve yaşamımızı çiğnemeye devam ederiz sorumsuzca, düşünmeden, etrafı yıkıp dökerek... Hiç bitmeyecekmiş gibi hayatımız, hiç yaşla dolmayacakmış gibi gözlerimiz, hiç acı cekmeyecekmiş gibi yüreğimizin derinliği, bir volkan yanığıyla...
Bana yine anlatmamıştın ölümle doğumun aynılığını... hep böle yapıyordun zaten; bir laf atıyodrdun ortaya, ayıkla pirincin taşını.
Ha, bazen bir lafa birkaç laf daha eklerdin, tıpkı ölümle doğumda olduğu gibi...
Şey demiştin... ‘neden yaşadığının farkındamısın?’... Durup bir düşündüm gercekten ne için yaşadığımı... yiyip içmek gezmek için mi? Evlenip cocuklar yapmak, kocaman aile olmak, paraya para katmak, iyi bir (neye göre iyi ) yaşam sürmek için mi gelmiştik dünyaya? Kim sorguluyor ki zamanımızda bunu... Sorgulayanda ‘kafayı yedi heralde’ demiyor muyuz?
Evet, bu soru beni derinden vurmuştu... ‘neden yaşadığının farkındamısın?!!...
Bazen açılırdın, bir ırmak gibi coşar, kelimeleri peşi sıra dizer anlatmaya başlardın düşüncelerini... gel de yakala...
Şöle anlatmıştın birkeresinde:
‘hepimizin bir görevi var yaşadığımız sürece. Kimimiz bir insan için cabalar, onun mutluluğu için çalışırız, kimimiz birilerinin, kimimiz de bir toplumun. Ama en sonunda geldiğimiz noktada şunun farkına varırı; bizler kendimiz için değil başkaları için geldik bu dünyaya. Başkaları için çalışıp başkalarını mutlu etmek için uğraşırken, yaşadığımız acılar bizlere bir törpü olurken, insan olmanın ve insanca, insanlara davranmanın kapılarını açmamıza yarıyordu aslında acılar. Anlayabilirsek, acıyı bilgiye, mesaja döndürebilirsek... belkide büyük bir fırsatır bizim için acının en büyüğünü tanımak.
Anlamak için şu yaşam denileve içerisinde hoyraça savurduğumuz mutluluklarımızı, mutlu olmak için küçük şeylere burun kıvırdığımız herşeyin elimizden nasıl kaydığını görmek için.
Çok değer verdiğimiz bir şeyin aslında ne kadar basit ve yaşamımız içerisinde değer taşımadığını öğrenmemiz için hep acılar çıkmıştır önümüze. Sadece acılar mı ? kırgınlıklar, hüzünler, kavgalar... Yaşamımızı bir ‘hiç’ uğruna harcadığımız değersiz onca şey... Peki ne olur sonunda? ‘püff’ ... Bir bakmışsınki elinde kalan bir avuç toprak... ve dönüp dolaşıp ayni yere geliyor insan; ‘anlayana’, toprak yaşamın mesajını cok iyi verir..
Ne kadar zor geliyor bazen insana affetmek hoşgörü göstermek. Hep ‘o özür dilersin, o hoşgörü göstersin, o şunu yapsın, bunu yapsın’ deriz ve karşımızdakinden bekleriz.
Ve bana sölediğin birşey daha vardı, beynime kazınan; ‘Sen insan olarak ne yaptın, yüreğini dinledin mi?’ diye. Belki yüreğimi dinleseydim, içimdeki o affedicilik, hoşgörüyü ortaya cıkarabilecektim.
Peki niye kaçtım ki kendi yüreğimden’
‘Etraf ne diyecek’ diye olsa gerek....
‘Çocuk doğduğunda niye ağlıyor?’ diye hemen sorunu yapıştırmıştın bana pek fazla beklemeden. Elbette bir doktora sorsan sana ‘ciğerleri açıldığı için, yaktığı için’der belki... ne bileyim...
Cevabı yine verememiştim sana...
Sahi neden ağlıyor yeni doğan bebek! Belki ölümlü olduğunu anlamıştır, yada bu dünyada acıyıda yaşayacağını o an farketmiştir. Bilmiyorum... sonuçta ölümle doğumun nasıl bir aynılığı olduğunu ben cözemedim...
Biri toprağa, diğeri beşiğe... belki bir canı alırken diğer canı veriyodur yaratan... belki bunun farkındayız belki değil ... belki bir mesajdır yaşamımız hakında, ölümler... nerden gelip nereye gideceğimiz gibi... belki hayatımızda ne kadar boş şeylere üzüldüğümüzü, insanları boş yere kırdığımızı, kırıldığımızı anlamamız için verilen bir ‘derstir’ ... Ama anlayana...
Ağlar dövünürüz bir müddet, sonra carkın içerisindeki yerimizi alırız, bir dişli gibi... ve yaşamımızı çiğnemeye devam ederiz sorumsuzca, düşünmeden, etrafı yıkıp dökerek... Hiç bitmeyecekmiş gibi hayatımız, hiç yaşla dolmayacakmış gibi gözlerimiz, hiç acı cekmeyecekmiş gibi yüreğimizin derinliği, bir volkan yanığıyla...
Bana yine anlatmamıştın ölümle doğumun aynılığını... hep böle yapıyordun zaten; bir laf atıyodrdun ortaya, ayıkla pirincin taşını.
Ha, bazen bir lafa birkaç laf daha eklerdin, tıpkı ölümle doğumda olduğu gibi...
Şey demiştin... ‘neden yaşadığının farkındamısın?’... Durup bir düşündüm gercekten ne için yaşadığımı... yiyip içmek gezmek için mi? Evlenip cocuklar yapmak, kocaman aile olmak, paraya para katmak, iyi bir (neye göre iyi ) yaşam sürmek için mi gelmiştik dünyaya? Kim sorguluyor ki zamanımızda bunu... Sorgulayanda ‘kafayı yedi heralde’ demiyor muyuz?
Evet, bu soru beni derinden vurmuştu... ‘neden yaşadığının farkındamısın?!!...
Bazen açılırdın, bir ırmak gibi coşar, kelimeleri peşi sıra dizer anlatmaya başlardın düşüncelerini... gel de yakala...
Şöle anlatmıştın birkeresinde:
‘hepimizin bir görevi var yaşadığımız sürece. Kimimiz bir insan için cabalar, onun mutluluğu için çalışırız, kimimiz birilerinin, kimimiz de bir toplumun. Ama en sonunda geldiğimiz noktada şunun farkına varırı; bizler kendimiz için değil başkaları için geldik bu dünyaya. Başkaları için çalışıp başkalarını mutlu etmek için uğraşırken, yaşadığımız acılar bizlere bir törpü olurken, insan olmanın ve insanca, insanlara davranmanın kapılarını açmamıza yarıyordu aslında acılar. Anlayabilirsek, acıyı bilgiye, mesaja döndürebilirsek... belkide büyük bir fırsatır bizim için acının en büyüğünü tanımak.
Anlamak için şu yaşam denileve içerisinde hoyraça savurduğumuz mutluluklarımızı, mutlu olmak için küçük şeylere burun kıvırdığımız herşeyin elimizden nasıl kaydığını görmek için.
Çok değer verdiğimiz bir şeyin aslında ne kadar basit ve yaşamımız içerisinde değer taşımadığını öğrenmemiz için hep acılar çıkmıştır önümüze. Sadece acılar mı ? kırgınlıklar, hüzünler, kavgalar... Yaşamımızı bir ‘hiç’ uğruna harcadığımız değersiz onca şey... Peki ne olur sonunda? ‘püff’ ... Bir bakmışsınki elinde kalan bir avuç toprak... ve dönüp dolaşıp ayni yere geliyor insan; ‘anlayana’, toprak yaşamın mesajını cok iyi verir..
Ne kadar zor geliyor bazen insana affetmek hoşgörü göstermek. Hep ‘o özür dilersin, o hoşgörü göstersin, o şunu yapsın, bunu yapsın’ deriz ve karşımızdakinden bekleriz.
Ve bana sölediğin birşey daha vardı, beynime kazınan; ‘Sen insan olarak ne yaptın, yüreğini dinledin mi?’ diye. Belki yüreğimi dinleseydim, içimdeki o affedicilik, hoşgörüyü ortaya cıkarabilecektim.
Peki niye kaçtım ki kendi yüreğimden’
‘Etraf ne diyecek’ diye olsa gerek....