03-19-2007, Saat: 10:42 AM
LÜTFEN SONUNA KADAR OKUYUN BİRAZ UZUN AMA İDARE EDİN HOŞUNUZA GİDECEÄžİNE EMİNİM.
Ankara'dan ayrılırken yanımdaki koltuk hala boştu.
Doğrusu bu durumun hoşuma gitmediğini söylemeyeceğim.
Siz de hak verirsiniz ki tanımadığınız biriyle yanyana
oturarak saatlerce yolculuk yapmak pek de hoş bir
durum değildir. Ancak keyfim uzun sürmedi. Otobüsümüz
Gölbaşı'na gelince durdu. Bizim boş koltuğun sahibi de
ortaya çıkıverdi. Oldukça yaşlı biriydi. Otobüse
binerken gençten bir adam ona yardım ediyordu.
Koridorda ilerleyerek bana yaklaştı. Genç adamın
işaretiyle, yaşlı adama yol verdim, o da pencere
kenarındaki koltuğuna kendini bırakıverdi. Genç adam,
"Hoşça kal dede," dedikten sonra kulağıma eğilerek,
"Biraz rahatsız ona yardımcı olur musunuz?"
diye rica edince çaresiz, kabul ettim.
Otobüsümüz yeniden yola koyulunca, yaşlı adam hiçbir
şey söylemeden bir süre dışarıda akıp giden bozkırı
izledi. Sonra sanki aniden anımsamış gibi bana
dönerek,
"Merhaba delikanlı," dedi titrek bir sesle "Yolculuk
nereye?"
"Antep'e," dedim. İlk kez ona dikkatle bakıyordum. Ve
onda ilgimi çeken şey yüzündeki keder oldu. Ağarmış
saçları, alnındaki derin çizgiler, feri kaçmış kül
rengi gözleri, sanki yaşlanmanın doğal bir sonucu
değil de, derin kederini daha iyi vurgulamak için
yerleşmişlerdi yüzüne. O da bir an beni süzdükten
sonra, "Niye gidiyorsun Antep'e?" diye yeniden sordu.
Savcı gibi böyle sorular sorması canımı sıktı ama ayıp
olmasın diye yanıtladım. "Yeğenimin nikahı var da."
Kül rengi gözlerinden bir ışık geçti. "Düğün ha!" diye
mırıldandı. "Görücü usulüyle mi evleniyor yoksa sevda
mi?" Daha fazla soru sormamasını umarak, "Görücü
usulüyle," diyerek kestirip attım.
Başını sallayarak, kendi kendine gülümsedi. Ben, artık
kurtuldum, diye düşünürken, yeniden söze başladı.
"Görücü usulüyle evlenmek iyidir. Arada sevda filan
olsaydı kötüydü." Yaşlı adamın, sorularından sonra
şimdi de Don Juan misali kendinden emin bir tavırla
aşk üzerine atıp tutması beni sinirlendirdi. "Bu
konuları çok iyi biliyorsunuz galiba?" diye alaycı bir
tavırla sordum. Alay ettiğimi anlamadı, gözlerine
tatlı bir özlem çöktü. "Eh, biraz bilirim," dedi.
"Başından çok macera geçmiş anlaşılan," dedim
alaycılığımı sürdürerek. Yüzü ciddileşti. Sonunda alay
ettiğimi anladı, şimdi bana kızacak, diye düşündüm ama
sandığım gibi olmadı. "Bu işin macerası olmaz," dedi
yaralı bir ses tonuyla. "Hakiki sevda tektir. Sonuna
kadar da tek kalır."
"Yapma be dede, insanın gönlü o kadar dar mı?" dedim.
"İnsanın gönlü geniştir geniş olmasına ama sevda kuşu
nazlıdır, öyle her önüne çıkan dala konmaz. Her önüne
çıkan dala konana bizde başka ad verirler."
"Bu konuda anlaşamayacağız," diyerek konuyu kapatmak
istedim ama yapamadım. Yaşlı adamın yüzündeki keder mi
desem, sesindeki tınımı bir şey bana engel oldu. Bu
ihtiyarin sıkı bir hikayesi olduğunu sezinlemeye
başladım. "Kusura bakma dede, ama sormadan
edemeyeceğim, sen hiç sevdalandın mı?" Hiçbir şey
söylemeden öylece yüzüme baktı sonra derinden bir iç
geçirerek, "Oldum ya," dedi. "Sevdaya düşmemiş adam,
adam mıdır?" "Bak şimdi olmadı dede," diye güldüm. "Az
önce sevda kötüdür diyordun, şimdi de sevdaya düşmemiş
adam, adam mıdır, diyorsun." O da gülmeye başladı.
"İkisi de doğru," dedi. "Sana hikayemi anlatırsam,
daha iyi anlarsın."
O zaman bütün bu serzenişleri hikayesini anlatmak için
yaptığını anladım. Ama artık yol arkadaşımdan
şikayetçi değildim, pür dikkat anlatacaklarını
dinliyordum.
"Ben, iki çocuklu bir ailenin büyük oğluydum. Babam,
Antep'teki bedestende kuyumculuk yapardı. O zamanlar
bizim mahallede Yahudi bir aile yaşıyordu. Dinlerimiz
ayrıydı ama iyi komşuyduk. Onların Florid adında bir
de kızları vardı. Çocukluğum bu kızla birlikte geçti.
Bazen onların bahçelerinde, bazen bizim evin damında
oynardık. Ama Florid biraz serpilince, annesi benimle
oynamasına izin vermemeye başladı. Artık onu yalnızca
pencere kafeslerinin arkasında görebiliyordum. İçimi
tuhaf bir duygu kaplamıştı. Bu duygunun bir
arkadaşa duyulan hasret olduğunu sanıyordum. Derken
bizim askerlik de geldi çattı. Askerde Florid'in
yokluğunu daha çok hissetmeye başladım. Ve bunun öyle
kolay kolay bitmeyecek bir sevda olduğunu anladım.
Anlamasına anladım ama o bir Yahudi kızıydı, ben ise
Müslüman. Bırakın evlenmeyi, birlikte görülmemiz
bile normal karşılanmazdı. Ben askerde böyle tasa
içinde kıvranırken kötü haber geldi. Florid
kendisinden yaşlı, kumaş tüccarı Yasef'le
nikahlanmıştı. Florid'in ailesi pek varlıklı değildi, kızın yüklü bir
drahomasi yoktu. Yasef yaşlıydı ama zengindi.
Florid'in kıymetini bilirdi. Haberi duyar duymaz zaten
zor geçen askerliğim tam bir cehenneme dönüştü. Ne
söyleneni anlıyordum, ne emredileni yapıyordum.
Komutanlarım uyardılar beni, azarladılar, sövdüler,
dövdüler; hayır, hiçbir şey kar etmiyordu. Kısa sürede
adımız deli askere çıktı. Neyse lafı uzatmayalım. İyi
kötü askerlik böyle geçti. Bu arada ben de, Florid'i
unutmaya karar verdim.
Askerden dönünce de babam artık iyice yaşlandığı için
kuyumcu dükkanının başına geçtim. Evden işe işten eve
gidip geliyorum. Rastlantı bu ya, bir gün sokakta Florid'le karşılaştık. Sıcacık
gülümsedi bana. Yüreğimi bir çarpıntı aldı. Ama Florid'e hiçbir şey söylemedim,
gülümseyemedim bile. Florid geçti gitti yanımdan. Kederle girdim eve.
Ertesi gün zor kalktım yataktan, canım işe gitmek
istemiyordu. Yine de dükkana gittim, çalışmaya
başladım ama nasıl çalıştığımı, ne yaptığımı ben de
bilmiyorum. Öğleye doğru bir de baktım ki Florid
karşımda. Manevisi bol, ela gözleri tatlı tatlı beni
süzmekte. Gözler anlaşırsa dil susar derler. Biz de
fazla konuşmadık. Florid bana burmalı bir bilezik
ısmarladı. Bileziğin bahane olduğunu biliyordum.
"Bir hafta sonra hazır," dedim. O gözlerini yüzümden
almadan, "Bir hafta sonra bileziği bizim eve getir,"
dedi.
Onlarda ne olacağını biliyordum. "Evime getir," lafını
ezber ede ede, gece gündüz çalışarak beş günde
bitirdim bileziği. İşi gören kuyumcu arkadaşların ağzı
açık kaldı. "Böylesi Saba Melikesi Belkıs'ın
hazinesinde bile yoktur," diyerek, gıpta ettiler bana.
Bileziği sedef bir kutuya koyarak, vardım kumaş
tüccarı Yasef'in evine. Kapıyı Florid açtı. Yüzünde
ayni tatlı, davetkar gülümseyiş. Evde başka
kimsecikleri de yok. Sonrası... Sonrası tahmin
edersin.
Ama Antep küçük yer. Üstelik her yerde olduğu gibi
burada da dedikoduya meraklı. Kısa sürede Yasef'in
kulağına gitmiş bizim aşk. Yasef olgun adam. Oturup
düşünmüş, karısı genç, güzel, kendisi yaşlı, üstelik
karısını sevmekte ki deliler gibi. En iyisi bu kentten
kaçıp gitmek. Akşam Florid'e demiş, "Ben bu kentten
bıktım. Şam'da akrabalarım var, onların yanına
taşınalım."
Ertesi gün Florid benim dükkana geldi. Olanı biteni
anlattıktan sonra güzel gözlerini yüzüme dikerek,
"Benimle evlen. Yasef'i bırakıp, burada kalayım,"
dedi.
Ne diyeceğimi bilemedim, Florid'le evlenmeye kalksam,
millet beni kınayacak; kadın hem gavur, hem dul.
Bıraksam gidecek...
Ben böyle kıvranırken, Yasef erken davrandı, karısını
aldığı gibi tuttu Şam'ın yolunu.
Herkes, "kurtuldun," diyor. Bir de bana sor. Gün
günden daha zor geliyor. Aklımı kaçıracağım her köşe
başında, her kapının önünde onu görüyorum, kulaklarımda
onun sesi çınlıyor. Florid'siz yaşamaya ancak bir yıl
dayanabildim. Anamın yalvarıp yakarmalarına
aldırmadan, dükkanı küçük kardeşime teslim edip,
yanıma da yüklüce bir para alarak ben de tuttum Şam'ın
yolunu.
Şam'da Yasef'in dükkanını bulmak zor olmadı. Bu zengin
yahudiyi tanımayan yok. Yasef'i gizlice izleyerek
evini öğrendim. Ertesi gün sabah erkenden evin önünde
beklemeye başladım. Yasef dükkanına gidince, eve
yaklaşmaya başlamıştım ki, esmer bir delikanlının
benden önce kapıyı çaldığını gördüm. Birkaç saat sonra
çıktı evden. O gidince ben yaklaştım eve. Çaldım
kapıyı. Florid beni görünce şaşırdı ama hiç sevinmişe
benzemiyordu. "Niye geldin?" diye sordu azarlar gibi.
"Sensiz olmuyor," dedim, üzüntüyle.
"Çok geç" dedi
umursamaz bir tavırla, "ben seni unuttum."
Sanki başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü.
"Konuşalım," dedim.
"Konuşacak bir şey yok," dedi.
Baktım ısrar etmek faydasız, kaldığım hana geri
döndüm. Sabaha kadar düşündüm. Ona hak verdim. Ben çok
geç kalmıştım.
Ortalık ışıyınca çıktım handan. Şam'da ne kadar
çiçekçi varsa hepsini dolaştım, cebimde ne kadar para
varsa hepsine çiçek aldım. Aldığım çiçekleri,
üç at arabasına yükledim. Vardım Florid'in kapısına.
Sabah serinliğinde mis gibi kokan çiçekleri sevdiğim
kadının evinin önüne yıktım, sonra ayrıldım
oradan."
Yaşlı adamın öyküsü çok etkilemişti beni,
Bravo dede," diye heyecanla söylendim. "Bu yaptığın
çok güzel bir şey."
Yol arkadaşıma artık başka gözlerle bakıyordum. Benim
için bir tur Anadolu bilgesi olup çıkmıştı. Bu arada
otobüsümüz ilk molasını vermek üzere bir dinlenme
tesisinde durdu. Birlikte indik. O tuvaletteyken, bizim
otobüsümüzün muavini yaklaştı yanıma.
"Gene ne anlatıyor Ayvaz Dede?" diye sordu.
"Adı Ayvaz mi?" diye sorusuna soruyla karşılık verdim.
"Onu tanıyor musun?"
"Abi, onu Antep'teki butun otobüs şoförleri,
muavinleri tanır."
"Nasıl yani?"
"Ayvaz Dede biraz sıkıntılıdır. Memlekette en fazla
bir ay kalabilir, sonra kendini yolculuklara vurur."
"Tuhaf," diye mırıldandım. "Neden böyle yapıyor?"
"Abi, bu Ayvaz Dede, gençken bir Yahudi karisini
sevmiş. Kadın evliymiş. Kocası durumu çakınca,
Ayvazdan kurtulmak için evini Şam'a taşımış.
Bizimki bırakır mı peşlerini. Haydi o da Şam'a. Ama
kadın yüz vermemiş bizimkine. Ayvaz Dedenin gururu
kırılmış tabii. Çektiği gibi kasaturasını bir
güzel şişlemiş hem kadını, hem kocasını."
Şaşırmıştım, Ayvaz Dedenin anlattığı hikayenin sonuna
hiç benzemiyordu bu.
"Sonra?" diye sordum meraklı muavine.
"Sonrası, kendi de iflah olmamış. Anlaşılan kadını
gerçekten seviyormuş. Kafayı yemiş. Antep'te duramaz
olmuş. Kendinden mi, öldürdüğü kadının hayaletinden mi
bilinmez kaçmaya başlamış."
Muavine başka bir şey soramadım. Ne diyeceğimi
bilemiyordum. Az sonra Ayvaz Dede geldi yanıma. Ona da
hiçbir şey sormadım. Açık bir çay ısmarladım.
"Sağ olasın evlat," dedi.
Çayını içerken onu izledim. Bu yaşlı adam hiç de
katile benzemiyordu ancak çok dikkatli bakarsanız,
sevdiği kadını öldürdükten sonra, ellerinin
kanını gözyaşlarıyla yıkamaya çalışan bir adamın
çaresizliğini görebilirdiniz onun kederli yüzünde
Ankara'dan ayrılırken yanımdaki koltuk hala boştu.
Doğrusu bu durumun hoşuma gitmediğini söylemeyeceğim.
Siz de hak verirsiniz ki tanımadığınız biriyle yanyana
oturarak saatlerce yolculuk yapmak pek de hoş bir
durum değildir. Ancak keyfim uzun sürmedi. Otobüsümüz
Gölbaşı'na gelince durdu. Bizim boş koltuğun sahibi de
ortaya çıkıverdi. Oldukça yaşlı biriydi. Otobüse
binerken gençten bir adam ona yardım ediyordu.
Koridorda ilerleyerek bana yaklaştı. Genç adamın
işaretiyle, yaşlı adama yol verdim, o da pencere
kenarındaki koltuğuna kendini bırakıverdi. Genç adam,
"Hoşça kal dede," dedikten sonra kulağıma eğilerek,
"Biraz rahatsız ona yardımcı olur musunuz?"
diye rica edince çaresiz, kabul ettim.
Otobüsümüz yeniden yola koyulunca, yaşlı adam hiçbir
şey söylemeden bir süre dışarıda akıp giden bozkırı
izledi. Sonra sanki aniden anımsamış gibi bana
dönerek,
"Merhaba delikanlı," dedi titrek bir sesle "Yolculuk
nereye?"
"Antep'e," dedim. İlk kez ona dikkatle bakıyordum. Ve
onda ilgimi çeken şey yüzündeki keder oldu. Ağarmış
saçları, alnındaki derin çizgiler, feri kaçmış kül
rengi gözleri, sanki yaşlanmanın doğal bir sonucu
değil de, derin kederini daha iyi vurgulamak için
yerleşmişlerdi yüzüne. O da bir an beni süzdükten
sonra, "Niye gidiyorsun Antep'e?" diye yeniden sordu.
Savcı gibi böyle sorular sorması canımı sıktı ama ayıp
olmasın diye yanıtladım. "Yeğenimin nikahı var da."
Kül rengi gözlerinden bir ışık geçti. "Düğün ha!" diye
mırıldandı. "Görücü usulüyle mi evleniyor yoksa sevda
mi?" Daha fazla soru sormamasını umarak, "Görücü
usulüyle," diyerek kestirip attım.
Başını sallayarak, kendi kendine gülümsedi. Ben, artık
kurtuldum, diye düşünürken, yeniden söze başladı.
"Görücü usulüyle evlenmek iyidir. Arada sevda filan
olsaydı kötüydü." Yaşlı adamın, sorularından sonra
şimdi de Don Juan misali kendinden emin bir tavırla
aşk üzerine atıp tutması beni sinirlendirdi. "Bu
konuları çok iyi biliyorsunuz galiba?" diye alaycı bir
tavırla sordum. Alay ettiğimi anlamadı, gözlerine
tatlı bir özlem çöktü. "Eh, biraz bilirim," dedi.
"Başından çok macera geçmiş anlaşılan," dedim
alaycılığımı sürdürerek. Yüzü ciddileşti. Sonunda alay
ettiğimi anladı, şimdi bana kızacak, diye düşündüm ama
sandığım gibi olmadı. "Bu işin macerası olmaz," dedi
yaralı bir ses tonuyla. "Hakiki sevda tektir. Sonuna
kadar da tek kalır."
"Yapma be dede, insanın gönlü o kadar dar mı?" dedim.
"İnsanın gönlü geniştir geniş olmasına ama sevda kuşu
nazlıdır, öyle her önüne çıkan dala konmaz. Her önüne
çıkan dala konana bizde başka ad verirler."
"Bu konuda anlaşamayacağız," diyerek konuyu kapatmak
istedim ama yapamadım. Yaşlı adamın yüzündeki keder mi
desem, sesindeki tınımı bir şey bana engel oldu. Bu
ihtiyarin sıkı bir hikayesi olduğunu sezinlemeye
başladım. "Kusura bakma dede, ama sormadan
edemeyeceğim, sen hiç sevdalandın mı?" Hiçbir şey
söylemeden öylece yüzüme baktı sonra derinden bir iç
geçirerek, "Oldum ya," dedi. "Sevdaya düşmemiş adam,
adam mıdır?" "Bak şimdi olmadı dede," diye güldüm. "Az
önce sevda kötüdür diyordun, şimdi de sevdaya düşmemiş
adam, adam mıdır, diyorsun." O da gülmeye başladı.
"İkisi de doğru," dedi. "Sana hikayemi anlatırsam,
daha iyi anlarsın."
O zaman bütün bu serzenişleri hikayesini anlatmak için
yaptığını anladım. Ama artık yol arkadaşımdan
şikayetçi değildim, pür dikkat anlatacaklarını
dinliyordum.
"Ben, iki çocuklu bir ailenin büyük oğluydum. Babam,
Antep'teki bedestende kuyumculuk yapardı. O zamanlar
bizim mahallede Yahudi bir aile yaşıyordu. Dinlerimiz
ayrıydı ama iyi komşuyduk. Onların Florid adında bir
de kızları vardı. Çocukluğum bu kızla birlikte geçti.
Bazen onların bahçelerinde, bazen bizim evin damında
oynardık. Ama Florid biraz serpilince, annesi benimle
oynamasına izin vermemeye başladı. Artık onu yalnızca
pencere kafeslerinin arkasında görebiliyordum. İçimi
tuhaf bir duygu kaplamıştı. Bu duygunun bir
arkadaşa duyulan hasret olduğunu sanıyordum. Derken
bizim askerlik de geldi çattı. Askerde Florid'in
yokluğunu daha çok hissetmeye başladım. Ve bunun öyle
kolay kolay bitmeyecek bir sevda olduğunu anladım.
Anlamasına anladım ama o bir Yahudi kızıydı, ben ise
Müslüman. Bırakın evlenmeyi, birlikte görülmemiz
bile normal karşılanmazdı. Ben askerde böyle tasa
içinde kıvranırken kötü haber geldi. Florid
kendisinden yaşlı, kumaş tüccarı Yasef'le
nikahlanmıştı. Florid'in ailesi pek varlıklı değildi, kızın yüklü bir
drahomasi yoktu. Yasef yaşlıydı ama zengindi.
Florid'in kıymetini bilirdi. Haberi duyar duymaz zaten
zor geçen askerliğim tam bir cehenneme dönüştü. Ne
söyleneni anlıyordum, ne emredileni yapıyordum.
Komutanlarım uyardılar beni, azarladılar, sövdüler,
dövdüler; hayır, hiçbir şey kar etmiyordu. Kısa sürede
adımız deli askere çıktı. Neyse lafı uzatmayalım. İyi
kötü askerlik böyle geçti. Bu arada ben de, Florid'i
unutmaya karar verdim.
Askerden dönünce de babam artık iyice yaşlandığı için
kuyumcu dükkanının başına geçtim. Evden işe işten eve
gidip geliyorum. Rastlantı bu ya, bir gün sokakta Florid'le karşılaştık. Sıcacık
gülümsedi bana. Yüreğimi bir çarpıntı aldı. Ama Florid'e hiçbir şey söylemedim,
gülümseyemedim bile. Florid geçti gitti yanımdan. Kederle girdim eve.
Ertesi gün zor kalktım yataktan, canım işe gitmek
istemiyordu. Yine de dükkana gittim, çalışmaya
başladım ama nasıl çalıştığımı, ne yaptığımı ben de
bilmiyorum. Öğleye doğru bir de baktım ki Florid
karşımda. Manevisi bol, ela gözleri tatlı tatlı beni
süzmekte. Gözler anlaşırsa dil susar derler. Biz de
fazla konuşmadık. Florid bana burmalı bir bilezik
ısmarladı. Bileziğin bahane olduğunu biliyordum.
"Bir hafta sonra hazır," dedim. O gözlerini yüzümden
almadan, "Bir hafta sonra bileziği bizim eve getir,"
dedi.
Onlarda ne olacağını biliyordum. "Evime getir," lafını
ezber ede ede, gece gündüz çalışarak beş günde
bitirdim bileziği. İşi gören kuyumcu arkadaşların ağzı
açık kaldı. "Böylesi Saba Melikesi Belkıs'ın
hazinesinde bile yoktur," diyerek, gıpta ettiler bana.
Bileziği sedef bir kutuya koyarak, vardım kumaş
tüccarı Yasef'in evine. Kapıyı Florid açtı. Yüzünde
ayni tatlı, davetkar gülümseyiş. Evde başka
kimsecikleri de yok. Sonrası... Sonrası tahmin
edersin.
Ama Antep küçük yer. Üstelik her yerde olduğu gibi
burada da dedikoduya meraklı. Kısa sürede Yasef'in
kulağına gitmiş bizim aşk. Yasef olgun adam. Oturup
düşünmüş, karısı genç, güzel, kendisi yaşlı, üstelik
karısını sevmekte ki deliler gibi. En iyisi bu kentten
kaçıp gitmek. Akşam Florid'e demiş, "Ben bu kentten
bıktım. Şam'da akrabalarım var, onların yanına
taşınalım."
Ertesi gün Florid benim dükkana geldi. Olanı biteni
anlattıktan sonra güzel gözlerini yüzüme dikerek,
"Benimle evlen. Yasef'i bırakıp, burada kalayım,"
dedi.
Ne diyeceğimi bilemedim, Florid'le evlenmeye kalksam,
millet beni kınayacak; kadın hem gavur, hem dul.
Bıraksam gidecek...
Ben böyle kıvranırken, Yasef erken davrandı, karısını
aldığı gibi tuttu Şam'ın yolunu.
Herkes, "kurtuldun," diyor. Bir de bana sor. Gün
günden daha zor geliyor. Aklımı kaçıracağım her köşe
başında, her kapının önünde onu görüyorum, kulaklarımda
onun sesi çınlıyor. Florid'siz yaşamaya ancak bir yıl
dayanabildim. Anamın yalvarıp yakarmalarına
aldırmadan, dükkanı küçük kardeşime teslim edip,
yanıma da yüklüce bir para alarak ben de tuttum Şam'ın
yolunu.
Şam'da Yasef'in dükkanını bulmak zor olmadı. Bu zengin
yahudiyi tanımayan yok. Yasef'i gizlice izleyerek
evini öğrendim. Ertesi gün sabah erkenden evin önünde
beklemeye başladım. Yasef dükkanına gidince, eve
yaklaşmaya başlamıştım ki, esmer bir delikanlının
benden önce kapıyı çaldığını gördüm. Birkaç saat sonra
çıktı evden. O gidince ben yaklaştım eve. Çaldım
kapıyı. Florid beni görünce şaşırdı ama hiç sevinmişe
benzemiyordu. "Niye geldin?" diye sordu azarlar gibi.
"Sensiz olmuyor," dedim, üzüntüyle.
"Çok geç" dedi
umursamaz bir tavırla, "ben seni unuttum."
Sanki başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü.
"Konuşalım," dedim.
"Konuşacak bir şey yok," dedi.
Baktım ısrar etmek faydasız, kaldığım hana geri
döndüm. Sabaha kadar düşündüm. Ona hak verdim. Ben çok
geç kalmıştım.
Ortalık ışıyınca çıktım handan. Şam'da ne kadar
çiçekçi varsa hepsini dolaştım, cebimde ne kadar para
varsa hepsine çiçek aldım. Aldığım çiçekleri,
üç at arabasına yükledim. Vardım Florid'in kapısına.
Sabah serinliğinde mis gibi kokan çiçekleri sevdiğim
kadının evinin önüne yıktım, sonra ayrıldım
oradan."
Yaşlı adamın öyküsü çok etkilemişti beni,
Bravo dede," diye heyecanla söylendim. "Bu yaptığın
çok güzel bir şey."
Yol arkadaşıma artık başka gözlerle bakıyordum. Benim
için bir tur Anadolu bilgesi olup çıkmıştı. Bu arada
otobüsümüz ilk molasını vermek üzere bir dinlenme
tesisinde durdu. Birlikte indik. O tuvaletteyken, bizim
otobüsümüzün muavini yaklaştı yanıma.
"Gene ne anlatıyor Ayvaz Dede?" diye sordu.
"Adı Ayvaz mi?" diye sorusuna soruyla karşılık verdim.
"Onu tanıyor musun?"
"Abi, onu Antep'teki butun otobüs şoförleri,
muavinleri tanır."
"Nasıl yani?"
"Ayvaz Dede biraz sıkıntılıdır. Memlekette en fazla
bir ay kalabilir, sonra kendini yolculuklara vurur."
"Tuhaf," diye mırıldandım. "Neden böyle yapıyor?"
"Abi, bu Ayvaz Dede, gençken bir Yahudi karisini
sevmiş. Kadın evliymiş. Kocası durumu çakınca,
Ayvazdan kurtulmak için evini Şam'a taşımış.
Bizimki bırakır mı peşlerini. Haydi o da Şam'a. Ama
kadın yüz vermemiş bizimkine. Ayvaz Dedenin gururu
kırılmış tabii. Çektiği gibi kasaturasını bir
güzel şişlemiş hem kadını, hem kocasını."
Şaşırmıştım, Ayvaz Dedenin anlattığı hikayenin sonuna
hiç benzemiyordu bu.
"Sonra?" diye sordum meraklı muavine.
"Sonrası, kendi de iflah olmamış. Anlaşılan kadını
gerçekten seviyormuş. Kafayı yemiş. Antep'te duramaz
olmuş. Kendinden mi, öldürdüğü kadının hayaletinden mi
bilinmez kaçmaya başlamış."
Muavine başka bir şey soramadım. Ne diyeceğimi
bilemiyordum. Az sonra Ayvaz Dede geldi yanıma. Ona da
hiçbir şey sormadım. Açık bir çay ısmarladım.
"Sağ olasın evlat," dedi.
Çayını içerken onu izledim. Bu yaşlı adam hiç de
katile benzemiyordu ancak çok dikkatli bakarsanız,
sevdiği kadını öldürdükten sonra, ellerinin
kanını gözyaşlarıyla yıkamaya çalışan bir adamın
çaresizliğini görebilirdiniz onun kederli yüzünde