03-14-2007, Saat: 11:29 AM
Dinsiz İman, İbadetsiz Din
Yazıma bir alıntıyla başlamak istiyorum. Yazarı önemli değil. Yanlış anlaşılmasın kişi olarak önemli; ama kimin yazdığı önemli değil. Son zamanlarda ülkemizde bir modaya dönüştürülmek istenen ve birçok gönüllü misyonerinin bulunduğu bir zihniyetin tespiti anlamında önem verdiğim bir konu zira.
Aslında belki global perspektifte büyük ve derin bir projenin rasyonel sonucu olarak daha fazla önemsenmeli ve bu konuda bilimsel araştırma yapılmalı; ama mevzu hakkında bencileyin görüşlerim olacak.
"Geçen gün bir arkadaşım sordu: 'Son zamanlarda dinle ilgili çok yazı yazdın. Yaşın ilerledikçe dindarlaşıyor musun?' Doğru, son yıllarda dinle ilgili çok okudum, çok da yazdım. Ama itiraf edeyim, böyle bir soru aklıma gelmemişti. Çok hızlı bir muhasebe yaptım ve cevabımı verdim: 'Hayır, dindarlaşmıyorum; ama inancım artıyor.' Yüzüme tuhaf tuhaf baktı. 'Evet, dindarlaşmıyorum; ama inancım artıyor.' diye tekrarladım. O da beklediğim soruyu sordu: 'Neye inancın artıyor?' Bu soruya cevap vermek için bir muhasebe yapmam gerekmedi. 'Yaradan'a...' dedim..."
Evet, alıntı bu... Enteresandır, yukarıda alıntıladığım zihniyet son dönem aydınlarında pek moda olmaya başlamıştır. Bir çeşit dinsiz iman, ibadetsiz din filan gibi.
Alıntı yaptığım entelektüelin farkına varamadığı yahut bilinçli olarak çarpıttığı gerçek şudur: Bir şeye inanmak ile o şeyin dediğine inanmak farklı şeylerdir. Biliyorum karmaşık gibi görünüyor. Yaradan'ın varlığına inanmak ile dediklerine inanmak arasında fark vardır. Hem de ciddi ve azap verici bir farktır bu! Öyle olmasa kutsal kitap "Ey iman edenler, Allah'a ve peygamberine iman ediniz." (K. Kerim 4/136) der miydi? İman edenleri tekrar imana çağırmak da neyin nesidir?
Eğer 'Yaradan'a inancınız artıyorsa, onun dediklerine inanıp inanmamayı gündeminize almak zorundasınızdır. Yoksa samimiyet kavramı ile sorununuz vardır. Kendi iç dünyasına ibadethane kurup, öyle tapındığını söyleyenlerin ciddi manada 'İç takiyye' yapıp yapmadıklarını sorgulamaları gerektiğini düşünmekteyim.
Şüphesiz kimsenin imanı, inancı sorgulanamaz. Buna peygamberler bile yetkili değildir. Ama samimiyeti sorgulamazsak hiçbir sorunu çözemediğimiz gibi, kaypak kavramlar üzerinde laf kalabalığından başka bir şey yapmamış oluruz.
Geçtiğimiz günlerde bana ulaşan bir mailde 'Bu ülkede başörtüsüne karşı olmadığını, sorunun siyasi sembol haline gelen türban olduğu' yazılıydı. İşte en büyük yalanlarımızdan biri de budur. Zira konuya vâkıf herkes biliyor ki, 'örtünme' karşıtları aleni olarak örtünmeye yahut başörtüsüne karşı olamadıkları için, türban üzerinden vurmayı alışkanlık edinmişlerdir. Oysa türban, örtülü kızların ürettiği bir obje değildir, dönemin YÖK'ünün başörtüsüne karşı dayattığı 'modern' bir zorunluluktur. O dönem, 'Başörtüsü yerine türban takarsanız sizi okula alırız' palavrasından türemiştir.
Ayrıca bunu test etmek de çok basittir. Madem karşı olunan şey başörtüsü değil türbandır, öğrencilerin, türbanları çıkarıp başlarını örttükleri halde, okullarına alınacakları söylensin bakalım ne oluyor?
Toparlıyorum; eğer Yaradan'a olan inancınız varsa ve bunda samimi iseniz, Yaradan'ın dediklerine kayıtsız kalamazsınız. Yoksa böyle tuhaf durumlar ortaya çıkıyor işte: Sıcak dondurma, tatlı çiğköfte gibi.
Son bir anekdot: Kurban bayramı döneminde bir yazar salt siyasi deri kavgası uğruna, 'Ben kestirdiğim kurbanın derisini falanca kuruma bağışladım' diye buyurmuştu. Oysa kurban İslam'da farz bile değil. Yazara sormak lazımdı, 'yahu kurbandan önce farzlar var, namaz var, oruç var, senin bu ibadetler aleyhine yazdığın yazıları nereye koyacağız?' diye...
Bu kadar...
Nedim HAZAR / HaberVakti
Yazıma bir alıntıyla başlamak istiyorum. Yazarı önemli değil. Yanlış anlaşılmasın kişi olarak önemli; ama kimin yazdığı önemli değil. Son zamanlarda ülkemizde bir modaya dönüştürülmek istenen ve birçok gönüllü misyonerinin bulunduğu bir zihniyetin tespiti anlamında önem verdiğim bir konu zira.
Aslında belki global perspektifte büyük ve derin bir projenin rasyonel sonucu olarak daha fazla önemsenmeli ve bu konuda bilimsel araştırma yapılmalı; ama mevzu hakkında bencileyin görüşlerim olacak.
"Geçen gün bir arkadaşım sordu: 'Son zamanlarda dinle ilgili çok yazı yazdın. Yaşın ilerledikçe dindarlaşıyor musun?' Doğru, son yıllarda dinle ilgili çok okudum, çok da yazdım. Ama itiraf edeyim, böyle bir soru aklıma gelmemişti. Çok hızlı bir muhasebe yaptım ve cevabımı verdim: 'Hayır, dindarlaşmıyorum; ama inancım artıyor.' Yüzüme tuhaf tuhaf baktı. 'Evet, dindarlaşmıyorum; ama inancım artıyor.' diye tekrarladım. O da beklediğim soruyu sordu: 'Neye inancın artıyor?' Bu soruya cevap vermek için bir muhasebe yapmam gerekmedi. 'Yaradan'a...' dedim..."
Evet, alıntı bu... Enteresandır, yukarıda alıntıladığım zihniyet son dönem aydınlarında pek moda olmaya başlamıştır. Bir çeşit dinsiz iman, ibadetsiz din filan gibi.
Alıntı yaptığım entelektüelin farkına varamadığı yahut bilinçli olarak çarpıttığı gerçek şudur: Bir şeye inanmak ile o şeyin dediğine inanmak farklı şeylerdir. Biliyorum karmaşık gibi görünüyor. Yaradan'ın varlığına inanmak ile dediklerine inanmak arasında fark vardır. Hem de ciddi ve azap verici bir farktır bu! Öyle olmasa kutsal kitap "Ey iman edenler, Allah'a ve peygamberine iman ediniz." (K. Kerim 4/136) der miydi? İman edenleri tekrar imana çağırmak da neyin nesidir?
Eğer 'Yaradan'a inancınız artıyorsa, onun dediklerine inanıp inanmamayı gündeminize almak zorundasınızdır. Yoksa samimiyet kavramı ile sorununuz vardır. Kendi iç dünyasına ibadethane kurup, öyle tapındığını söyleyenlerin ciddi manada 'İç takiyye' yapıp yapmadıklarını sorgulamaları gerektiğini düşünmekteyim.
Şüphesiz kimsenin imanı, inancı sorgulanamaz. Buna peygamberler bile yetkili değildir. Ama samimiyeti sorgulamazsak hiçbir sorunu çözemediğimiz gibi, kaypak kavramlar üzerinde laf kalabalığından başka bir şey yapmamış oluruz.
Geçtiğimiz günlerde bana ulaşan bir mailde 'Bu ülkede başörtüsüne karşı olmadığını, sorunun siyasi sembol haline gelen türban olduğu' yazılıydı. İşte en büyük yalanlarımızdan biri de budur. Zira konuya vâkıf herkes biliyor ki, 'örtünme' karşıtları aleni olarak örtünmeye yahut başörtüsüne karşı olamadıkları için, türban üzerinden vurmayı alışkanlık edinmişlerdir. Oysa türban, örtülü kızların ürettiği bir obje değildir, dönemin YÖK'ünün başörtüsüne karşı dayattığı 'modern' bir zorunluluktur. O dönem, 'Başörtüsü yerine türban takarsanız sizi okula alırız' palavrasından türemiştir.
Ayrıca bunu test etmek de çok basittir. Madem karşı olunan şey başörtüsü değil türbandır, öğrencilerin, türbanları çıkarıp başlarını örttükleri halde, okullarına alınacakları söylensin bakalım ne oluyor?
Toparlıyorum; eğer Yaradan'a olan inancınız varsa ve bunda samimi iseniz, Yaradan'ın dediklerine kayıtsız kalamazsınız. Yoksa böyle tuhaf durumlar ortaya çıkıyor işte: Sıcak dondurma, tatlı çiğköfte gibi.
Son bir anekdot: Kurban bayramı döneminde bir yazar salt siyasi deri kavgası uğruna, 'Ben kestirdiğim kurbanın derisini falanca kuruma bağışladım' diye buyurmuştu. Oysa kurban İslam'da farz bile değil. Yazara sormak lazımdı, 'yahu kurbandan önce farzlar var, namaz var, oruç var, senin bu ibadetler aleyhine yazdığın yazıları nereye koyacağız?' diye...
Bu kadar...
Nedim HAZAR / HaberVakti