03-29-2007, Saat: 05:47 PM
Banyoda; bir tabure, kova, maşrapa, bir kalıp yeşil sabun, lif. Tüpün veya odun sobasının üzerine konulmuş büyük siyah, kazan!.…Şimdi ise; termostat,uzay mekiğine benzettiğim duşakabinler, çiçekli fayanslar, kademeli sifonlu klozet, anti-bakteriyel lavabo, şampuanlar, kokular, losyonlar..
* * *
Tezgahın önüne, ip yada birkaç metre don lastiği ile gerilmiş çiçekli veya çizgili rengarenk tezgah perdesi, duvarda tabakları koymak için asılı duran raflar, fırınlı sobalar, kuyudan çekilen yada daha önceden bidonlara stoklanmış sular…şimdi ise pvc kapaklı, spotlu, rengarenk, çeşit çeşit dolaplar, davlumbazlar, armatürler, mikserler.Amerikan, İtalyan mutfaklar..
* * *
Eskiden dekorasyon, boya ya da tadilat denmez… evde, badana var denirdi…eline fırçayı alan başlardı badanaya…fırça izi bırakan yerdi zılgıtı…bize de gün doğar, istediğimiz gibi hoplar, zıplar, yerle bir olmuş mekanı, yerle binbir ederdik ...sonra camgöbeği vardı acayip meşhur renkti…her ev, ya camgöbeği yada Karaoğlan mavisi ile boyanır, yok öle şampanya, somon, hazan sarısını kimsecikler bilmezdi…duvar kağıdı vardı, ama kalburüstü kişilerin evlerine yapılır, bordürün değil şeklini bilmek, adını duysa Gülsüm teyze bile bi çırpıda söyleyemezdi..
* * *
iş güç bitince tığlar, şişler ellere alınır, bide güzel çay demlenir, henüz pembe dizilere müptela olmamış, ülkemin nadide hatunları, başlardı falancının kızı, filancının oğlunu anlatmaya…çekirdekler çıtlanır, bayram, özcan sakızları çiğnenirdi…ne oldu, neden oldu, nerden geldi aklıma?…şimdi badana da denmez ki!...sebebi, bitmek bilmeyen dekorasyon
* * *
Meyve ağaçlarıyla dolu bahçede; ağaçlara tırmanır meyvelerin olgunlaşmasına izin vermeden alaşağı ederdik. Leblebi tozuna bayılır, nasılda hüptürtürdük. Sonra un kurabiyeleri, külah içinde kaymak, horoz şekeri, elma şekeri vardı…pamuk şekerini yerken yüzümüz gözümüz şeker içinde kalır, anneme görünmeden eve girmenin yollarını arardık …Hemen askeriyenin altından, aşağı dik bir yokuş iner , taşlarla dizilmiş bu yol (”ömrümün en uzun, ömrümün en kısa” ömrümün en çocuk yolu olurdu…uçan balonlara bayılırdık, hep uçmayanı alınırdı (gideceğini bildikleri bir şeye yatırım yapmak istemeyen büyükler, istediği her yere gidemediği içinse, gidenlere hayran küçükler arasında uçan balonlar hep bir tercih olmaya devam etti)…
* * *
Eve gelen misafir gitmek istediğinde; sıkıca bacaklarına yapışılır, gitmemesi için ikna edilme çabaları, birkaç göz yaşı ve okkalı bir zılgıtla son bulurdu… çikolata sandığım çakmak taşlarını, neden yuttum bilmiyorum, su ile içtiğime göre çikolata olmadığının da farkındaydım, ama merak ediyordum! acaba tadı nasıldı?...kışın karın yağmasıyla yokuşun başına çıkar, yere attığımız poşette bir oturumluk yer kapmak için, kıyasıya yarışır, bir çocuk yığını halinde aşağı kayardık…yolun yarısında parçalanan poşet her birimizi ayrı yerlere savurur, devrilir, ıslanır, üşür, çoştukça çoşardık…
* * *
Fazlaca dejenere edilse de kırmızı ayakkabı mevzu, o dönmelerde saf ve özel bir eğilim olup, Topkapı’dan alınmış gelinliklerle giyilir, bu kombinasyonu sergilemek için her türlü bahane hakkıyla icra edilirdi…gün bitiminde uyku vakti gelir caanım gelinliklerin yerini Sümerbanktan alınmış kumaşlarla dikilen, pijama takımları alırdı.Erkenden kapatılan ışık bile uyumamızı sağlamaz, sinir bozucak kadar komik, komik olmayacak kadar sinir bozucu gülme krizleri eşliğinde uykuya dalınırdı..
* * *
Fırfırlı eteklerimiz, gipürlü gömleklerimiz, dizlere kadar çekilmiş yanlarında kurdele veya çiçek işli beyaz çoraplarımız, kafamızın tepesine kondurulmuş at kuyruklu saçlarımız vardı…çekilen niyette kutunun en gözde hediyesi bize çıkmaz, kağıdın altında da “tekrar deneyin” yazmazdı.Bayramlarda kapı kapı dolaşır şeker, para toplanır, para verenlere daha şirin görünülürdü…ayrıca her defasında nemli bisküvi veren Asiye teyzeye de uyuz olunurdu. Gün bitiminde şekerler ve paralar sayılır, en iyi hasılatı kimin yaptığı tartışması günlerce sürerdi..
* * *
Ua..Ua Ça-Ça-Ça, Lee Cooper; taklit ettiğim reklam filminin, ilk kot pantolonuma sahip olmamı sağlayacağı aklımın ucundan geçmezdi…Sütçü İsmail, akşam olunca güğümlerini alır, kapı kapı dolaşıp sütleri satar, akşamdan kaynatılan süt mayalanır, sabah kahvaltısında kaymağın çoğunu erken kalkan kapardı…üzerinde beyaz önlük, kolunda; iki kapaklı tahta sepet ile sokaktan lahmacuncu geçer…okulun hemen yanındaki muhallebiciden, muhallebi almak bedavayı bulma hevesi yüzünden dakikalarca sürerdi…bilyeli tahta arabalarla yarışır, hafta sonu sabahın altısında kalkıp (öğlen gidilse piknik yapılacak alan kalmayacakmış gibi) kömürcü Hasan Abinin kamyonuyla pikniğe gidilirdi…
ve bir gün…ve bir hayat daha akmaya devam ederken, “Ayna” ya bakan; kendini görürdü.
* * *
Tezgahın önüne, ip yada birkaç metre don lastiği ile gerilmiş çiçekli veya çizgili rengarenk tezgah perdesi, duvarda tabakları koymak için asılı duran raflar, fırınlı sobalar, kuyudan çekilen yada daha önceden bidonlara stoklanmış sular…şimdi ise pvc kapaklı, spotlu, rengarenk, çeşit çeşit dolaplar, davlumbazlar, armatürler, mikserler.Amerikan, İtalyan mutfaklar..
* * *
Eskiden dekorasyon, boya ya da tadilat denmez… evde, badana var denirdi…eline fırçayı alan başlardı badanaya…fırça izi bırakan yerdi zılgıtı…bize de gün doğar, istediğimiz gibi hoplar, zıplar, yerle bir olmuş mekanı, yerle binbir ederdik ...sonra camgöbeği vardı acayip meşhur renkti…her ev, ya camgöbeği yada Karaoğlan mavisi ile boyanır, yok öle şampanya, somon, hazan sarısını kimsecikler bilmezdi…duvar kağıdı vardı, ama kalburüstü kişilerin evlerine yapılır, bordürün değil şeklini bilmek, adını duysa Gülsüm teyze bile bi çırpıda söyleyemezdi..
* * *
iş güç bitince tığlar, şişler ellere alınır, bide güzel çay demlenir, henüz pembe dizilere müptela olmamış, ülkemin nadide hatunları, başlardı falancının kızı, filancının oğlunu anlatmaya…çekirdekler çıtlanır, bayram, özcan sakızları çiğnenirdi…ne oldu, neden oldu, nerden geldi aklıma?…şimdi badana da denmez ki!...sebebi, bitmek bilmeyen dekorasyon
* * *
Meyve ağaçlarıyla dolu bahçede; ağaçlara tırmanır meyvelerin olgunlaşmasına izin vermeden alaşağı ederdik. Leblebi tozuna bayılır, nasılda hüptürtürdük. Sonra un kurabiyeleri, külah içinde kaymak, horoz şekeri, elma şekeri vardı…pamuk şekerini yerken yüzümüz gözümüz şeker içinde kalır, anneme görünmeden eve girmenin yollarını arardık …Hemen askeriyenin altından, aşağı dik bir yokuş iner , taşlarla dizilmiş bu yol (”ömrümün en uzun, ömrümün en kısa” ömrümün en çocuk yolu olurdu…uçan balonlara bayılırdık, hep uçmayanı alınırdı (gideceğini bildikleri bir şeye yatırım yapmak istemeyen büyükler, istediği her yere gidemediği içinse, gidenlere hayran küçükler arasında uçan balonlar hep bir tercih olmaya devam etti)…
* * *
Eve gelen misafir gitmek istediğinde; sıkıca bacaklarına yapışılır, gitmemesi için ikna edilme çabaları, birkaç göz yaşı ve okkalı bir zılgıtla son bulurdu… çikolata sandığım çakmak taşlarını, neden yuttum bilmiyorum, su ile içtiğime göre çikolata olmadığının da farkındaydım, ama merak ediyordum! acaba tadı nasıldı?...kışın karın yağmasıyla yokuşun başına çıkar, yere attığımız poşette bir oturumluk yer kapmak için, kıyasıya yarışır, bir çocuk yığını halinde aşağı kayardık…yolun yarısında parçalanan poşet her birimizi ayrı yerlere savurur, devrilir, ıslanır, üşür, çoştukça çoşardık…
* * *
Fazlaca dejenere edilse de kırmızı ayakkabı mevzu, o dönmelerde saf ve özel bir eğilim olup, Topkapı’dan alınmış gelinliklerle giyilir, bu kombinasyonu sergilemek için her türlü bahane hakkıyla icra edilirdi…gün bitiminde uyku vakti gelir caanım gelinliklerin yerini Sümerbanktan alınmış kumaşlarla dikilen, pijama takımları alırdı.Erkenden kapatılan ışık bile uyumamızı sağlamaz, sinir bozucak kadar komik, komik olmayacak kadar sinir bozucu gülme krizleri eşliğinde uykuya dalınırdı..
* * *
Fırfırlı eteklerimiz, gipürlü gömleklerimiz, dizlere kadar çekilmiş yanlarında kurdele veya çiçek işli beyaz çoraplarımız, kafamızın tepesine kondurulmuş at kuyruklu saçlarımız vardı…çekilen niyette kutunun en gözde hediyesi bize çıkmaz, kağıdın altında da “tekrar deneyin” yazmazdı.Bayramlarda kapı kapı dolaşır şeker, para toplanır, para verenlere daha şirin görünülürdü…ayrıca her defasında nemli bisküvi veren Asiye teyzeye de uyuz olunurdu. Gün bitiminde şekerler ve paralar sayılır, en iyi hasılatı kimin yaptığı tartışması günlerce sürerdi..
* * *
Ua..Ua Ça-Ça-Ça, Lee Cooper; taklit ettiğim reklam filminin, ilk kot pantolonuma sahip olmamı sağlayacağı aklımın ucundan geçmezdi…Sütçü İsmail, akşam olunca güğümlerini alır, kapı kapı dolaşıp sütleri satar, akşamdan kaynatılan süt mayalanır, sabah kahvaltısında kaymağın çoğunu erken kalkan kapardı…üzerinde beyaz önlük, kolunda; iki kapaklı tahta sepet ile sokaktan lahmacuncu geçer…okulun hemen yanındaki muhallebiciden, muhallebi almak bedavayı bulma hevesi yüzünden dakikalarca sürerdi…bilyeli tahta arabalarla yarışır, hafta sonu sabahın altısında kalkıp (öğlen gidilse piknik yapılacak alan kalmayacakmış gibi) kömürcü Hasan Abinin kamyonuyla pikniğe gidilirdi…
ve bir gün…ve bir hayat daha akmaya devam ederken, “Ayna” ya bakan; kendini görürdü.