03-29-2007, Saat: 12:03 PM
Cumhuriyet kelimesi, Arapça’da, halk, ahali, büyük kalabalık anlamına gelen “cumhur”’dan gelmektedir. Kavram olarak baktığımızda ise “cumhuriyet”ten; milletin egemenliği kendi elinde tuttuğu devlet şekli anlaşılır. Burada “demokrasi” kavramıyla “cumhuriyet”i karıştırmamak gerekiyor. Şüphesiz bu her iki kavram birbiriyle ilgili ve içiçe kavramlar olmakla birlikte birbirinin aynısı değildir. Demokrasiden de halkın kendi kendini yönetmesi anlaşılır. Ancak cumhuriyette esas olan, devlet pramidinin en üstünde bulunan kişinin, yani devlet başkanının seçimle gelmiş olmasıdır. Devlet başkanı, babadan oğula geçen bir sistemle yani saltanatla o göreve gelmiş değildir. Bu iki kavrama bir- iki örnekle açıklık getirmek istiyoruz. Bugün İngiltere’de, İsveç veya Norveç’te parlamento vardır. Halk yasama organı durumunda olan meclisi kendisi seçer, meclisten de yürütme organı çıkar. Yani demokrasi vardır denebilir. Ama, devlet pramidinin en üstündeki kişi kral veya kraliçedir. Bu göreve seçimle değil, saltanat usulüyle gelmiştir. Bu yüzden bu ülkelerde cumhuriyetten söz edilemez. Öbür taraftan, devlet başkanının şu veya bu şekilde seçimle geldiği bazı rejimler vardır ki mesela; Çin Halk Cumhuriyeti, Libya Arap Halk Sosyalist Cemahiriyesi ve diğer halk cumhuriyetleri gibi, bu rejimlerde de sözde cumhuriyet olmakla birlikte halkın yönetime iştirakinden söz edilemez. Çünkü tek partinin hakimiyeti sözkonusudur. Halk eğer oy verirse bile bu partiye oy vermek durumundadır. Neticede şunu söyleyebiliriz; demokrasinin olduğu yerde cumhuriyetin olmadığı, veya cumhuriyetin olduğu yerde de demokrasinin bulunmadığı örnekler görülmektedir. Ama ideal olanı hem demokrasinin hem de cumhuriyetin birlikte olmasıdır. Bir başka ifade ile, cumhuriyeti, demokrasinin en gelişmiş şekli olarak kabul edebiliriz. Türkiye, Millî Mücadele’nin muzaffer komutanı Atatürk’ün önderliğinde 29 Ekim 1923’te demokrasi ve cumhuriyet sürecini yakalamıştır. Bu tarihten itibaren de demokrasi yolunda önemli ilerlemeler kaydedilmiştir.
Şimdi Atatürk’ün önderliğinde ulaşılan Cumhuriyet’in değerini ve büyüklüğünü anlayabilmek için yakın tarihimizde “demokrasi” kavramı içinde ele alabileceğimiz bellibaşlı gelişmelere bakmamız faydalı olacaktır.
Bilindiği üzere Fransız İnkılabıyla birlikte çok uluslu devletlerde siyasî hareketlenmeler yoğunluk kazanmaya başladı. Osmanlı Devleti de bu dalgalanmalardan nasibini aldı. Zaten çöküş sürecine giren Osmanlı Devleti, Fransız İnkılabının ihraç ettiği siyasî kavram ve sloganlara sarılarak içinde bulunduğu zor durumdan kurtulma çareleri aramaya başlamıştı. Bu çarelerin başında mutlakiyet rejiminin yetkilerinin sınırlandırılması geliyordu. Fakat bu sınırlamanın nihaî hedefi Cumhuriyet değil, “meşrutî monarşi” idi. Nitekim, 1808 Sened-i İttifak’tan itibaren meşrutî monarşiye doğru bir süreç gelişmeye başladı. 1839 Tanzimat Fermanı’yla Padişah kendi yetkilerini kendi iradesiyle sınırlayan bir taahhüt içine girdi. 1856 Islahat Fermanı’yla monarşinin yetkilerinin sınırlandırılması yolunda bir adım daha atıldı. Nihayet Aralık 1876’da Kanun-i Esasî yani anayasa ilan edildi ve arkasından Meclis-i Mebusan açılarak Meşrutiyet’e geçildi. Kısa bir süre sonra meşrutî rejim inkıtaya uğramışsa da 1908’de meşrutî monarşi kurumlaşmaya başladı. Fakat devleti kurtarmaya yönelik bütün bu gelişmeler Türk milletini Mondros ve arkasından Sevr’e getirmekten engelleyemedi; engelleyemediği gibi, belki de bu çöküş sürecini hızlandırdı. Çünkü sözünü ettiğimiz bu gelişmelerde, Türk milletinin karakteristik özellikleri, sosyolojik yapısı, kültürü dikkate alınmamıştı. Meşrutî rejim Batıdaki kurumlarıyla - özellikle İngiltere örneği- neredeyse olduğu gibi iktibas edildi. İngiltere meşrutî monarşisinde iki önemli kurum olan halkı temsil eden Avam Kamarası ve asilleri temsil eden Lordlar Kamarası, Osmanlı yeni rejimine Meclis-i Mebusan ve Ayan Meclisi olarak aktarıldı. Temelinde sınıf anlayışı yatan böyle bir tasnifin Türk siyasî hayatında başarılı olması düşünülemezdi. Ama Osmanlı münevveri, bunu o zaman göremedi. Çünkü batının gelişmişliği onun gözünü kamaştırmıştı. Halbuki, Batı toplumunun sosyolojik ve kültürel gerçekleriyle çelişmeyen ve “sınıf” anlayışına dayanan bir rejim, bu toplumlar için geçerli olabilir. Ama aynı geçerlilik tamamıyla farklı özelliklere sahip Türk milleti için sözkonusu olamazdı. Çünkü Türk milletinde “sınıf” anlayışı yoktur. Asalet kavramının yerini “liyakat” ve “adalet” almıştır. Nitekim bu durumu Atatürk çok güzel bir şekilde tesbit ederek 1931 yılında yaptığı bir konuşmasında şöyle ifade etmiştir;
“Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan mürekkep değil ve fakat ferdî ve sosyal hayat için iş bölümü itibarıyla çeşitli mesleklere ayrılmış bir toplum olarak görmek esas prensiplerimizdendir”[1].
Öteyandan, kurulan meclis yani Meclis-i Mebusân, her ne kadar bir tür seçimle gelmiş olmakla birlikte, millî iradeyi yansıtmaktan da çok uzaktı. Çok uluslu bir yapı olmakla birlikte bir Türk devleti olan Osmanlı Devleti’nin meclisinde Türkler neredeyse azınlıkta idiler. Durum böyle olunca, meclisten, millî birlik ve beraberliği inşa edecek bir irade beklenemezdi. Nitekim öyle de oldu.. Gayr-i müslim milletvekilleri meşrutî rejimi Osmanlı Devleti’ni, içinde bunduğu zor durumdan kurtaracak bir vasıta olarak değil de kendi bağımsızlıklarına giden bir yol olarak algılamaya başladılar. Bu anlamda bazı milletvekillerinin tutum ve davranışlarından birkaç örnek vermek gerekirse mesela; Kanun-i Esasî’de resmî dilin Türkçe olduğu ifade edilmesine rağmen, İstanbul Rum mebuslarından Vasilaki Efendi, Ermeni mebus Hamazasp Efendi, daha buna benzer pekçok isimler Rumca'nın ve Ermenice'nin resmî dil olmasını[2] teklif edecek kadar ileri gittiler.
Yine bahsettiğimiz Osmanlı dönemindeki bu demokrasi denemeleri, tabana mâl olmamış ve İstanbul’da ve bazı büyük şehirlerde hissedilmiş ve buralarla sınırlı kalmış idi. Anadolu’nun falanca kazasındaki, veya falanca köyündeki vatandaşın bu gelişmelerden belki de hiç haberi yoktu.
Netice olarak şunu söylemek istiyoruz; Osmanlı dönemindeki monarşi aleyhindeki siyasî gelişmeler, Türk toplumunun sosyolojik, kültürel ve tarihî özellikleri dikkate alınmadan oluşturulan bir süreç olduğundan, millî birlik ve beraberliğe ve millî kimliğe katkı sağlayıcı bir nitelik ortaya koyamamıştır. Gerçi, II.Meşrutiyet, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu hazırlayan yıllara ve ondan sonraki anayasalara da yansıyan bazı temel ilkeler getirmiş[3] olmakla birlikte, bu dönemdeki Osmanlı düşünürlerinin devleti kurtarmaya yönelik fikirlerinde esas hedef cumhuriyet değil, “meşruti monarşi” olmuş, Fransız İnkılabı’nın fikrî ürünü olan ve “istibdat ve baskıya karşı insan kişiliğine değer veren Cumhuriyet” ancak Osmanlı Devleti’nin yıkılışı ile birlikte aranılan rejim olmuştur.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Cumhuriyet fikrinin Mustafa Kemal tarafından ilk defa kuvvetle ortaya atılmasında Fransız İnkılabı’nın etkisi olduğunu söylemekte, Münir Hayri Egeli, daha 1906’da Atatürk’ün en beğendiği devlet şekli olarak Cumhuriyet’i dile getirdiğini yazarken[4], Mazhar Müfit Kansu, Mustafa Kemal’in henüz Erzurum Kongresi açılmadan, zamanı gelince hükümetin şeklinin Cumhuriyet olacağını kendisine söylediğini ifade etmektedir[5]. Nitekim, Türk milletinin varolma veya yokolma sınırına geldiği Millî Mücadele gibi fevkalâde bir ortamda Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde vatanın kurtuluşu için askerî tedbirler alınırken, beraberinde “millî hakimiyet” kavramının arkasında demokrasi ve cumhuriyet yolunda önemli adımlar atıldı. Bu yoldaki en açık mesajları Amasya tamimi, Erzurum ve Sivas Kongreleri kararlarında görebilmekteyiz.
Amasya tamiminin ilk maddesinde yer alan “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” ifadesi demokrasi ve cumhuriyet kavramı açısından bizce ileriye dönük mesajlar taşımaktadır. Burada milletin iradesine verilen önem vurgulanıyor. Erzurum Kongresi’nde de 2. Maddede “millî iradeyi hakim kılmak esastır” ifadesi yer alırken 8. Maddede millî iradenin gerekliliği üzerinde ayrıntılı olarak durulmuştur. Bu maddede aynen şöyle denilmektedir;
“Milletlerin kendi mukadderatını bizzat tayin ettiği bu tarihi devirde, merkezî hükümetimizin de irade-i milliyeye tâbi olması zaruridir. Çünkü irade-i milliyeye dayanmayan herhangi bir hükümet heyetinin subjektif ve şahsî mukadderatı milletçe verilmiş olmadıktan başka haricen de muteber olmadığı şimdiye kadar geçmiş eylemler ve sonuçlar ile sabit olmuştur.”
Açıkça görüldüğü üzere bu ifadelerde, ileride Osmanlı Devleti’nin vârisi olarak kurulacak yeni Türk Devletinin rejimini demokrasi esasına dayalı bir sistem yönünde tercih edeceğine dair mesajlar saklıdır. Nitekim Sivas Kongresi’nde de bu tür kararlar tekrar edilerek Heyet-i Temsiliye’nin teşekkülü, yukarıda sözünü ettiğimiz mesajın kararlılığını gösteriyor. Kongre’nin çıkardığı gazetenin adının “İrade-i Milliye” olarak konması bir tesadüf değildir. Aynı gazete Ankara’ya taşındığı vakit “Hakimiyet-i Milliye” adını alacaktır.
Nihayet 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılmasıyla, Kongre kararlarında yer alan demokrasi ve cumhuriyet yönündeki mesajların gerçekleşmesinde önemli bir adım olmuştur. Bu adım Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde istikrarlı ve kararlı gelişmelerle 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanını sağladı. Ve arkasından da zaman içerisinde çok geçmeden Saltanat ve Hilafet kaldırılacak ve bununla ilgili müesseseler hakkında yeni tedbirler alınarak demokrasi ve laiklik yönünde Osmanlı’nın son dönemlerinden bu zamana kadar ulaşılamayan, katedilemeyen mesafe Atatürk’ün önderliğinde başarılı bir şekilde katedilmiş olacaktır.
Cumhuriyet’e zemin hazırlayan 1919’dan 1923’e kadar olan bu gelişmeler, millete mâl olmuş olup, aynı zamanda millî birlik ve beraberlik ile millî kimliğin oluşması yönünde seyretmiştir. Bu dönemin anahtar kavramlarına baktığımızda bu durumu açıkça görebiliriz; Hakimiyet-i Milliye, İrade-i Milliye, Millî Mücadele, Kuva-yı Milliye, Misak-ı Millî, Heyet-i Milliye, Tekâlif-i Milliye vb.. Görüleceği üzere hepsinde bir “millîlik” damgası vardır, hareket “millet”e dayanmaktadır. Bu millet ise BMM adında kendini gösteren “Büyük bir Millet” tir. “Büyük Millet” ten kasdedilen ise “Türk milleti” dir. Bu yüzden yeni kurulan devletin adının “Türkiye Cumhuriyeti” olarak tesbiti yüksek bir fikriyatın sonucudur. Buradaki “Türk” kavramı ırkî anlamda olmayıp kültürel mânâdadır. Kendini Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ve Türk hisseden herkesi içine alan bir kavramdır. Dolayısıyla “millî kimlik” bu kavram etrafında teşekkül etmektedir. Bu imkanı ise bize “Cumhuriyet” vermektedir. Cumhuriyet’in en üst makamı olan Cumhurbaşkanlığının forsu, Türk kavramı etrafında millî birlik ve beraberliğin bir sembolüdür. Atatürk döneminde tesbit edilen forsa 16 Türk devleti özellikle nakşedilmiştir. Burada; Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihte kurulan Türk devletlerinin bir devamı olduğu ve milli kimliğin de bu kültür çizgisinde oluşacağı mesajı saklıdır.
Osmanlı dönemindeki demokrasi hareketlerinin başarıya ulaşamayıp Atatürk’ün önderliğinde gerçekleşen demokrasi hareketlerinin başarıya ulaşmasının sırlarından birisi de hareketin tabana mâl olmuş olmasıdır. Cumhuriyet’e giden süreç içinde alınan kararların hepsinde milletin gönderdiği delegelerin iradesi vardır. Atatürk; Türk milletinin karakterine en uygun idarenin Cumhuriyet olduğunu 1924’te yaptığı bir konuşmada; “Türk milletinin tabiat ve adetlerine en uygun idare Cumhuriyet idaresidir”[6] diyerek ifade etmiştir. Atatürk İnkılaplarının en büyüğü şüphesiz, Batılıların “hasta adam” dedikleri ve artık ömrünü tamamlamış bir çınardan yeni bir filiz yeşertmesidir. Bu filiz , hukuk ilkelerine bağlı, çağdaş, demokratik ve laik Türkiye Cumhuriyeti’dir.
Yukarıdan beri söylenenlerden açıkça anlaşılacağı üzere, Cumhuriyet’e ulaşmak kolay olmamış, çok zor ve çetin bir mücadeleden sonra, Türk milletinin karakterine uygun, millî birlik ve beraberliği pekiştirecek ve milli kimliği güçlü bir şekilde inşa edecek Cumhuriyete ulaşılmıştır. Atatürk, Cumhuriyetimizin bu yönünü 1933’te şu veciz sözleriyle dile getirmiştir; “Az zamanda çok büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bundaki başarıyı Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak kararlı bir şekilde yürümesine borçluyuz”[7].
Mondros’a gelindiğinde, 1815’te adı konan ve Anadolu’da Türk siyasî varlığını yok etmeyi amaçlayan “şark meselesi”nin gerçekleşmesine ramak kalmıştı. Adeta Türk milletinin varolma veya yokolma çizgisine geldiği böyle kritik bir ortamda Atatürk’ün önderliğinde verilen siyasî ve askerî mücadele zaferle sonuçlandı, köhnemiş bir siyasî yapıdan, yepyeni bir Türk Devleti, Türkiye Cumhuriyeti doğdu. Bugün hem Türk demokrasi tarihinde, hem de İstiklal Mücadeleleri tarihinde fevkalâde anlamlı bir oluşumun, Cumhuriyet’in ilanının yıldönümünü idrak ediyoruz. Millî kimliğin ve birlik ve beraberlik ruhunun teşekkül ve inkışafında, “Şark meselesi” heveslisi emperyalistlere karşı verilen mücadeleleri ve “demokrasi” kavramı çerçevesindeki gelişmeleri her zamankinden daha çok anlamak ve idrak etmek durumundayız.
Bu duygu ve düşüncelerle, böyle anlamlı bir günde; millî hakimiyete dayalı, akılcı, demokratik ve laik Cumhuriyetimizin kurucusu büyük önder Atatürk’ü ve devletimizin kuruluşunda ve yükselmesinde hizmeti geçmiş gazilerimizi ve şehitlerimizi saygıyla, minnetle anıyorum.
Prof. Dr. Nuri KÖSTÜKLÜ
Şimdi Atatürk’ün önderliğinde ulaşılan Cumhuriyet’in değerini ve büyüklüğünü anlayabilmek için yakın tarihimizde “demokrasi” kavramı içinde ele alabileceğimiz bellibaşlı gelişmelere bakmamız faydalı olacaktır.
Bilindiği üzere Fransız İnkılabıyla birlikte çok uluslu devletlerde siyasî hareketlenmeler yoğunluk kazanmaya başladı. Osmanlı Devleti de bu dalgalanmalardan nasibini aldı. Zaten çöküş sürecine giren Osmanlı Devleti, Fransız İnkılabının ihraç ettiği siyasî kavram ve sloganlara sarılarak içinde bulunduğu zor durumdan kurtulma çareleri aramaya başlamıştı. Bu çarelerin başında mutlakiyet rejiminin yetkilerinin sınırlandırılması geliyordu. Fakat bu sınırlamanın nihaî hedefi Cumhuriyet değil, “meşrutî monarşi” idi. Nitekim, 1808 Sened-i İttifak’tan itibaren meşrutî monarşiye doğru bir süreç gelişmeye başladı. 1839 Tanzimat Fermanı’yla Padişah kendi yetkilerini kendi iradesiyle sınırlayan bir taahhüt içine girdi. 1856 Islahat Fermanı’yla monarşinin yetkilerinin sınırlandırılması yolunda bir adım daha atıldı. Nihayet Aralık 1876’da Kanun-i Esasî yani anayasa ilan edildi ve arkasından Meclis-i Mebusan açılarak Meşrutiyet’e geçildi. Kısa bir süre sonra meşrutî rejim inkıtaya uğramışsa da 1908’de meşrutî monarşi kurumlaşmaya başladı. Fakat devleti kurtarmaya yönelik bütün bu gelişmeler Türk milletini Mondros ve arkasından Sevr’e getirmekten engelleyemedi; engelleyemediği gibi, belki de bu çöküş sürecini hızlandırdı. Çünkü sözünü ettiğimiz bu gelişmelerde, Türk milletinin karakteristik özellikleri, sosyolojik yapısı, kültürü dikkate alınmamıştı. Meşrutî rejim Batıdaki kurumlarıyla - özellikle İngiltere örneği- neredeyse olduğu gibi iktibas edildi. İngiltere meşrutî monarşisinde iki önemli kurum olan halkı temsil eden Avam Kamarası ve asilleri temsil eden Lordlar Kamarası, Osmanlı yeni rejimine Meclis-i Mebusan ve Ayan Meclisi olarak aktarıldı. Temelinde sınıf anlayışı yatan böyle bir tasnifin Türk siyasî hayatında başarılı olması düşünülemezdi. Ama Osmanlı münevveri, bunu o zaman göremedi. Çünkü batının gelişmişliği onun gözünü kamaştırmıştı. Halbuki, Batı toplumunun sosyolojik ve kültürel gerçekleriyle çelişmeyen ve “sınıf” anlayışına dayanan bir rejim, bu toplumlar için geçerli olabilir. Ama aynı geçerlilik tamamıyla farklı özelliklere sahip Türk milleti için sözkonusu olamazdı. Çünkü Türk milletinde “sınıf” anlayışı yoktur. Asalet kavramının yerini “liyakat” ve “adalet” almıştır. Nitekim bu durumu Atatürk çok güzel bir şekilde tesbit ederek 1931 yılında yaptığı bir konuşmasında şöyle ifade etmiştir;
“Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan mürekkep değil ve fakat ferdî ve sosyal hayat için iş bölümü itibarıyla çeşitli mesleklere ayrılmış bir toplum olarak görmek esas prensiplerimizdendir”[1].
Öteyandan, kurulan meclis yani Meclis-i Mebusân, her ne kadar bir tür seçimle gelmiş olmakla birlikte, millî iradeyi yansıtmaktan da çok uzaktı. Çok uluslu bir yapı olmakla birlikte bir Türk devleti olan Osmanlı Devleti’nin meclisinde Türkler neredeyse azınlıkta idiler. Durum böyle olunca, meclisten, millî birlik ve beraberliği inşa edecek bir irade beklenemezdi. Nitekim öyle de oldu.. Gayr-i müslim milletvekilleri meşrutî rejimi Osmanlı Devleti’ni, içinde bunduğu zor durumdan kurtaracak bir vasıta olarak değil de kendi bağımsızlıklarına giden bir yol olarak algılamaya başladılar. Bu anlamda bazı milletvekillerinin tutum ve davranışlarından birkaç örnek vermek gerekirse mesela; Kanun-i Esasî’de resmî dilin Türkçe olduğu ifade edilmesine rağmen, İstanbul Rum mebuslarından Vasilaki Efendi, Ermeni mebus Hamazasp Efendi, daha buna benzer pekçok isimler Rumca'nın ve Ermenice'nin resmî dil olmasını[2] teklif edecek kadar ileri gittiler.
Yine bahsettiğimiz Osmanlı dönemindeki bu demokrasi denemeleri, tabana mâl olmamış ve İstanbul’da ve bazı büyük şehirlerde hissedilmiş ve buralarla sınırlı kalmış idi. Anadolu’nun falanca kazasındaki, veya falanca köyündeki vatandaşın bu gelişmelerden belki de hiç haberi yoktu.
Netice olarak şunu söylemek istiyoruz; Osmanlı dönemindeki monarşi aleyhindeki siyasî gelişmeler, Türk toplumunun sosyolojik, kültürel ve tarihî özellikleri dikkate alınmadan oluşturulan bir süreç olduğundan, millî birlik ve beraberliğe ve millî kimliğe katkı sağlayıcı bir nitelik ortaya koyamamıştır. Gerçi, II.Meşrutiyet, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu hazırlayan yıllara ve ondan sonraki anayasalara da yansıyan bazı temel ilkeler getirmiş[3] olmakla birlikte, bu dönemdeki Osmanlı düşünürlerinin devleti kurtarmaya yönelik fikirlerinde esas hedef cumhuriyet değil, “meşruti monarşi” olmuş, Fransız İnkılabı’nın fikrî ürünü olan ve “istibdat ve baskıya karşı insan kişiliğine değer veren Cumhuriyet” ancak Osmanlı Devleti’nin yıkılışı ile birlikte aranılan rejim olmuştur.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Cumhuriyet fikrinin Mustafa Kemal tarafından ilk defa kuvvetle ortaya atılmasında Fransız İnkılabı’nın etkisi olduğunu söylemekte, Münir Hayri Egeli, daha 1906’da Atatürk’ün en beğendiği devlet şekli olarak Cumhuriyet’i dile getirdiğini yazarken[4], Mazhar Müfit Kansu, Mustafa Kemal’in henüz Erzurum Kongresi açılmadan, zamanı gelince hükümetin şeklinin Cumhuriyet olacağını kendisine söylediğini ifade etmektedir[5]. Nitekim, Türk milletinin varolma veya yokolma sınırına geldiği Millî Mücadele gibi fevkalâde bir ortamda Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde vatanın kurtuluşu için askerî tedbirler alınırken, beraberinde “millî hakimiyet” kavramının arkasında demokrasi ve cumhuriyet yolunda önemli adımlar atıldı. Bu yoldaki en açık mesajları Amasya tamimi, Erzurum ve Sivas Kongreleri kararlarında görebilmekteyiz.
Amasya tamiminin ilk maddesinde yer alan “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” ifadesi demokrasi ve cumhuriyet kavramı açısından bizce ileriye dönük mesajlar taşımaktadır. Burada milletin iradesine verilen önem vurgulanıyor. Erzurum Kongresi’nde de 2. Maddede “millî iradeyi hakim kılmak esastır” ifadesi yer alırken 8. Maddede millî iradenin gerekliliği üzerinde ayrıntılı olarak durulmuştur. Bu maddede aynen şöyle denilmektedir;
“Milletlerin kendi mukadderatını bizzat tayin ettiği bu tarihi devirde, merkezî hükümetimizin de irade-i milliyeye tâbi olması zaruridir. Çünkü irade-i milliyeye dayanmayan herhangi bir hükümet heyetinin subjektif ve şahsî mukadderatı milletçe verilmiş olmadıktan başka haricen de muteber olmadığı şimdiye kadar geçmiş eylemler ve sonuçlar ile sabit olmuştur.”
Açıkça görüldüğü üzere bu ifadelerde, ileride Osmanlı Devleti’nin vârisi olarak kurulacak yeni Türk Devletinin rejimini demokrasi esasına dayalı bir sistem yönünde tercih edeceğine dair mesajlar saklıdır. Nitekim Sivas Kongresi’nde de bu tür kararlar tekrar edilerek Heyet-i Temsiliye’nin teşekkülü, yukarıda sözünü ettiğimiz mesajın kararlılığını gösteriyor. Kongre’nin çıkardığı gazetenin adının “İrade-i Milliye” olarak konması bir tesadüf değildir. Aynı gazete Ankara’ya taşındığı vakit “Hakimiyet-i Milliye” adını alacaktır.
Nihayet 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılmasıyla, Kongre kararlarında yer alan demokrasi ve cumhuriyet yönündeki mesajların gerçekleşmesinde önemli bir adım olmuştur. Bu adım Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde istikrarlı ve kararlı gelişmelerle 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanını sağladı. Ve arkasından da zaman içerisinde çok geçmeden Saltanat ve Hilafet kaldırılacak ve bununla ilgili müesseseler hakkında yeni tedbirler alınarak demokrasi ve laiklik yönünde Osmanlı’nın son dönemlerinden bu zamana kadar ulaşılamayan, katedilemeyen mesafe Atatürk’ün önderliğinde başarılı bir şekilde katedilmiş olacaktır.
Cumhuriyet’e zemin hazırlayan 1919’dan 1923’e kadar olan bu gelişmeler, millete mâl olmuş olup, aynı zamanda millî birlik ve beraberlik ile millî kimliğin oluşması yönünde seyretmiştir. Bu dönemin anahtar kavramlarına baktığımızda bu durumu açıkça görebiliriz; Hakimiyet-i Milliye, İrade-i Milliye, Millî Mücadele, Kuva-yı Milliye, Misak-ı Millî, Heyet-i Milliye, Tekâlif-i Milliye vb.. Görüleceği üzere hepsinde bir “millîlik” damgası vardır, hareket “millet”e dayanmaktadır. Bu millet ise BMM adında kendini gösteren “Büyük bir Millet” tir. “Büyük Millet” ten kasdedilen ise “Türk milleti” dir. Bu yüzden yeni kurulan devletin adının “Türkiye Cumhuriyeti” olarak tesbiti yüksek bir fikriyatın sonucudur. Buradaki “Türk” kavramı ırkî anlamda olmayıp kültürel mânâdadır. Kendini Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ve Türk hisseden herkesi içine alan bir kavramdır. Dolayısıyla “millî kimlik” bu kavram etrafında teşekkül etmektedir. Bu imkanı ise bize “Cumhuriyet” vermektedir. Cumhuriyet’in en üst makamı olan Cumhurbaşkanlığının forsu, Türk kavramı etrafında millî birlik ve beraberliğin bir sembolüdür. Atatürk döneminde tesbit edilen forsa 16 Türk devleti özellikle nakşedilmiştir. Burada; Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihte kurulan Türk devletlerinin bir devamı olduğu ve milli kimliğin de bu kültür çizgisinde oluşacağı mesajı saklıdır.
Osmanlı dönemindeki demokrasi hareketlerinin başarıya ulaşamayıp Atatürk’ün önderliğinde gerçekleşen demokrasi hareketlerinin başarıya ulaşmasının sırlarından birisi de hareketin tabana mâl olmuş olmasıdır. Cumhuriyet’e giden süreç içinde alınan kararların hepsinde milletin gönderdiği delegelerin iradesi vardır. Atatürk; Türk milletinin karakterine en uygun idarenin Cumhuriyet olduğunu 1924’te yaptığı bir konuşmada; “Türk milletinin tabiat ve adetlerine en uygun idare Cumhuriyet idaresidir”[6] diyerek ifade etmiştir. Atatürk İnkılaplarının en büyüğü şüphesiz, Batılıların “hasta adam” dedikleri ve artık ömrünü tamamlamış bir çınardan yeni bir filiz yeşertmesidir. Bu filiz , hukuk ilkelerine bağlı, çağdaş, demokratik ve laik Türkiye Cumhuriyeti’dir.
Yukarıdan beri söylenenlerden açıkça anlaşılacağı üzere, Cumhuriyet’e ulaşmak kolay olmamış, çok zor ve çetin bir mücadeleden sonra, Türk milletinin karakterine uygun, millî birlik ve beraberliği pekiştirecek ve milli kimliği güçlü bir şekilde inşa edecek Cumhuriyete ulaşılmıştır. Atatürk, Cumhuriyetimizin bu yönünü 1933’te şu veciz sözleriyle dile getirmiştir; “Az zamanda çok büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bundaki başarıyı Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak kararlı bir şekilde yürümesine borçluyuz”[7].
Mondros’a gelindiğinde, 1815’te adı konan ve Anadolu’da Türk siyasî varlığını yok etmeyi amaçlayan “şark meselesi”nin gerçekleşmesine ramak kalmıştı. Adeta Türk milletinin varolma veya yokolma çizgisine geldiği böyle kritik bir ortamda Atatürk’ün önderliğinde verilen siyasî ve askerî mücadele zaferle sonuçlandı, köhnemiş bir siyasî yapıdan, yepyeni bir Türk Devleti, Türkiye Cumhuriyeti doğdu. Bugün hem Türk demokrasi tarihinde, hem de İstiklal Mücadeleleri tarihinde fevkalâde anlamlı bir oluşumun, Cumhuriyet’in ilanının yıldönümünü idrak ediyoruz. Millî kimliğin ve birlik ve beraberlik ruhunun teşekkül ve inkışafında, “Şark meselesi” heveslisi emperyalistlere karşı verilen mücadeleleri ve “demokrasi” kavramı çerçevesindeki gelişmeleri her zamankinden daha çok anlamak ve idrak etmek durumundayız.
Bu duygu ve düşüncelerle, böyle anlamlı bir günde; millî hakimiyete dayalı, akılcı, demokratik ve laik Cumhuriyetimizin kurucusu büyük önder Atatürk’ü ve devletimizin kuruluşunda ve yükselmesinde hizmeti geçmiş gazilerimizi ve şehitlerimizi saygıyla, minnetle anıyorum.
Prof. Dr. Nuri KÖSTÜKLÜ