05-27-2007, Saat: 06:54 AM
Poyrazın Ege Denizi’nin nemini soğuk bir yorgan gibi İzmir’in üzerine örttüğü bir akşamdı.
Seni sinemanın kapısında görmüştüm. Sanki o soruyu sormak için özellikle beni beklediğini düşünmüştüm.
“Affedersiniz, saatiniz kaç?..”
“Dokuzu onbir geçiyor..”
Yağmur çiseliyordu o sıra.. Sarı saçların ıslaktı. Sinemanın yanıbaşındaki kuyumcu dükkanının saçağının altında korunmaya çalışıyordun yağmurdan..
Yalnızdın..
Bej renkli kabanın yağmur damlalarıyla ıslanıp ağırlaşıyordu biliyordum.
Benimse şemsiyem vardı.
Sanki seni otobüs durağına götürmek için özellikle görevlendirilmiş biriydim. Sanki ikimiz o gece karşılaşmak için önceden hazırlıklıydık.
“Sizi durağa bırakayım isterseniz başka bir seçeneğiniz yoksa..”
“Yok” demiştin kısaca..
“Kim davet etse gidecekti zaten” diye düşünmüştüm. Poyraz bile Konak Meydanı’na bir ölüm bulutu gibi çökmüş sisi dağıtmıyordu. Saat Kulesi’nin çevresindeki lambalar ancak kendi direğini aydınlatıyordu.
Soğuktu, yağmurluydu hava, ellerim buz kesiyordu, üşüyordum, üşüyor muydu?
“Yok canım üşüse kabanının altına bu kadar ince ipek bir gömlek giyer miydi? Üstelik düğmeleri de açık..”
“Üşüyor musunuz?” Sorduğum anda pişman olmuştum.
“Evet, sinemaya gelmek için evden çıkarken havanın bu denli soğuk olabileceğini düşünmemiştim..”
Öyle ya, aylardan Nisan’dı. Nereden çıkmıştı bu soğuk böyle. Şaşırtıyordu İzmir’in havası kimi yıllar. Hasta ediyordu, ne giyeceğini şaşırıyordu insan.
2. Beyler’den Kemeraltı Caddesi’ne çıkmıştık. Islanmamak için şemsiyenin altına ve bana sokulmuştun iyice. Her adım atışında, bana her dokunuşunda ayaklarımdan beynime doğru bir ateş yürüyordu. Neydi bu?
Kuzeybatıda İnciraltı üzerinde bulutlar dağılmıştı, sisler arasında birkaç yıldızı seçebilmiştin. Soluk soluk belirip yokoluyorlar, parıldıyorlardı.
“Öptü beni, bunlar kainat gibi gerçek dudaklardır” dedi
“Bu ıtır senin icadın değil saçlarımdan uçan bahardır” dedi
“İster gökyüzünde seyret ister gözlerimde
Körler onları göremese de yıldızlar vardır” dedi
Nazım Hikmet’in dizeleri gelmişti aklıma..
Duraklara yaklaşıyorduk. Sanki saatlerce yürümüştük, hayattan, ac ılardan, kendimizden, ilişkilerden, sanattan, kitaptan, sinemadan konuşmuşuz gibi geliyordu bana.. Şu duraklar kilometrelerce uzakta olsa, daha saatlerce yürüsek, gece hiç bitmese diyordum içimden..
“Şiir sever misiniz?”
“Bazen okurum ama ben roman ve öyküleri tercih ederim” demiştin, gülümsemiştin.
Bembeyaz, tertemiz dişlerini görmüştüm. Gözlerinle birlikte gülmüştün-Sanırım kahverengiydiler- Sarı saçların dağılmıştı, yüzünde yağmur damlaları, bir elin kabanının cebindeydi.
“Narlıdere’de oturuyorum. Otobüsüm de gelmiş. Teşekkür ederim beni buraya kadar getirdiğiniz için” demiştin.
“Ne güzel, benim evim de Üçkuyular’da, dilerseniz size oraya kadar eşlik edebilirim..”
İkramiye kazanmış gibi sevinmiştim.
Teklifime buğday renkli yüzüne kondurduğun ufacık bir gülümseme ile karşılık vermiştin.
Bir bankanın kültür ve sanat işlerinden sorumlu olduğunu, Güzel Sanatlar Fakültesi’ni bitirdiğini otobüs yolculuğumuz sırasında öğrendim. 30 yaşındaydın, duldun, bir kız çocuk annesiydin. Kızınla birlikte yaşıyordun. -Çok çekici olduğunu söylerlerdi. Benim içimi titreten de bu çekiciliğin değil miydi? Sarı dalgalı saçların, gözlerin, kulaklarındaki küçücük küpeler, bembeyaz ellerin ve insanın içini ısıtan gülümsemen ile ne hoştun- İçimden işte aradığım kadın demiştim.
Ama henüz içinde kopan fırtınalardan haberim yoktu, sonradan öğrenecektim birer birer.
Otobüs Karataş’ı, Faikbey’i, Küçükyalı’yı geçti. İçerideki kalabalığın nefesiyle- Çoğu tütün kokuyordu- camlar giderek buğulandı sonra dışarısı görünmez oldu.
Nerede olduğumuzu anlamaya çalıştığın bir suskunluk anımızda cama adını yazmıştın- Ayşegül- O ana kadar sana neden adını sormadığıma şaşırmıştım.
“Ben de Sedat” demiştim, “Tanıştığımıza memnun oldum..”
Sonra ben sana kendimi anlattım, otobüs Güzelyalı Parkı’nın önünden geçiyordu.
“Dilerseniz kendimi tanıtayım size.. Neredeyse yarım saattir tanışıyoruz ve benim hakkımda hiçbir şey bilmiyorsunuz. – Ne önemi var der gibi bakmıştın yüzüme- 40 yaşındayım. İnşaat mühendisiyim. 20 yaşımdan beri mesleğimi sürdürüyorum. 10 yıldan bu yana otoyol inşaatları yapan büyük bir holdingte sürdürüyorum mesleğimi..”
Hatırlıyor musun?
“Yaptığınız viyadükler uydurukmuş, depreme dayanıksızmış” diye kestirip atmıştın ve şöyle demiştin:
“Yüzmilyonlarca dolar para alıyorsunuz devletten, bizim vergilerimizle yollar yapıyorsunuz ve sonra bizim paramızla bizim hayatımızı tehlikeye atıyorsunuz. Buna hakkınız olmadığını düşünüyorum. Marmara depreminden sonra araştırma yaptılar, viyadüklerin çoğu çürük çıktı.”
Aslında gerçeğin senin söylediğin gibi olmadığını bildiğim için kırılmış ama belli etmemiştim, gülümsemekle yetinmiştim sadece.
Kendimi anlatıyordum:
“Tabiatı severim. Tabiat insana karşı güçsüzdür. Sabırlıdır. Acı çeker uzun süre belli etmez. Ama bir gün intikamını alır. Çünkü tabiatın hafızası kuvvetlidir. Ben doğa ile dostum. Çevreci olduğumu söylerler arkadaşlarım. İnsan ve doğanın birbirlerine zarar vermeden, uyumla birlikte yaşamasından yanayım. Doğa ile en uyumlu araç bisiklettir. O yüzden bisiklete binmeyi çok severim. Arkadaşlarla sık sık keşfedilmemiş yerlere bisiklet turlarına çıkarız. Bilinmeyenleri ilk gören biz olur fotoğraflar çekeriz. Böyle bir iki sergi açtım. Yazdığım gezi notlarımı bazen gazetelere gönderirim yayınlarlar. Bu keyfi başkaları da paylaşsın isterim. Bir gün size de anlatırım bisiklet gezilerimizi..”
“Ben de bayılıyorum bisikletle dolaşmaya ama bir daha görüşeceğimizden bu kadar emin misiniz?” diye sormuştun.
“Özür dilerim yeniden görüşebilecekmişiz gibi geldi bana.. Galiba yanıldım.”
Yağmur damlalarının birikip ağırlaşarak iz bırakan meteorlar gibi hızla aşağıya aktığı otobüs penceresinden dışarıya bakarken, “Görüşebiliriz belki” demiştin. Sana evli olduğumu söylemeliydim ama söyleyememiştim bir oğlumun da olduğunu. Sonradan “parmağımda yüzük var, farketmemiş olamaz. En azından evli biriyle görüşmekten hoşlanmasa niye yeniden görüşmek istesin” diye düşünmüştüm.
Aylar sonra senin bütün erkek arkadaşlarının evli birer insan olduklarını öğrendiğimde, o gece evli olduğumu bile bile, bunun senin için önem taşımadığını niye anlamadığıma şaşırmıştım. Senin tercihin böyleydi.
Yağmurda sırılsıklam olmuş kızlı erkekli gençler, esprilerine kahkahalar katarak otobüse bindiği sırada, inmem gereken durağın çoktan geride kaldığını farketmiştim.
“Sizin gibi güzel bir kadınla sohbete dalınca insan hangi durakta ineceğini de unutuyor. Narlıdere’ye gelmişiz. Sizinle birlikte ben de inerim oradan geriye dönerim.”
“Zaten iki durak kalmıştı evime.”
Yağmur bulutları Yamanlar Dağı’nın üzerine çekilmiş, kuzeybatıdan esen rüzgarlar kentin üzerine çöken ağır havayı dağıtmış, yıldızlar az önceki yağmurla yıkanmış gibi pırıl pırıl ortaya çıkmışlardı.
“Hava ne güzel olmuş, ne hoş kokuyor bahar ama hala biraz soğuk..”
“İnşallah yarın daha güzel olur, arkadaşlarımla buluşup kadın kadına eğleneceğiz de..”
Elini uzatmıştın- Sıcacıktı gözlerin gibi-iyi geceler” demiştin;
“Belki yine görüşürüz..”
Cep telefonu numaranı vermiştin:
“Beni arayabilirsin-İstersen işyeri numaramı da vereyim. Belki yine yağmurlu bir güne denk geliriz kimbilir.”
Benim gibi yağmuru sevdiğini anlamıştım. -Hüznü de seviyor mu acaba?
Cep telefonu kullanmaktan hiç hoşlanmazdım. Proje hazırlıkları sırasında bazen saatlerce bilgisayarın başından kalkmadığım için-Yanıbaşımda iki telefon vardı-araziye çıkmadığım zamanlarda cep telefonu benim için bir ihtiyaç değildi. Yine de almış ara sıra gerekebilir diye bir kenara koymuştum.
Hele otomobil kullanırken biri aradığında iğrençti. Birden bire iki kişi oluveriyordu insan. İlk araç kullanan- önünden gidene, sağından geçene, yayalara ışıklara dikkat eden- diğeri dert dinleyen, paylaşan ya da derdini anlatmaya çalışan.
Kızıyordum araç kullanırken cep telefonu ile konuşanlara- Züppeler diyordum. Cep telefonu ile konuşurken araç da kullanabildiğini herkese gösterecek.
Ve bir gün bir arkadaşım- Seninle durakta vedalaştıktan iki gün sonraydı- bana mesaj göndermeyi öğretti.
Doğrudan telefon etmeye çekinmiştim- Şakaydı belki o sözlerin-bilemezdim ki. Şansımı böyle denemek istemiştim belki. İlk mesajım şöyleydi:
“İyi günler, ben Sedat, nasılsın?”
Cevabı birkaç dakika sonra iki sinyal sesiyle gelmişti:
“İyiyim, ya sen..”
“Görüşebilir miyiz, gönderdiğim ikinci mesajdı.
“Saat 18.00’den sonra evden arayabilirsin.”
Üç saat vardı daha. Bana hiç geçmeyecekmiş gibi gelen bir zaman süreciydi beklemem gereken..
Saat 18.01’di dayanamamış aramıştım seni. Galiba özlemiştim, nedenini kendime de soruyordum.
“Merhaba, nasılsınız?”
“Merhaba Sedat, sen nasılsın o geceden beri?.”
“İyiyim ben de, görüşecek miyiz?”
İlk görüşme talebime aldığım cevap biraz sarsıcı idi:
“Görüşüyoruz ya..”
“Öyle demek istememiştim yani dışarıda görüşebilecek miyiz yeniden?”
Zor bir kadınla karşı karşıya olduğumu düşünmüştüm.
“Az sonra arkadaşım gelecek çay içmeye, daha sonra belki olur. Bak, vaktim var daha, konuşabiliriz..”
“Bugün neler yaptınız, nasıl geçti gününüz..”
“Öff, ne bileyim ben, hep aynı şeyler. Aldığım paraya değmez, kaç yılımı verdim bu işe.. Bırakıp başka bir işe de geçemiyorum. Memurluk ne de olsa. İşten çıkıyorum. On dakika sonra evdeyim. Kızım okuldan geliyor. Onun dersleriyle ilgilen, yemek pişir, sofra hazırla, ortalığı topla, bulaşık yıka, çamaşırları makinaya at, yıkananları as, kendini bir sonraki güne hazırla. Çıkıp gidemiyorum gönlümce istediğim yere, kızım yüzünden bağlıyım bu eve.. Hafta sonları fırsat bulursa Müge’yi ayrıldığım kocam alıp götürüyor. Serbest olabiliyorum o zaman. Kısacası sıkıcı bir hayat.”
“Neden ayrıldınız?”
“Uzun hikaye.. Özetle sana şunu söyleyebilirim. Kafalarımız hiç uyuşmadı. Bunu evlendikten hemen sonra farkettik. Kaç defa ayrıldık- barıştık artık hatırlamıyorum. Evliliğimizin ilk yıllarında herşey çok güzeldi, geziyorduk, eğleniyorduk, evlilik tam hayal ettiğim gibiymiş diyordum. Ama güzel günler çabuk bitti. Sorumsuzdu kocam- adı Cahit’ti- Çok iş değiştiriyordu. Bazı davranışları beni rahatsız etmeye başladı, geç geliyordu bazen eve, bazen gelmiyordu. İşlerini bahane ediyordu. Beni aldattığından şüpheleniyordukm ama konduramıyordum. Yalnız kaldığım çok geceler oldu-Küçücük bebeğimle yapayalnız- Kızımız doğduktan sonra Cahit’in değişeceğini sanmıştım, her geçen gün daha da kötü oldu. Son kavgamızda evden gitmesini istedim. Bu evi benim ailem satın almıştı. Artık tutulacak yanı kalmadı bu evliliğin, içimde birşeyler kırıldı artık, yeniden biraraya gelmek istemiyorum. Kızımla birlikte yeni bir düzen kurduk kendimize, alıştık buna- Müge, bu ayrılıkta hep babasından yana tavır alıyor, hep beni suçluyor ama- böyle gidiyor şimdilik... Ya sen..”
“Evliyim ben, ama kağıt üzerinde kaldı artık. Benim de oğlum var. İlkokulda okuyor. Eşimle birlikte aynı evi paylaşan birer pansiyoner gibiyiz. Yaşayıp gidiyoruz işte. Ama bir türlü noktalayamıyoruz bu evliliği. Galiba ikimizin de korkuları var..”
“Mutlu musun?”
“Mutlu olduğumu, yaşadığım bu hayattan keyif aldığımı söyleyemem. Bizim de anlaşmazlıklarımız var hem de çok.. Onun hoşlandıklarından ben hoşlanmıyorum, benim beğendiklerimi o beğenmiyor. Farklı tellerden çalıyoruz. Yürüyor kendi kendine.. Bazen patladığımız da oluyor. İsteksizliğimizi başka türlü ifade etmeye kalkışıyoruz. Aslında demek istediklerimiz çok farklı.. Her kavgada içimizde birşeyler kırılıp dökülüyor. Her defasında sevgimiz biraz daha azalıyor biliyorum..”
“Mutsuzsun sen de..”
“Evet, mutlu sayılmam..”
“Ne kötü mutsuz evlilikler için de üzülüyorum. Olan bu anlaşmazlıklara, kavgalara tanık olan çocuklara oluyor. Çocuk anne ile babanın nefretini de sevgisini de gözlerinden anlıyor. Bu ortamda yaşayan çocuklar sinirli, huzursuz ve mutsuz büyüyor. Bizim başarısız evliliğimiz de kızımda derin izler bıraktı. Belki de kız çocuğu olduğundan babasına çok düşkün, benden zaman zaman nefret ettiğini biliyorum. Sürekli olarak bizi biraraya getirmeye çalışıyor ama imkansız artık. Çünkü sevgi bitti. Geriye yaşam boyunca izleri silinmeyecek kötü anılar kaldı..”
“Haklısın ama ne yapayım. Ben de aklımca oğlum anne ve babasını hep birarada görsün, eksikliğimizi hissetmesin diye sürdürüyorum bu evliliği. Galiba bu benim yazgım..”
“Hayır, yazgı değil bence aptallık bu. Yaşayacağımız yıllar giderek azalıyor. Bu gerçek, birlikte olduğun insan için de geçerli. Belki o da çok daha mutlu olabilir, sen de acıyı, sevinci, kederi paylaştığın, hayata aynı gözle baktığın biriyle daha mutlu olabilirsin..”
Bir yandan o sırada ev ödevlerini yaptığını tahmin ettiğim kızına bağırıyordun:
“Bir toplama işlemini yapamıyorsun Müge. Salak mısın nesin? 72 ile 17’yi toplayamıyorsun. Sinir etme insanı. Oyun oynamaya, yaramazlığa gelince bütün şeytanlıklara kafan çalışıyor ama..”
Yalnız ve özgür olmak, anlaşamadığı bir erkeğe bağımlı olmadan yaşamak, hiçbir sorununu çözmemişti besbelli. Sorunların bazıları bitmiş ama yeni sorunlar başlamıştı. Bu yüzden yüklenmek istemediğin bir sorumluluk yüzünden- Ev ödevleri- kaderine bağırıyordun aslında..
“Salak mısın nesin?” Ben bu ağır yükü tek başıma kaldıramıyorum demekti..
O sırada kapının zilinin çaldığını ben de duymuştum:
“Veda etme zamanı, misafirlerim geldi. Ben seni daha sonra ararım.-İşyeri telefonumu almıştın- Hoşça kal, kendine iyi bak” demiştin.
Aramamıştın, tam üç gün geçmişti. Sanki ben bir saat sonra aramanı bekliyordum, ne saçma..
Dayanamamış, üçüncü gün bir mesaj göndermiştim:
“Güzel ve çekici bayan, nasılsınız?”
“İşteyim, arayabilirsin..”
Aramıştım. İstemediği bir kişiyle görüşmeye hazırlanan bir insanın soğuk ve yabancı ses tonuyla karşımdaydın:
“Na’ber, nasılsın, ne var ne yok?”
Benim en nefret ettiğim, laf olsun diye söylendiği belli olan kelimelerdi bunlar- Aklın başka yerdeydi biliyordum-
“İyiyim., ya sen, senden ne var ne yok?”
“Aman, ne olacak? Burada işler bitmiyor, evde işler bitmiyor. Gündüz burada çalış, gece evde çalış, sabah kalk işe git. Tatsız, çok tatsız. Bulacağım zengin birini, bu işten de kurtulacağım, evimin kadını olacağım..”
Susmuştum. Hayatından hiç memnun olmayan, ama ne yapacağına da bir türlü karar veremeyen mutsuz, huzursuz bir ruh halinin belirtisiydi bu sözler. Ne diyebilirdim:
“Para herşeyi çözecek mi? Mutlu eder mi tek başına para? Sevgi ne olacak?” diye sormuştum sana.
“Seviyordum da ne oldu? Bundan sonra karşımdaki insanı sevmeden de bir evlilik yürütebilirim.”
Vedalaşıp kapamıştım telefonu, karmakarışıktım. Ne istiyordu bu kadın?
Ben, hoşuma giden bir insanla yaşadığım tekdüze hayata renk getirececek, daha mutlu olabileceğim yeni bir adım atmak istiyordum. Zaten pek cesaretim yoktu. Oysa bu gücü bana verebileceğine inandığım sen, hiç de öyle görünmüyordun.
Birkaç ay böyle seni çözmeye çalışmakla geçti, çözülmüyordun, ruhunun derinliklerine inemiyordum, sırlarını paylaşamıyordum, bilmem gerektiği kadarını söylüyordun. Ama inatçıydım, çözecektim seni, sevecektim, sen de beni sevecektin..
Büroda bulunduğum zamanlar-Senin o dönemde bu kadar yoğun işlerin yoktu- Eve döneceğin saati heyecanla bekler, hep aynı saatlerde telefona sarılırdım. Bazen yarım saat, bazen aralıklarla gecenin geç saatlerine kadar telefon görüşmelerimizde, çocuklarımızdan, o gün yaptıklarımızdan söz ederdik, fıkralar anlatırdım sana. Bazen ileri giderdik, fantazilerimizi açıklardık birbirimize..
Bir gün telefonda bana karşı fazlasıyla cüretkar davranan sana, “Beni sen cesaretlendiriyorsun; galiba biraz ileri gittim, dur demediğin için bu kadar rahat konuşabiliyorum” demiştim.
“Neden rahatsız olayım, ben de zevk alıyorum bu tür konuşmalardan. İşten çıkınca kızımı okuldan alıyorum, ayaklarım beni eve doğru götürüyor, elimde olmadan, farkında olmadan kulağım telefonda, aramanı bekliyorum” diye anlatmıştın, bunun bir alışkanlık haline geldiğini..
Evinden arayamıyordum, işten eve dönüş saatini bekliyordum ama boşuna, seni evde bulamıyordum. İlgilenmek zorunda olduğun sanat-kültür faaliyetleri Eylül ayına doğru iyice yoğunlaşmıştı. Eve uğrayacak vaktin yoktu, biliyordum-Kızın bile geceleri uyku saatine kadar sensiz geçirmeye alışmak üzereydi, ya da odanda kanepenin üzerinde uyukluyordu senin işin bitene kadar- sen anlatmıştın.
Koşturuyordun, memnun edemiyordun yine de- Öyle söylüyordun- Cep telefonundan seni arasam, karşımda hep sinirli, yorgun ve bitkin biri vardı- Ya da bana öyle görünmeyi seviyordun- Ve neden aradın der gibiydin benimle konuşurken- İşlerinin yoğunluğuna veriyordum. Yüzünü görmek hemen hemen imkansız gibiydi ama seni giderek önemsiyordum. Aradığımda hep meşgul buluyordum.
“Ben seni biraz sonra ararım” diyor aramıyordun. Kulağım cep telefonunda sesini ya da mesajını boşuna bekliyordum.
Mesajlar kısaydı, bazen alıyordum cevabımı. Umudum artıyordu, hayat sevincim çoğalıyordu-Şeytan tüyü vardı sende- bir renk oluyordun hayatımda:
“Dünya güzeli, sohbet için bana vakit ayırabilecek bir kadın arıyorum. Böyle birini tanıyor musun?”
Cevap iki uyarı sinyali ile geliyordu biraz sonra:
“Ben seni arayacağım..”
Kendi kendimi bitiriyordum. Ben kovalıyordum sen kaçıyordun, anlamıyordum.
Beynim zonkluyordu, başağrılarım hiç dinmiyordu- birbiri ardınca, kendime zarar verdiğimi bile bile-sigara yakıyordum. Hep aynı şarkıları dinliyordum:
“Görmesen de sana yakın bir yerdeyim,
aynı sevda, aynı dudak, aynı tendeyim
Kadehinde, sigaranda, gecendeyim
İstemem benim gibi acı çekme..”
Hep aynı şiirleri okuyordum:
“Gözlerimi kapasam
Sen boylu boyunca yanıbaşımdasın
Dişlerinin arasında bembeyaz bir nilüfer
Alevleri bile öpebilirmiş gibi güçlü ve gururlu ağzın
Beni öptüğün zaman erkek
Seni öptüğüm zaman kadın
Yanıbaşımdasın..”
Atilla İlhan’ı, Erol Çankaya’yı okuyordum-Herkes uykuda oluyordu o saatlerde- kentin sessizliğine yıldırımlar düşüyordu.
“Sökülüp salkım salkım leylekler gelirse
İlkbahar olur
Kül mavinin yanına kirliği sarı gelirse
Sonbahar
Sen benim yanıma gelirsen
Kıyamet olur..”
“Ne kadınlar sevdim zaten yoktular
Böyle bir sevmek görülmemiştir..”
Okudukça daha çok acıtıyordum içimi, belki bundan zevk alıyordum:
“Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın
Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın
Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı
Beni sensiz bıraktın, beni bensiz bıraktın..”
Hesaplaşıyordum kendi kendime:
“Aramıyor işte, ne bekliyorsun, cevap bile vermiyor. Onun gözünde senin değerin bu kadar. Bunu anlamıyor musun? O’nun hayatına giremezsin. Boşuna çabalıyorsun. Seni isteseydi eğer, görüşmek için mutlaka bir fırsat yaratırdı. Sen O’nun kafasındaki adam değilsin. Sen sıradan bir arkadaş olabilirsin ancak..”
İçimdeki diğer ses- Kalbine yakın yerden duyduğun- ise şöyle diyordu:
“Hayır sana yakınlık duyuyor, yoksa kestirip atardı, dürüstçe söylerdi..”
Bir defasında seni ziyarete gelmiştim. Mesai bitimine yakındı. Akşam bir tiyatro gösterisi yapılacaktı. Personeli oyundan bir saat önce yeniden gelmek üzere evlerine göndermiştin. Koca binada yapayalnız kalmıştık. Sohbet etmiştik uzun süre.. Sonra çay demlediğin mutfakta sana sarılmama, seni öpmeme izin vermiştin. Birbirimize sarılmış dakikalarca ayrılmamıştık.
Bu yakınlık bir umuttu benim için.
İki kez evine davet etmiştin. İkisinde de gelememiş kızdırmıştım seni:
“Bu tür erkekler benim tarzım değil” demiştin, “Söz verdin mi geleceksin..”
O zaman sana kendimi dul kadınların evlerine girip çıkan bir evli çapkın olarak görmekten rahatsız olduğumu, senin adına da çekindiğimi söyleyememiştim.
Evliliğimi, eşimle geçinip geçinmediğimi, mutlu olup olmadığımı fazla merak etmiyordun ve bu sorunun yanıtını kendim bulmaya çalışmıştım.
Belki de nefret ediyordun ilgilendiğin erkeklerin eşlerinden. Evli erkekler ile dostluk kurmayı tercih ederek belki de kendi mutsuz evliliğinin benzerlerini başkalarının da yaşaması için zemin hazırlayarak intikam almak istiyordun kimbilir?
“Fıstık, ne alemdesin?”
“......”
“Uyuyor musun?”
“......”
“Ayşegül..”
Cevap alamadığın dakikalar, bana saatler gibi geliyordu. Uğraştığın herşey, çevrem, ailem, işim bir anda bütün önemini kaybediyordu. Sana odaklanıyordum.
Cep telefonuna gelecek ya da gelmeyecek bir mesaj benim için herşey, yaşam, gelecek, mutluluk demekti..
“Sedat ablam ciddi rahatsız. Çok üzgünüm, bildiğin gibi değil”
Yalanı hiç sevmediğini söylemiştin bir ara..
Üzülmüştüm o mesajı alınca.”Dertleri hiç bitmiyor, ne çileli kadın” demiştim kendi kendime..
Oysa ertesi akşam seninle aynı üzüntüyü paylaştığımı belirtmek ve ablanın durumunu sormak için gönderdiğim mesaja aldığım cevapla çok şaşırmıştım:
“Ablan nasıl, ne alemdesin?”
“Kumkapı’da içiyorum..”
Bu kadar değişken bir ruh yapısına sahip bir insanla ilk kez karşılaştığımı düşünmüştüm. Bu kadar inişli çıkışlı bir yaşam olamazdı. Bir insan bu kadar yakın, bu kadar uzak, bu kadar sevgili, bu kadar sevgisiz olabilir miydi? Sen karşımda yaşayan bir örnektin. İçinde fırtınalar kopan bir kadın. Bu sendin..
“Senin en güzel yerin kahverengi gözlerin..”
“Yanılıyorsun, daha güzel yerlerim de var..”
“Rüyanda beni görürsün inşallah..”
“Sen de beni..”
“Nasıldı dün gece, rüyanda beni gördün mü, iyi miydi?”
“Ben seni her zaman rüyamda görüyorum ve bu rüyaların bir gün gerçek olacağını biliyorum..”
Cevap alamıyordum böyle mesajlara..
“Senin kadar güzel bedeni olan bir kadın görmedim. Ama ben senin vücudun kadar arkadaşlığını da seviyorum.”
“Ben de senin sohbetlerini seviyorum. Seninle konuşmak keyif veriyor, beni rahatlatıyor..”
Kültür-sanat merkezinde birkaç saat süren bir sohbetin ardından, gönderdiğim mesaj ve aldığım cevap böyleydi.
“Dünyanda ufacık bir yerim olsun istedim, başaramadım..”
“..........”
“Yaşıyor musun, bir derdin mi var?”
“Yaşıyorum, iyiyim, oynuyorum..”
“Nasılsın?”
“İyiyim öptüm..”
Bu iki kelime “mesajları kısa kes, uzatma, meşgulüm, sana ayıracak vaktim yok” demekti.
Merak, özlem, elde etme arzusu ve aptallık bende biraradaydı..
Hiçbir zaman birlikte olamazdık. Evliydim, kabul etsen, beni sevdiğini söylesen, yaşamı paylaşmak istesen ne olacaktı?
Metresim mi olacaktın, imkansızdı bu..
Ama kabullenemiyordum.
Sen benim için erişilmesi gereken bir hedeftin, erişemiyordum, ben kovalıyordum sen kaçıyordun.
“Yavrum, iyi misin?”
“........”
“Duyuyor musun?”
“.........”
“Ne olur, cevap ver..”
Telefon etmek için can atıyor, arayamıyordum. Tersleneceğimden korkuyordum belki de..
“Anlamıyor musun, sen benim için sadece bir arkadaşsın..Birbirimiz için yaşamamız imkansız..”
Ellerim titriyordu- Ne kadınlar sevdim zaten yoktular-aramaya , sesini duymaya cesaret edemiyordum..
Uykusuz geçecek bir geceye, “Neden” sorularına yanıt aramaya ve ertesi güne hazırlıyordum kendimi..
Sonra günlerce inat ediyordum. Elim telefona gitse, frenliyordum kendimi..
“Oğlum Sedat sil şunu kafandan.. Yürümez bu ilişki- Hem zaten öyle fazla hoş bir kadın da değil- İlişkileri karmakarışık. Neden bu kadar önemsiyorsun..”
Birara mesaj gönderiyordum sitem dolu. Cevap alamıyordum. Bir gün dayanamamış evine telefon etmiştim. Sıcacık bir merhabaydı duyduğum ilk ses..
Bana evde tadilat yaptırdığını, boyacı ustasının işi yarım bırakıp gittiğini, onun aynı anda başka bir evde boya yaptırdığını öğrenince sinirlendiğini anlatmıştın.
“O kadar kızdım ki dayanamadım bağırdım. Korktu adam. Üstelik parasının da tamamını ödemiştim. Ne biçim esnaf bunlar.. 15 gündür toz-toprak içinde yaşıyorum.”
Yatıştırmış, sakinleştirmiştim seni..
“Mis gibi evinde mutluluk içinde yaşa..”
“Tam buldun mis gibi evi..”
“Keşke senin yerine ben yorulsaydım..”
“Keşke..”
“Eve ustaları alıyorsun, bir ben gelemedim utan..”
Pişman olmuştum sonra.
“Aptalca bir espri idi. Geri alıyor, özür diliyorum..”
“Saçmalama, haklısın, geri almana hiç gerek yok, seni seviyorum..”
Bu görüşmelerle karşılıklı mesajlar aynı zamanda telefon sohbetlerimizin yeniden başlamasının ilk adımı olmuştu. Demek ki, “sorun yoktu.”
Ama içimdeki kurt beynimi kemiriyordu.
“Yok oğlum bu kadın değişmez, iki gün sonra bambaşka biri olup yeniden çıkar karşına, ya da çıkmaz. Şaşırtır seni. Sen vakit varken umudunu kes..”
Aklıma yarası kapanmayan hangi beraberlikten geriye kalan, bir kağıt parçasına karaladığım şiir takılıyordu. İrlanda’daki kız arkadaşımdan aylarca mektup beklediğim günleri hatırlıyordum:
“Dur!
Çürümüş bu aşk
Düşüyor kurtlanmış gövdesiyle göğsüne
Bir mum daha söndür ruhunun aydınlığından
Yaşa git öylesine.”
“Fıstık, Na’ber?”
“Sevgililer günün kutlu olsun..”
“Benim sevgilim yok ki..”
“Ben varım ya, ruhen de olsa sevgilin değil miyim?”
Mesajın hoşuma gitmişti:
“Gördün mü bak. Senden hoşlanmasa bu mesajı gönderir mi? Yoksa alay mı ediyor? Niye alay etsin? Mutlaka ilgisi var ki.. Sabret,herşey senin istediğin gibi olacak. Sonunda onu elde edeceksin” diye armağan veriyordum kendime..
Tiyatro gösterisi mi vardı o gece. Konser miydi hatırlamıyorum, beni de davet etmiştin. Kuzu gibi gelmiştim. Ama sen yoktun. Bir not bile bırakmamıştın. Ertesi gün de özür bile dilememiştin. Orada, “Söz verdi, unutmaz, mutlaka gelir” diyerek sabırla seni beklerken, aslında bir hayal dünyasında yaşadığımı bildiğim halde, bunu kendime kabullendirememiştim.
İkna edemiyordum kendimi. Ve ertesi gün sanki buna hakkım varmış gibi hesap sormaya kalkmıştım ve almıştım cevabımı:
“Aaa, Sedat vallahi unuttum. Arkadaşlar aniden gelip eve, alıp götürdüler.”
Affemiştim bir gülücük karşılığında seni, her zamanki gibi..
Oysa-aptal yerine konulmuş biri olarak- bir hayli sinirli- eve döndüğüm gece aklımda herşeyi bitirmiştim.
“Sen istediğin kadar şehirliyim de.. Kafa yapısı olarak kasabalısın..”
“Sen öyle zannediyorsun..”
“O zaman benden hoşlanmıyorsun..”
“Manyak!.”
“Hiç belli etmiyorsun da..”
“Şu anda müsait değil ruh halim, bana biraz zaman ver..”
“Yüreğine girip, ruhunla konuşmak isterdim. Neler anlatırdı kimbilir? Senin için aslında güzelliklerle dolu..”
“Emin değilim..”
“Yanlış zamanda yanlış kişiler senin talihsizliğin. Kendini suçlu mu hissediyorsun..”
“Suçlu hissetmiyorum sadece kırgınım..”
“İleriye geleceğe bak. Seni sevenler de var..”
Radyoda, kimbilir hangi kanalda Elvis Presley gençlik döneminin en sevilen şarkılarından birini söylüyordu:
“İt’s now or never..”
Şarkı bitmiş ama ben son mesajıma cevap alamamıştım.
“Sdt sndn hslnyr.”
“Ben de senden..”
“Görmesen de sana yakın bir yerdeyim. Kadehinde, sigaranda, gecendeyim.”
“Çok güzel..”
“Seni çözmek güç..”
“Ben iki bilinmeyenli çözümsüz bir denklemim..”
Karekterin sürekli değişiyordu, bazen tutkulu, istekli, arzulu, ümit veren, bazen bana herhangi biriymişim gibi davranıyordun. Kendimle kavga ediyordum o zaman..”
“Oynuyor benimle, ben de sessizce alet oluyorum.."
“Yaşadıklarımız, aramızda geçenler ilginç bir öykü gibi biliyor musun?”
“Benim rolüm ne?”
“Sen güzel ve akıllı bir kadınsın, ben senin ruhuna girmeye çalışan bir aptal rolündeyim.” Sonu da hüzünlü bitiyor bu öykünün..”
“Hüzün istemiyorum, huzur istiyorum..”
“Huzurlu olmanı kim engelliyor, mutlu olmanı önleyen mi var?”
“Olmanın yolu?”
“Geçmişini unutmak, yeniden sevmeyi denemek. Bugün bundan sonraki yaşamımın ilk günü diyebilmek..”
Yağmur yağıyordu İzmir’de. Tabiat henüz canlanıyordu. Yemyeşil yaprakların büyümek için yarıştığı, kuşların en güzel şarkılarını söylediği günlerden biriydi. Hava çiçek ve nem kokuyordu. Seninle birlikte olmayı, yağmuru birlikte seyretmeyi, hatta yürümeyi çok istemiştim o gün..”
“Yağmur, çay ve sohbet zamanı..”
“Teklifin çok güzeldi. Sağol. Komşularla çay içiyorum..”
“Kabul edilmeyen tekliflerin hiçbir güzelliği yoktur..”
“Senin her teklifin hoş..”
“Ama geri çevrilen teklifler hiçbir anlam ifade etmiyor. Benden neden bu kadar kaçıyorsun..”
“Kaçmıyorum, korkuyorum..”
“Gelmesen de saat 17.00’de İnciraltı’nda yağmur ve çay ile birlikte olacağım..”
Boşuna beklemiştim. Hava kararıyordu, şu mesajı geçmiştim sana:
“Dünyanızda benim de bir yerim olsun istiyorum ama boşuna, öpüldünüz..”
“......”
“Sessiz kalarak bana gereken cevabı veriyorsun..”
Yeni evinde kullanman için sana bir resim çerçevesi göndermiştim. En azından teşekkür edersin diye beklemiştim. Günlerce ses çıkmayınca anlamıştım yine bir sorunla karşı karşıya olduğunu:
“Yumruk yedim” demiştin.
Tahmin etmek zor değildi. Ayrıldığın kocandı seni hırpalayan. Gözün morarmıştı. Uzun zaman işsiz gezen, nihayet iş bulan Cahit’le yeniden bir birliktelik düşündüğünü anlamış ama o yumruğu neden yediğini çözememiştim. Doğrusu sen de anlatamamıştın.
“Anlaşamıyorlar, neden kaderlerini zorluyorlar” demiştim.
Kızgın, kırgın, umutsuz ve bitkindin.
“Artık nefret ediyorum” diyordun, “Bir daha hiç olmayacak. Çocuğunu görmek için bile bu eve giremeyecek. Acıyordum eskiden, o kadar yolu geriye dönmesin diyordum. Evde yatmasına izin veriyordum. Ama imkansız artık. Kızımı gelip aşağıdan alsın bundan sonra.. Cehennemin dibine kadar yolu var..”
Doğum günümdü birkaç gün sonra. Sen bilmiyordun. Bir mesaj göndermiştim sana:
“Bana öyle bir şey söyle ki benim için en güzel doğum günü armağanı olsun.”
Saatler sonra telefon etmiştin:
“Doğum günün kutlu olsun. Kaç yaşına girdin. Kırkbir. Yaşlısın artık. Onbir yaş var aramızda. Ben doğduğumda sen onbir yaşındaydın. Yaş farkı çok, ben seninle olamam..”
Başım dönmüştü, düşecek gibi olmuştum oturduğum koltukta. Nasıl söyleyebilmiştin bunu bana..
“Sürprizleri seviyorsun ve hep kötü sürprizler yapıyorsun. Doğum günü armağanın için teşekkür ederim..”
Gece uyuyamamış, sabahın 5’inde cep telefonunun açık olmayacağını bile bile sana şu mesajı göndermiştim:
“Kalbinin kapılarını zorladığım için ve seni sevdiğim için özür dilerim. İnsan bazen ne kadar yaşlandığını unutuyor. Seni bir daha rahatsız etmeyeceğim..”
Aramıştın, açmamıştım telefonu. Öğlene doğru mesajın gelmişti:
“Sedat seni üzmek ve kırmak istememiştim. Çok pişmanım. O sıralarda moralim çok bozuktu. Ne olur beni affet..”
Oysa daha iki gün önce senin işyerinden birlikte çıkmış, alışveriş etmiş-Kızın tavuk kanadı severdi- evine gitmiştik. Müge gelmemişti okuldan daha- Kahve içmiş, sohbet etmiştik. Bana evini gezdirmiştin.. Ellerimi tutmuş, sarılmış, öpmüştün beni. Okuldan döndüğünde kızınla tanıştırmıştın.
“Ben senin beni sevebilme ihtimalini seviyordum. Ben senin peşindeyim sen başka bir hayatın. Koşmaktan yoruldum artık. Çünkü bu ihtimalin gerçek olmayacağını biliyorum. Senden beni zorla sevmeni bekleyemem..”
“Çok yorgunum Sedat, içim yorgun..Özür dilerim, seni seviyorum..”
“Hala bana net cevap veremiyorsun. Susmayı tercih ediyorsun. Aralık tutulan kapıları sevmem. Ya tam aç ya da tamamen kapat. Umut etmekten bıktım. Çünkü açık tutulan kapılar umuttur..”
“Ne zamandır sana deliyim. Sonunda kendimi ele verdim..”
“Biliyor olmaktan mutluyum..”
O gece bir kağıt parçasına karaladıklarımı ertesi sabah okumuştum:
Sevgi paylaşılırsa eğer
Ve birlikte tad alınırsa yasak bir meyveden
Aynı çiçekler koklanırsa eğer
Şebnemler, nergisler, papatyalar
Hayat budur sevgilim geçenler unutulur..
Suskunluğun uzayınca yeni bir mesaj göndermiştim:
“Kaç gündür nasılsın diye sorarsın diye bekledim. Aklının ucundan bile geçmedim besbelli. Kimi sevdiğini ya da kimi sevmek istediğini bilmiyorum. Ama senin için bir şey ifade etmediğimden eminim. Bana cevap veremiyorsun..”
“Kitap okurum
İçinde sen varsın
Şarkı dinlerim
İçinde sen
Oturdum ekmeğimi yerim
Karşımda sen oturursun
Çalışırım
Karşımda sen”
Ulaşamıyordum bir türlü sana:
“O şimdi ne yapıyor?
Şu anda, şimdi, şimdi
Evde mi, sokakta mı
Çalışıyor, uzanmış mı, ayakta mı?
Kolunu kaldırmış olabilir
-Hey gülüm
Beyaz, kalın bileğini nasıl da çırılçıplak eder bu hareketi
O şimdi ne yapıyor?
Şu anda, şimdi, şimdi
Belki dizinde bir kedi yavrusu var okşuyor
Belki de yürüyordur adımını atmak üzeredir
Ve ne düşünüyor
Beni mi
Yoksa ne bileyim
Fasülyenin neden bir türlü pişmediğini mi
Yoksa insanların çoğunun neden böyle bedbaht olduğunu mu
O şimdi ne düşünüyor, şu anda, şimdi, şimdi..”
Birkaç gün geçmişti aradan. Ağaçlarla, kuşlarla, arkadaşlarla, kitaplarla, fotoğraflarla, şiirlerle, körfezin güzelliği ile, Kestane Pazarı’ndaki baharatlarla, gelecek güzel günlerle, güneyden kuzeye akan yüklü yağmur bulutları ile, sedef rengi dolunayla, oğlumla ilgileniyor seninle ilgilenmiyordum artık. Alışıyordum. Birkaç gün geçmişti aradan. Bir gün, vakit akşama yakındı. Ne zamandır ilk kez cep telefonundan iki sinyal sesi duymuştum, tuşa basmıştım hemen heyecanla..
“Mesaj alındı..”
Tuşa basmıştım yeniden..
Cep telefonunun ekranında iki kelime vardı:
“Evleniyorum, öptüm..”
Gözlerimden, engel olmaya çalışsam da iki damla yaş süzülmüştü. Telefonumu bir daha kullanmamak üzere kapatmadan önce, o iki damla yaş, iki tomurcuk coşkulu bir sel gibi ekranın üzerine aktı:
“Evleniyorum, öptüm..”
Vapur iskelesinin yakınlarındaydım. Bir sigara yaktım. Günbatımını seyrettim. Kimbilir kaç milyar yıldır körfezde Karaburun Yarımadası üzerinde güneş kavuşuyordu. Hayat devam ediyordu.
Aceleci, sakin, meraklı, üzgün, neşeli, kırgın, mahsun, mutlu, umutlu onbinlerce kişi bir insan seline kapılmış, gidiyor geliyordu.
Denize bakmıştım, batan güneşten alev alev yanıyordu sular. “Bir daha cep telefonu yok” demiştim kendi kendime ve telefonu o alevlerin ortasına fırlatmıştım.
2. Beyler’e girmiştim daha sonra. O sinemanın yanındaki kuyumcunun eterniti altında elim yeniden sigara paketine uzanmıştı. Sinemanın bulunduğu pasajın girişine bakmıştım, kimsecikler yoktu, seni boşuna aramıştı gözlerim.
“Mahremiyet” oynuyordu.. Filme yetişmek isteyen bir kişi pasaja koşarak girmişti, bir başkası köşedeki butiğin vitrinindeki kahverengi ceketi incelemiş, daha sonra o da gitmişti.
Sonra sessizlik çökmüştü pasajın girişine.
Gökyüzüne bakmıştım. Çatıların gece mavisi ile buluştuğu yerde irili ufaklı erkenci yıldızlar parıldıyordu. Aklıma yeniden o şiir gelmişti nedense:
“İster gökyüzünde seyret ister gözlerimde
Körler onları göremese de yıldızlar vardır.”
Uzatmayacaktım artık, kederle ve acıyla içiçe olmanın bir anlamı yoktu. Beyhude aşkların peşinde koşmanın da.. Ne diyordu Ataol Behramoğlu:
“Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var. Yaşadın mı yoğunluğuna yaşayacaksın herşeyi/ Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten, sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği/ Yaşadıklarımdan öğrendiğim birşey var/ Yaşadın mı büyük yaşayacaksın/ Irmaklara, göllere, bütün evrene karışırcasına/ Çünkü ömür dediğimiz şey hayata sunulmuş bir armağandır/ Ve hayat sunulmuş bir armağandır insana..”
Yaşamak gerekiyor diye düşünmüştüm, yaşayacak ne ömrüm kalmıştı ki. Güzel günler de olmalıydı anılarım arasında.
Yeniden eve dönmeyi de yakıştıramamıştım kendime. Aldanmıştım ve aldatmaya hiç hakkım yoktu.
Hayata yeni başlamış bir insan gibi yürümeye başlıyordum artık. Hafiflemiş, mutlu olmaya kararlı ve yalnızlığıma gülümseyerek.
Yürüyordum, otobüs duraklarına doğru. Yanımda yürüyen liselilerden erkek olanı kız arkadaşına yüksek sesle, ezberlediği bir şiiri okuyordu:
“Her gelen vapuru treni
Yeni bir ümitle beklemeli
Her gelen vapur, tren
Yeni insanlarla gelir
Ben esmerdim güzelim
Bu sefer bir sarışını seversin
Aşk yaşayanlar içindir..”
Seni sinemanın kapısında görmüştüm. Sanki o soruyu sormak için özellikle beni beklediğini düşünmüştüm.
“Affedersiniz, saatiniz kaç?..”
“Dokuzu onbir geçiyor..”
Yağmur çiseliyordu o sıra.. Sarı saçların ıslaktı. Sinemanın yanıbaşındaki kuyumcu dükkanının saçağının altında korunmaya çalışıyordun yağmurdan..
Yalnızdın..
Bej renkli kabanın yağmur damlalarıyla ıslanıp ağırlaşıyordu biliyordum.
Benimse şemsiyem vardı.
Sanki seni otobüs durağına götürmek için özellikle görevlendirilmiş biriydim. Sanki ikimiz o gece karşılaşmak için önceden hazırlıklıydık.
“Sizi durağa bırakayım isterseniz başka bir seçeneğiniz yoksa..”
“Yok” demiştin kısaca..
“Kim davet etse gidecekti zaten” diye düşünmüştüm. Poyraz bile Konak Meydanı’na bir ölüm bulutu gibi çökmüş sisi dağıtmıyordu. Saat Kulesi’nin çevresindeki lambalar ancak kendi direğini aydınlatıyordu.
Soğuktu, yağmurluydu hava, ellerim buz kesiyordu, üşüyordum, üşüyor muydu?
“Yok canım üşüse kabanının altına bu kadar ince ipek bir gömlek giyer miydi? Üstelik düğmeleri de açık..”
“Üşüyor musunuz?” Sorduğum anda pişman olmuştum.
“Evet, sinemaya gelmek için evden çıkarken havanın bu denli soğuk olabileceğini düşünmemiştim..”
Öyle ya, aylardan Nisan’dı. Nereden çıkmıştı bu soğuk böyle. Şaşırtıyordu İzmir’in havası kimi yıllar. Hasta ediyordu, ne giyeceğini şaşırıyordu insan.
2. Beyler’den Kemeraltı Caddesi’ne çıkmıştık. Islanmamak için şemsiyenin altına ve bana sokulmuştun iyice. Her adım atışında, bana her dokunuşunda ayaklarımdan beynime doğru bir ateş yürüyordu. Neydi bu?
Kuzeybatıda İnciraltı üzerinde bulutlar dağılmıştı, sisler arasında birkaç yıldızı seçebilmiştin. Soluk soluk belirip yokoluyorlar, parıldıyorlardı.
“Öptü beni, bunlar kainat gibi gerçek dudaklardır” dedi
“Bu ıtır senin icadın değil saçlarımdan uçan bahardır” dedi
“İster gökyüzünde seyret ister gözlerimde
Körler onları göremese de yıldızlar vardır” dedi
Nazım Hikmet’in dizeleri gelmişti aklıma..
Duraklara yaklaşıyorduk. Sanki saatlerce yürümüştük, hayattan, ac ılardan, kendimizden, ilişkilerden, sanattan, kitaptan, sinemadan konuşmuşuz gibi geliyordu bana.. Şu duraklar kilometrelerce uzakta olsa, daha saatlerce yürüsek, gece hiç bitmese diyordum içimden..
“Şiir sever misiniz?”
“Bazen okurum ama ben roman ve öyküleri tercih ederim” demiştin, gülümsemiştin.
Bembeyaz, tertemiz dişlerini görmüştüm. Gözlerinle birlikte gülmüştün-Sanırım kahverengiydiler- Sarı saçların dağılmıştı, yüzünde yağmur damlaları, bir elin kabanının cebindeydi.
“Narlıdere’de oturuyorum. Otobüsüm de gelmiş. Teşekkür ederim beni buraya kadar getirdiğiniz için” demiştin.
“Ne güzel, benim evim de Üçkuyular’da, dilerseniz size oraya kadar eşlik edebilirim..”
İkramiye kazanmış gibi sevinmiştim.
Teklifime buğday renkli yüzüne kondurduğun ufacık bir gülümseme ile karşılık vermiştin.
Bir bankanın kültür ve sanat işlerinden sorumlu olduğunu, Güzel Sanatlar Fakültesi’ni bitirdiğini otobüs yolculuğumuz sırasında öğrendim. 30 yaşındaydın, duldun, bir kız çocuk annesiydin. Kızınla birlikte yaşıyordun. -Çok çekici olduğunu söylerlerdi. Benim içimi titreten de bu çekiciliğin değil miydi? Sarı dalgalı saçların, gözlerin, kulaklarındaki küçücük küpeler, bembeyaz ellerin ve insanın içini ısıtan gülümsemen ile ne hoştun- İçimden işte aradığım kadın demiştim.
Ama henüz içinde kopan fırtınalardan haberim yoktu, sonradan öğrenecektim birer birer.
Otobüs Karataş’ı, Faikbey’i, Küçükyalı’yı geçti. İçerideki kalabalığın nefesiyle- Çoğu tütün kokuyordu- camlar giderek buğulandı sonra dışarısı görünmez oldu.
Nerede olduğumuzu anlamaya çalıştığın bir suskunluk anımızda cama adını yazmıştın- Ayşegül- O ana kadar sana neden adını sormadığıma şaşırmıştım.
“Ben de Sedat” demiştim, “Tanıştığımıza memnun oldum..”
Sonra ben sana kendimi anlattım, otobüs Güzelyalı Parkı’nın önünden geçiyordu.
“Dilerseniz kendimi tanıtayım size.. Neredeyse yarım saattir tanışıyoruz ve benim hakkımda hiçbir şey bilmiyorsunuz. – Ne önemi var der gibi bakmıştın yüzüme- 40 yaşındayım. İnşaat mühendisiyim. 20 yaşımdan beri mesleğimi sürdürüyorum. 10 yıldan bu yana otoyol inşaatları yapan büyük bir holdingte sürdürüyorum mesleğimi..”
Hatırlıyor musun?
“Yaptığınız viyadükler uydurukmuş, depreme dayanıksızmış” diye kestirip atmıştın ve şöyle demiştin:
“Yüzmilyonlarca dolar para alıyorsunuz devletten, bizim vergilerimizle yollar yapıyorsunuz ve sonra bizim paramızla bizim hayatımızı tehlikeye atıyorsunuz. Buna hakkınız olmadığını düşünüyorum. Marmara depreminden sonra araştırma yaptılar, viyadüklerin çoğu çürük çıktı.”
Aslında gerçeğin senin söylediğin gibi olmadığını bildiğim için kırılmış ama belli etmemiştim, gülümsemekle yetinmiştim sadece.
Kendimi anlatıyordum:
“Tabiatı severim. Tabiat insana karşı güçsüzdür. Sabırlıdır. Acı çeker uzun süre belli etmez. Ama bir gün intikamını alır. Çünkü tabiatın hafızası kuvvetlidir. Ben doğa ile dostum. Çevreci olduğumu söylerler arkadaşlarım. İnsan ve doğanın birbirlerine zarar vermeden, uyumla birlikte yaşamasından yanayım. Doğa ile en uyumlu araç bisiklettir. O yüzden bisiklete binmeyi çok severim. Arkadaşlarla sık sık keşfedilmemiş yerlere bisiklet turlarına çıkarız. Bilinmeyenleri ilk gören biz olur fotoğraflar çekeriz. Böyle bir iki sergi açtım. Yazdığım gezi notlarımı bazen gazetelere gönderirim yayınlarlar. Bu keyfi başkaları da paylaşsın isterim. Bir gün size de anlatırım bisiklet gezilerimizi..”
“Ben de bayılıyorum bisikletle dolaşmaya ama bir daha görüşeceğimizden bu kadar emin misiniz?” diye sormuştun.
“Özür dilerim yeniden görüşebilecekmişiz gibi geldi bana.. Galiba yanıldım.”
Yağmur damlalarının birikip ağırlaşarak iz bırakan meteorlar gibi hızla aşağıya aktığı otobüs penceresinden dışarıya bakarken, “Görüşebiliriz belki” demiştin. Sana evli olduğumu söylemeliydim ama söyleyememiştim bir oğlumun da olduğunu. Sonradan “parmağımda yüzük var, farketmemiş olamaz. En azından evli biriyle görüşmekten hoşlanmasa niye yeniden görüşmek istesin” diye düşünmüştüm.
Aylar sonra senin bütün erkek arkadaşlarının evli birer insan olduklarını öğrendiğimde, o gece evli olduğumu bile bile, bunun senin için önem taşımadığını niye anlamadığıma şaşırmıştım. Senin tercihin böyleydi.
Yağmurda sırılsıklam olmuş kızlı erkekli gençler, esprilerine kahkahalar katarak otobüse bindiği sırada, inmem gereken durağın çoktan geride kaldığını farketmiştim.
“Sizin gibi güzel bir kadınla sohbete dalınca insan hangi durakta ineceğini de unutuyor. Narlıdere’ye gelmişiz. Sizinle birlikte ben de inerim oradan geriye dönerim.”
“Zaten iki durak kalmıştı evime.”
Yağmur bulutları Yamanlar Dağı’nın üzerine çekilmiş, kuzeybatıdan esen rüzgarlar kentin üzerine çöken ağır havayı dağıtmış, yıldızlar az önceki yağmurla yıkanmış gibi pırıl pırıl ortaya çıkmışlardı.
“Hava ne güzel olmuş, ne hoş kokuyor bahar ama hala biraz soğuk..”
“İnşallah yarın daha güzel olur, arkadaşlarımla buluşup kadın kadına eğleneceğiz de..”
Elini uzatmıştın- Sıcacıktı gözlerin gibi-iyi geceler” demiştin;
“Belki yine görüşürüz..”
Cep telefonu numaranı vermiştin:
“Beni arayabilirsin-İstersen işyeri numaramı da vereyim. Belki yine yağmurlu bir güne denk geliriz kimbilir.”
Benim gibi yağmuru sevdiğini anlamıştım. -Hüznü de seviyor mu acaba?
Cep telefonu kullanmaktan hiç hoşlanmazdım. Proje hazırlıkları sırasında bazen saatlerce bilgisayarın başından kalkmadığım için-Yanıbaşımda iki telefon vardı-araziye çıkmadığım zamanlarda cep telefonu benim için bir ihtiyaç değildi. Yine de almış ara sıra gerekebilir diye bir kenara koymuştum.
Hele otomobil kullanırken biri aradığında iğrençti. Birden bire iki kişi oluveriyordu insan. İlk araç kullanan- önünden gidene, sağından geçene, yayalara ışıklara dikkat eden- diğeri dert dinleyen, paylaşan ya da derdini anlatmaya çalışan.
Kızıyordum araç kullanırken cep telefonu ile konuşanlara- Züppeler diyordum. Cep telefonu ile konuşurken araç da kullanabildiğini herkese gösterecek.
Ve bir gün bir arkadaşım- Seninle durakta vedalaştıktan iki gün sonraydı- bana mesaj göndermeyi öğretti.
Doğrudan telefon etmeye çekinmiştim- Şakaydı belki o sözlerin-bilemezdim ki. Şansımı böyle denemek istemiştim belki. İlk mesajım şöyleydi:
“İyi günler, ben Sedat, nasılsın?”
Cevabı birkaç dakika sonra iki sinyal sesiyle gelmişti:
“İyiyim, ya sen..”
“Görüşebilir miyiz, gönderdiğim ikinci mesajdı.
“Saat 18.00’den sonra evden arayabilirsin.”
Üç saat vardı daha. Bana hiç geçmeyecekmiş gibi gelen bir zaman süreciydi beklemem gereken..
Saat 18.01’di dayanamamış aramıştım seni. Galiba özlemiştim, nedenini kendime de soruyordum.
“Merhaba, nasılsınız?”
“Merhaba Sedat, sen nasılsın o geceden beri?.”
“İyiyim ben de, görüşecek miyiz?”
İlk görüşme talebime aldığım cevap biraz sarsıcı idi:
“Görüşüyoruz ya..”
“Öyle demek istememiştim yani dışarıda görüşebilecek miyiz yeniden?”
Zor bir kadınla karşı karşıya olduğumu düşünmüştüm.
“Az sonra arkadaşım gelecek çay içmeye, daha sonra belki olur. Bak, vaktim var daha, konuşabiliriz..”
“Bugün neler yaptınız, nasıl geçti gününüz..”
“Öff, ne bileyim ben, hep aynı şeyler. Aldığım paraya değmez, kaç yılımı verdim bu işe.. Bırakıp başka bir işe de geçemiyorum. Memurluk ne de olsa. İşten çıkıyorum. On dakika sonra evdeyim. Kızım okuldan geliyor. Onun dersleriyle ilgilen, yemek pişir, sofra hazırla, ortalığı topla, bulaşık yıka, çamaşırları makinaya at, yıkananları as, kendini bir sonraki güne hazırla. Çıkıp gidemiyorum gönlümce istediğim yere, kızım yüzünden bağlıyım bu eve.. Hafta sonları fırsat bulursa Müge’yi ayrıldığım kocam alıp götürüyor. Serbest olabiliyorum o zaman. Kısacası sıkıcı bir hayat.”
“Neden ayrıldınız?”
“Uzun hikaye.. Özetle sana şunu söyleyebilirim. Kafalarımız hiç uyuşmadı. Bunu evlendikten hemen sonra farkettik. Kaç defa ayrıldık- barıştık artık hatırlamıyorum. Evliliğimizin ilk yıllarında herşey çok güzeldi, geziyorduk, eğleniyorduk, evlilik tam hayal ettiğim gibiymiş diyordum. Ama güzel günler çabuk bitti. Sorumsuzdu kocam- adı Cahit’ti- Çok iş değiştiriyordu. Bazı davranışları beni rahatsız etmeye başladı, geç geliyordu bazen eve, bazen gelmiyordu. İşlerini bahane ediyordu. Beni aldattığından şüpheleniyordukm ama konduramıyordum. Yalnız kaldığım çok geceler oldu-Küçücük bebeğimle yapayalnız- Kızımız doğduktan sonra Cahit’in değişeceğini sanmıştım, her geçen gün daha da kötü oldu. Son kavgamızda evden gitmesini istedim. Bu evi benim ailem satın almıştı. Artık tutulacak yanı kalmadı bu evliliğin, içimde birşeyler kırıldı artık, yeniden biraraya gelmek istemiyorum. Kızımla birlikte yeni bir düzen kurduk kendimize, alıştık buna- Müge, bu ayrılıkta hep babasından yana tavır alıyor, hep beni suçluyor ama- böyle gidiyor şimdilik... Ya sen..”
“Evliyim ben, ama kağıt üzerinde kaldı artık. Benim de oğlum var. İlkokulda okuyor. Eşimle birlikte aynı evi paylaşan birer pansiyoner gibiyiz. Yaşayıp gidiyoruz işte. Ama bir türlü noktalayamıyoruz bu evliliği. Galiba ikimizin de korkuları var..”
“Mutlu musun?”
“Mutlu olduğumu, yaşadığım bu hayattan keyif aldığımı söyleyemem. Bizim de anlaşmazlıklarımız var hem de çok.. Onun hoşlandıklarından ben hoşlanmıyorum, benim beğendiklerimi o beğenmiyor. Farklı tellerden çalıyoruz. Yürüyor kendi kendine.. Bazen patladığımız da oluyor. İsteksizliğimizi başka türlü ifade etmeye kalkışıyoruz. Aslında demek istediklerimiz çok farklı.. Her kavgada içimizde birşeyler kırılıp dökülüyor. Her defasında sevgimiz biraz daha azalıyor biliyorum..”
“Mutsuzsun sen de..”
“Evet, mutlu sayılmam..”
“Ne kötü mutsuz evlilikler için de üzülüyorum. Olan bu anlaşmazlıklara, kavgalara tanık olan çocuklara oluyor. Çocuk anne ile babanın nefretini de sevgisini de gözlerinden anlıyor. Bu ortamda yaşayan çocuklar sinirli, huzursuz ve mutsuz büyüyor. Bizim başarısız evliliğimiz de kızımda derin izler bıraktı. Belki de kız çocuğu olduğundan babasına çok düşkün, benden zaman zaman nefret ettiğini biliyorum. Sürekli olarak bizi biraraya getirmeye çalışıyor ama imkansız artık. Çünkü sevgi bitti. Geriye yaşam boyunca izleri silinmeyecek kötü anılar kaldı..”
“Haklısın ama ne yapayım. Ben de aklımca oğlum anne ve babasını hep birarada görsün, eksikliğimizi hissetmesin diye sürdürüyorum bu evliliği. Galiba bu benim yazgım..”
“Hayır, yazgı değil bence aptallık bu. Yaşayacağımız yıllar giderek azalıyor. Bu gerçek, birlikte olduğun insan için de geçerli. Belki o da çok daha mutlu olabilir, sen de acıyı, sevinci, kederi paylaştığın, hayata aynı gözle baktığın biriyle daha mutlu olabilirsin..”
Bir yandan o sırada ev ödevlerini yaptığını tahmin ettiğim kızına bağırıyordun:
“Bir toplama işlemini yapamıyorsun Müge. Salak mısın nesin? 72 ile 17’yi toplayamıyorsun. Sinir etme insanı. Oyun oynamaya, yaramazlığa gelince bütün şeytanlıklara kafan çalışıyor ama..”
Yalnız ve özgür olmak, anlaşamadığı bir erkeğe bağımlı olmadan yaşamak, hiçbir sorununu çözmemişti besbelli. Sorunların bazıları bitmiş ama yeni sorunlar başlamıştı. Bu yüzden yüklenmek istemediğin bir sorumluluk yüzünden- Ev ödevleri- kaderine bağırıyordun aslında..
“Salak mısın nesin?” Ben bu ağır yükü tek başıma kaldıramıyorum demekti..
O sırada kapının zilinin çaldığını ben de duymuştum:
“Veda etme zamanı, misafirlerim geldi. Ben seni daha sonra ararım.-İşyeri telefonumu almıştın- Hoşça kal, kendine iyi bak” demiştin.
Aramamıştın, tam üç gün geçmişti. Sanki ben bir saat sonra aramanı bekliyordum, ne saçma..
Dayanamamış, üçüncü gün bir mesaj göndermiştim:
“Güzel ve çekici bayan, nasılsınız?”
“İşteyim, arayabilirsin..”
Aramıştım. İstemediği bir kişiyle görüşmeye hazırlanan bir insanın soğuk ve yabancı ses tonuyla karşımdaydın:
“Na’ber, nasılsın, ne var ne yok?”
Benim en nefret ettiğim, laf olsun diye söylendiği belli olan kelimelerdi bunlar- Aklın başka yerdeydi biliyordum-
“İyiyim., ya sen, senden ne var ne yok?”
“Aman, ne olacak? Burada işler bitmiyor, evde işler bitmiyor. Gündüz burada çalış, gece evde çalış, sabah kalk işe git. Tatsız, çok tatsız. Bulacağım zengin birini, bu işten de kurtulacağım, evimin kadını olacağım..”
Susmuştum. Hayatından hiç memnun olmayan, ama ne yapacağına da bir türlü karar veremeyen mutsuz, huzursuz bir ruh halinin belirtisiydi bu sözler. Ne diyebilirdim:
“Para herşeyi çözecek mi? Mutlu eder mi tek başına para? Sevgi ne olacak?” diye sormuştum sana.
“Seviyordum da ne oldu? Bundan sonra karşımdaki insanı sevmeden de bir evlilik yürütebilirim.”
Vedalaşıp kapamıştım telefonu, karmakarışıktım. Ne istiyordu bu kadın?
Ben, hoşuma giden bir insanla yaşadığım tekdüze hayata renk getirececek, daha mutlu olabileceğim yeni bir adım atmak istiyordum. Zaten pek cesaretim yoktu. Oysa bu gücü bana verebileceğine inandığım sen, hiç de öyle görünmüyordun.
Birkaç ay böyle seni çözmeye çalışmakla geçti, çözülmüyordun, ruhunun derinliklerine inemiyordum, sırlarını paylaşamıyordum, bilmem gerektiği kadarını söylüyordun. Ama inatçıydım, çözecektim seni, sevecektim, sen de beni sevecektin..
Büroda bulunduğum zamanlar-Senin o dönemde bu kadar yoğun işlerin yoktu- Eve döneceğin saati heyecanla bekler, hep aynı saatlerde telefona sarılırdım. Bazen yarım saat, bazen aralıklarla gecenin geç saatlerine kadar telefon görüşmelerimizde, çocuklarımızdan, o gün yaptıklarımızdan söz ederdik, fıkralar anlatırdım sana. Bazen ileri giderdik, fantazilerimizi açıklardık birbirimize..
Bir gün telefonda bana karşı fazlasıyla cüretkar davranan sana, “Beni sen cesaretlendiriyorsun; galiba biraz ileri gittim, dur demediğin için bu kadar rahat konuşabiliyorum” demiştim.
“Neden rahatsız olayım, ben de zevk alıyorum bu tür konuşmalardan. İşten çıkınca kızımı okuldan alıyorum, ayaklarım beni eve doğru götürüyor, elimde olmadan, farkında olmadan kulağım telefonda, aramanı bekliyorum” diye anlatmıştın, bunun bir alışkanlık haline geldiğini..
Evinden arayamıyordum, işten eve dönüş saatini bekliyordum ama boşuna, seni evde bulamıyordum. İlgilenmek zorunda olduğun sanat-kültür faaliyetleri Eylül ayına doğru iyice yoğunlaşmıştı. Eve uğrayacak vaktin yoktu, biliyordum-Kızın bile geceleri uyku saatine kadar sensiz geçirmeye alışmak üzereydi, ya da odanda kanepenin üzerinde uyukluyordu senin işin bitene kadar- sen anlatmıştın.
Koşturuyordun, memnun edemiyordun yine de- Öyle söylüyordun- Cep telefonundan seni arasam, karşımda hep sinirli, yorgun ve bitkin biri vardı- Ya da bana öyle görünmeyi seviyordun- Ve neden aradın der gibiydin benimle konuşurken- İşlerinin yoğunluğuna veriyordum. Yüzünü görmek hemen hemen imkansız gibiydi ama seni giderek önemsiyordum. Aradığımda hep meşgul buluyordum.
“Ben seni biraz sonra ararım” diyor aramıyordun. Kulağım cep telefonunda sesini ya da mesajını boşuna bekliyordum.
Mesajlar kısaydı, bazen alıyordum cevabımı. Umudum artıyordu, hayat sevincim çoğalıyordu-Şeytan tüyü vardı sende- bir renk oluyordun hayatımda:
“Dünya güzeli, sohbet için bana vakit ayırabilecek bir kadın arıyorum. Böyle birini tanıyor musun?”
Cevap iki uyarı sinyali ile geliyordu biraz sonra:
“Ben seni arayacağım..”
Kendi kendimi bitiriyordum. Ben kovalıyordum sen kaçıyordun, anlamıyordum.
Beynim zonkluyordu, başağrılarım hiç dinmiyordu- birbiri ardınca, kendime zarar verdiğimi bile bile-sigara yakıyordum. Hep aynı şarkıları dinliyordum:
“Görmesen de sana yakın bir yerdeyim,
aynı sevda, aynı dudak, aynı tendeyim
Kadehinde, sigaranda, gecendeyim
İstemem benim gibi acı çekme..”
Hep aynı şiirleri okuyordum:
“Gözlerimi kapasam
Sen boylu boyunca yanıbaşımdasın
Dişlerinin arasında bembeyaz bir nilüfer
Alevleri bile öpebilirmiş gibi güçlü ve gururlu ağzın
Beni öptüğün zaman erkek
Seni öptüğüm zaman kadın
Yanıbaşımdasın..”
Atilla İlhan’ı, Erol Çankaya’yı okuyordum-Herkes uykuda oluyordu o saatlerde- kentin sessizliğine yıldırımlar düşüyordu.
“Sökülüp salkım salkım leylekler gelirse
İlkbahar olur
Kül mavinin yanına kirliği sarı gelirse
Sonbahar
Sen benim yanıma gelirsen
Kıyamet olur..”
“Ne kadınlar sevdim zaten yoktular
Böyle bir sevmek görülmemiştir..”
Okudukça daha çok acıtıyordum içimi, belki bundan zevk alıyordum:
“Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın
Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın
Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı
Beni sensiz bıraktın, beni bensiz bıraktın..”
Hesaplaşıyordum kendi kendime:
“Aramıyor işte, ne bekliyorsun, cevap bile vermiyor. Onun gözünde senin değerin bu kadar. Bunu anlamıyor musun? O’nun hayatına giremezsin. Boşuna çabalıyorsun. Seni isteseydi eğer, görüşmek için mutlaka bir fırsat yaratırdı. Sen O’nun kafasındaki adam değilsin. Sen sıradan bir arkadaş olabilirsin ancak..”
İçimdeki diğer ses- Kalbine yakın yerden duyduğun- ise şöyle diyordu:
“Hayır sana yakınlık duyuyor, yoksa kestirip atardı, dürüstçe söylerdi..”
Bir defasında seni ziyarete gelmiştim. Mesai bitimine yakındı. Akşam bir tiyatro gösterisi yapılacaktı. Personeli oyundan bir saat önce yeniden gelmek üzere evlerine göndermiştin. Koca binada yapayalnız kalmıştık. Sohbet etmiştik uzun süre.. Sonra çay demlediğin mutfakta sana sarılmama, seni öpmeme izin vermiştin. Birbirimize sarılmış dakikalarca ayrılmamıştık.
Bu yakınlık bir umuttu benim için.
İki kez evine davet etmiştin. İkisinde de gelememiş kızdırmıştım seni:
“Bu tür erkekler benim tarzım değil” demiştin, “Söz verdin mi geleceksin..”
O zaman sana kendimi dul kadınların evlerine girip çıkan bir evli çapkın olarak görmekten rahatsız olduğumu, senin adına da çekindiğimi söyleyememiştim.
Evliliğimi, eşimle geçinip geçinmediğimi, mutlu olup olmadığımı fazla merak etmiyordun ve bu sorunun yanıtını kendim bulmaya çalışmıştım.
Belki de nefret ediyordun ilgilendiğin erkeklerin eşlerinden. Evli erkekler ile dostluk kurmayı tercih ederek belki de kendi mutsuz evliliğinin benzerlerini başkalarının da yaşaması için zemin hazırlayarak intikam almak istiyordun kimbilir?
“Fıstık, ne alemdesin?”
“......”
“Uyuyor musun?”
“......”
“Ayşegül..”
Cevap alamadığın dakikalar, bana saatler gibi geliyordu. Uğraştığın herşey, çevrem, ailem, işim bir anda bütün önemini kaybediyordu. Sana odaklanıyordum.
Cep telefonuna gelecek ya da gelmeyecek bir mesaj benim için herşey, yaşam, gelecek, mutluluk demekti..
“Sedat ablam ciddi rahatsız. Çok üzgünüm, bildiğin gibi değil”
Yalanı hiç sevmediğini söylemiştin bir ara..
Üzülmüştüm o mesajı alınca.”Dertleri hiç bitmiyor, ne çileli kadın” demiştim kendi kendime..
Oysa ertesi akşam seninle aynı üzüntüyü paylaştığımı belirtmek ve ablanın durumunu sormak için gönderdiğim mesaja aldığım cevapla çok şaşırmıştım:
“Ablan nasıl, ne alemdesin?”
“Kumkapı’da içiyorum..”
Bu kadar değişken bir ruh yapısına sahip bir insanla ilk kez karşılaştığımı düşünmüştüm. Bu kadar inişli çıkışlı bir yaşam olamazdı. Bir insan bu kadar yakın, bu kadar uzak, bu kadar sevgili, bu kadar sevgisiz olabilir miydi? Sen karşımda yaşayan bir örnektin. İçinde fırtınalar kopan bir kadın. Bu sendin..
“Senin en güzel yerin kahverengi gözlerin..”
“Yanılıyorsun, daha güzel yerlerim de var..”
“Rüyanda beni görürsün inşallah..”
“Sen de beni..”
“Nasıldı dün gece, rüyanda beni gördün mü, iyi miydi?”
“Ben seni her zaman rüyamda görüyorum ve bu rüyaların bir gün gerçek olacağını biliyorum..”
Cevap alamıyordum böyle mesajlara..
“Senin kadar güzel bedeni olan bir kadın görmedim. Ama ben senin vücudun kadar arkadaşlığını da seviyorum.”
“Ben de senin sohbetlerini seviyorum. Seninle konuşmak keyif veriyor, beni rahatlatıyor..”
Kültür-sanat merkezinde birkaç saat süren bir sohbetin ardından, gönderdiğim mesaj ve aldığım cevap böyleydi.
“Dünyanda ufacık bir yerim olsun istedim, başaramadım..”
“..........”
“Yaşıyor musun, bir derdin mi var?”
“Yaşıyorum, iyiyim, oynuyorum..”
“Nasılsın?”
“İyiyim öptüm..”
Bu iki kelime “mesajları kısa kes, uzatma, meşgulüm, sana ayıracak vaktim yok” demekti.
Merak, özlem, elde etme arzusu ve aptallık bende biraradaydı..
Hiçbir zaman birlikte olamazdık. Evliydim, kabul etsen, beni sevdiğini söylesen, yaşamı paylaşmak istesen ne olacaktı?
Metresim mi olacaktın, imkansızdı bu..
Ama kabullenemiyordum.
Sen benim için erişilmesi gereken bir hedeftin, erişemiyordum, ben kovalıyordum sen kaçıyordun.
“Yavrum, iyi misin?”
“........”
“Duyuyor musun?”
“.........”
“Ne olur, cevap ver..”
Telefon etmek için can atıyor, arayamıyordum. Tersleneceğimden korkuyordum belki de..
“Anlamıyor musun, sen benim için sadece bir arkadaşsın..Birbirimiz için yaşamamız imkansız..”
Ellerim titriyordu- Ne kadınlar sevdim zaten yoktular-aramaya , sesini duymaya cesaret edemiyordum..
Uykusuz geçecek bir geceye, “Neden” sorularına yanıt aramaya ve ertesi güne hazırlıyordum kendimi..
Sonra günlerce inat ediyordum. Elim telefona gitse, frenliyordum kendimi..
“Oğlum Sedat sil şunu kafandan.. Yürümez bu ilişki- Hem zaten öyle fazla hoş bir kadın da değil- İlişkileri karmakarışık. Neden bu kadar önemsiyorsun..”
Birara mesaj gönderiyordum sitem dolu. Cevap alamıyordum. Bir gün dayanamamış evine telefon etmiştim. Sıcacık bir merhabaydı duyduğum ilk ses..
Bana evde tadilat yaptırdığını, boyacı ustasının işi yarım bırakıp gittiğini, onun aynı anda başka bir evde boya yaptırdığını öğrenince sinirlendiğini anlatmıştın.
“O kadar kızdım ki dayanamadım bağırdım. Korktu adam. Üstelik parasının da tamamını ödemiştim. Ne biçim esnaf bunlar.. 15 gündür toz-toprak içinde yaşıyorum.”
Yatıştırmış, sakinleştirmiştim seni..
“Mis gibi evinde mutluluk içinde yaşa..”
“Tam buldun mis gibi evi..”
“Keşke senin yerine ben yorulsaydım..”
“Keşke..”
“Eve ustaları alıyorsun, bir ben gelemedim utan..”
Pişman olmuştum sonra.
“Aptalca bir espri idi. Geri alıyor, özür diliyorum..”
“Saçmalama, haklısın, geri almana hiç gerek yok, seni seviyorum..”
Bu görüşmelerle karşılıklı mesajlar aynı zamanda telefon sohbetlerimizin yeniden başlamasının ilk adımı olmuştu. Demek ki, “sorun yoktu.”
Ama içimdeki kurt beynimi kemiriyordu.
“Yok oğlum bu kadın değişmez, iki gün sonra bambaşka biri olup yeniden çıkar karşına, ya da çıkmaz. Şaşırtır seni. Sen vakit varken umudunu kes..”
Aklıma yarası kapanmayan hangi beraberlikten geriye kalan, bir kağıt parçasına karaladığım şiir takılıyordu. İrlanda’daki kız arkadaşımdan aylarca mektup beklediğim günleri hatırlıyordum:
“Dur!
Çürümüş bu aşk
Düşüyor kurtlanmış gövdesiyle göğsüne
Bir mum daha söndür ruhunun aydınlığından
Yaşa git öylesine.”
“Fıstık, Na’ber?”
“Sevgililer günün kutlu olsun..”
“Benim sevgilim yok ki..”
“Ben varım ya, ruhen de olsa sevgilin değil miyim?”
Mesajın hoşuma gitmişti:
“Gördün mü bak. Senden hoşlanmasa bu mesajı gönderir mi? Yoksa alay mı ediyor? Niye alay etsin? Mutlaka ilgisi var ki.. Sabret,herşey senin istediğin gibi olacak. Sonunda onu elde edeceksin” diye armağan veriyordum kendime..
Tiyatro gösterisi mi vardı o gece. Konser miydi hatırlamıyorum, beni de davet etmiştin. Kuzu gibi gelmiştim. Ama sen yoktun. Bir not bile bırakmamıştın. Ertesi gün de özür bile dilememiştin. Orada, “Söz verdi, unutmaz, mutlaka gelir” diyerek sabırla seni beklerken, aslında bir hayal dünyasında yaşadığımı bildiğim halde, bunu kendime kabullendirememiştim.
İkna edemiyordum kendimi. Ve ertesi gün sanki buna hakkım varmış gibi hesap sormaya kalkmıştım ve almıştım cevabımı:
“Aaa, Sedat vallahi unuttum. Arkadaşlar aniden gelip eve, alıp götürdüler.”
Affemiştim bir gülücük karşılığında seni, her zamanki gibi..
Oysa-aptal yerine konulmuş biri olarak- bir hayli sinirli- eve döndüğüm gece aklımda herşeyi bitirmiştim.
“Sen istediğin kadar şehirliyim de.. Kafa yapısı olarak kasabalısın..”
“Sen öyle zannediyorsun..”
“O zaman benden hoşlanmıyorsun..”
“Manyak!.”
“Hiç belli etmiyorsun da..”
“Şu anda müsait değil ruh halim, bana biraz zaman ver..”
“Yüreğine girip, ruhunla konuşmak isterdim. Neler anlatırdı kimbilir? Senin için aslında güzelliklerle dolu..”
“Emin değilim..”
“Yanlış zamanda yanlış kişiler senin talihsizliğin. Kendini suçlu mu hissediyorsun..”
“Suçlu hissetmiyorum sadece kırgınım..”
“İleriye geleceğe bak. Seni sevenler de var..”
Radyoda, kimbilir hangi kanalda Elvis Presley gençlik döneminin en sevilen şarkılarından birini söylüyordu:
“İt’s now or never..”
Şarkı bitmiş ama ben son mesajıma cevap alamamıştım.
“Sdt sndn hslnyr.”
“Ben de senden..”
“Görmesen de sana yakın bir yerdeyim. Kadehinde, sigaranda, gecendeyim.”
“Çok güzel..”
“Seni çözmek güç..”
“Ben iki bilinmeyenli çözümsüz bir denklemim..”
Karekterin sürekli değişiyordu, bazen tutkulu, istekli, arzulu, ümit veren, bazen bana herhangi biriymişim gibi davranıyordun. Kendimle kavga ediyordum o zaman..”
“Oynuyor benimle, ben de sessizce alet oluyorum.."
“Yaşadıklarımız, aramızda geçenler ilginç bir öykü gibi biliyor musun?”
“Benim rolüm ne?”
“Sen güzel ve akıllı bir kadınsın, ben senin ruhuna girmeye çalışan bir aptal rolündeyim.” Sonu da hüzünlü bitiyor bu öykünün..”
“Hüzün istemiyorum, huzur istiyorum..”
“Huzurlu olmanı kim engelliyor, mutlu olmanı önleyen mi var?”
“Olmanın yolu?”
“Geçmişini unutmak, yeniden sevmeyi denemek. Bugün bundan sonraki yaşamımın ilk günü diyebilmek..”
Yağmur yağıyordu İzmir’de. Tabiat henüz canlanıyordu. Yemyeşil yaprakların büyümek için yarıştığı, kuşların en güzel şarkılarını söylediği günlerden biriydi. Hava çiçek ve nem kokuyordu. Seninle birlikte olmayı, yağmuru birlikte seyretmeyi, hatta yürümeyi çok istemiştim o gün..”
“Yağmur, çay ve sohbet zamanı..”
“Teklifin çok güzeldi. Sağol. Komşularla çay içiyorum..”
“Kabul edilmeyen tekliflerin hiçbir güzelliği yoktur..”
“Senin her teklifin hoş..”
“Ama geri çevrilen teklifler hiçbir anlam ifade etmiyor. Benden neden bu kadar kaçıyorsun..”
“Kaçmıyorum, korkuyorum..”
“Gelmesen de saat 17.00’de İnciraltı’nda yağmur ve çay ile birlikte olacağım..”
Boşuna beklemiştim. Hava kararıyordu, şu mesajı geçmiştim sana:
“Dünyanızda benim de bir yerim olsun istiyorum ama boşuna, öpüldünüz..”
“......”
“Sessiz kalarak bana gereken cevabı veriyorsun..”
Yeni evinde kullanman için sana bir resim çerçevesi göndermiştim. En azından teşekkür edersin diye beklemiştim. Günlerce ses çıkmayınca anlamıştım yine bir sorunla karşı karşıya olduğunu:
“Yumruk yedim” demiştin.
Tahmin etmek zor değildi. Ayrıldığın kocandı seni hırpalayan. Gözün morarmıştı. Uzun zaman işsiz gezen, nihayet iş bulan Cahit’le yeniden bir birliktelik düşündüğünü anlamış ama o yumruğu neden yediğini çözememiştim. Doğrusu sen de anlatamamıştın.
“Anlaşamıyorlar, neden kaderlerini zorluyorlar” demiştim.
Kızgın, kırgın, umutsuz ve bitkindin.
“Artık nefret ediyorum” diyordun, “Bir daha hiç olmayacak. Çocuğunu görmek için bile bu eve giremeyecek. Acıyordum eskiden, o kadar yolu geriye dönmesin diyordum. Evde yatmasına izin veriyordum. Ama imkansız artık. Kızımı gelip aşağıdan alsın bundan sonra.. Cehennemin dibine kadar yolu var..”
Doğum günümdü birkaç gün sonra. Sen bilmiyordun. Bir mesaj göndermiştim sana:
“Bana öyle bir şey söyle ki benim için en güzel doğum günü armağanı olsun.”
Saatler sonra telefon etmiştin:
“Doğum günün kutlu olsun. Kaç yaşına girdin. Kırkbir. Yaşlısın artık. Onbir yaş var aramızda. Ben doğduğumda sen onbir yaşındaydın. Yaş farkı çok, ben seninle olamam..”
Başım dönmüştü, düşecek gibi olmuştum oturduğum koltukta. Nasıl söyleyebilmiştin bunu bana..
“Sürprizleri seviyorsun ve hep kötü sürprizler yapıyorsun. Doğum günü armağanın için teşekkür ederim..”
Gece uyuyamamış, sabahın 5’inde cep telefonunun açık olmayacağını bile bile sana şu mesajı göndermiştim:
“Kalbinin kapılarını zorladığım için ve seni sevdiğim için özür dilerim. İnsan bazen ne kadar yaşlandığını unutuyor. Seni bir daha rahatsız etmeyeceğim..”
Aramıştın, açmamıştım telefonu. Öğlene doğru mesajın gelmişti:
“Sedat seni üzmek ve kırmak istememiştim. Çok pişmanım. O sıralarda moralim çok bozuktu. Ne olur beni affet..”
Oysa daha iki gün önce senin işyerinden birlikte çıkmış, alışveriş etmiş-Kızın tavuk kanadı severdi- evine gitmiştik. Müge gelmemişti okuldan daha- Kahve içmiş, sohbet etmiştik. Bana evini gezdirmiştin.. Ellerimi tutmuş, sarılmış, öpmüştün beni. Okuldan döndüğünde kızınla tanıştırmıştın.
“Ben senin beni sevebilme ihtimalini seviyordum. Ben senin peşindeyim sen başka bir hayatın. Koşmaktan yoruldum artık. Çünkü bu ihtimalin gerçek olmayacağını biliyorum. Senden beni zorla sevmeni bekleyemem..”
“Çok yorgunum Sedat, içim yorgun..Özür dilerim, seni seviyorum..”
“Hala bana net cevap veremiyorsun. Susmayı tercih ediyorsun. Aralık tutulan kapıları sevmem. Ya tam aç ya da tamamen kapat. Umut etmekten bıktım. Çünkü açık tutulan kapılar umuttur..”
“Ne zamandır sana deliyim. Sonunda kendimi ele verdim..”
“Biliyor olmaktan mutluyum..”
O gece bir kağıt parçasına karaladıklarımı ertesi sabah okumuştum:
Sevgi paylaşılırsa eğer
Ve birlikte tad alınırsa yasak bir meyveden
Aynı çiçekler koklanırsa eğer
Şebnemler, nergisler, papatyalar
Hayat budur sevgilim geçenler unutulur..
Suskunluğun uzayınca yeni bir mesaj göndermiştim:
“Kaç gündür nasılsın diye sorarsın diye bekledim. Aklının ucundan bile geçmedim besbelli. Kimi sevdiğini ya da kimi sevmek istediğini bilmiyorum. Ama senin için bir şey ifade etmediğimden eminim. Bana cevap veremiyorsun..”
“Kitap okurum
İçinde sen varsın
Şarkı dinlerim
İçinde sen
Oturdum ekmeğimi yerim
Karşımda sen oturursun
Çalışırım
Karşımda sen”
Ulaşamıyordum bir türlü sana:
“O şimdi ne yapıyor?
Şu anda, şimdi, şimdi
Evde mi, sokakta mı
Çalışıyor, uzanmış mı, ayakta mı?
Kolunu kaldırmış olabilir
-Hey gülüm
Beyaz, kalın bileğini nasıl da çırılçıplak eder bu hareketi
O şimdi ne yapıyor?
Şu anda, şimdi, şimdi
Belki dizinde bir kedi yavrusu var okşuyor
Belki de yürüyordur adımını atmak üzeredir
Ve ne düşünüyor
Beni mi
Yoksa ne bileyim
Fasülyenin neden bir türlü pişmediğini mi
Yoksa insanların çoğunun neden böyle bedbaht olduğunu mu
O şimdi ne düşünüyor, şu anda, şimdi, şimdi..”
Birkaç gün geçmişti aradan. Ağaçlarla, kuşlarla, arkadaşlarla, kitaplarla, fotoğraflarla, şiirlerle, körfezin güzelliği ile, Kestane Pazarı’ndaki baharatlarla, gelecek güzel günlerle, güneyden kuzeye akan yüklü yağmur bulutları ile, sedef rengi dolunayla, oğlumla ilgileniyor seninle ilgilenmiyordum artık. Alışıyordum. Birkaç gün geçmişti aradan. Bir gün, vakit akşama yakındı. Ne zamandır ilk kez cep telefonundan iki sinyal sesi duymuştum, tuşa basmıştım hemen heyecanla..
“Mesaj alındı..”
Tuşa basmıştım yeniden..
Cep telefonunun ekranında iki kelime vardı:
“Evleniyorum, öptüm..”
Gözlerimden, engel olmaya çalışsam da iki damla yaş süzülmüştü. Telefonumu bir daha kullanmamak üzere kapatmadan önce, o iki damla yaş, iki tomurcuk coşkulu bir sel gibi ekranın üzerine aktı:
“Evleniyorum, öptüm..”
Vapur iskelesinin yakınlarındaydım. Bir sigara yaktım. Günbatımını seyrettim. Kimbilir kaç milyar yıldır körfezde Karaburun Yarımadası üzerinde güneş kavuşuyordu. Hayat devam ediyordu.
Aceleci, sakin, meraklı, üzgün, neşeli, kırgın, mahsun, mutlu, umutlu onbinlerce kişi bir insan seline kapılmış, gidiyor geliyordu.
Denize bakmıştım, batan güneşten alev alev yanıyordu sular. “Bir daha cep telefonu yok” demiştim kendi kendime ve telefonu o alevlerin ortasına fırlatmıştım.
2. Beyler’e girmiştim daha sonra. O sinemanın yanındaki kuyumcunun eterniti altında elim yeniden sigara paketine uzanmıştı. Sinemanın bulunduğu pasajın girişine bakmıştım, kimsecikler yoktu, seni boşuna aramıştı gözlerim.
“Mahremiyet” oynuyordu.. Filme yetişmek isteyen bir kişi pasaja koşarak girmişti, bir başkası köşedeki butiğin vitrinindeki kahverengi ceketi incelemiş, daha sonra o da gitmişti.
Sonra sessizlik çökmüştü pasajın girişine.
Gökyüzüne bakmıştım. Çatıların gece mavisi ile buluştuğu yerde irili ufaklı erkenci yıldızlar parıldıyordu. Aklıma yeniden o şiir gelmişti nedense:
“İster gökyüzünde seyret ister gözlerimde
Körler onları göremese de yıldızlar vardır.”
Uzatmayacaktım artık, kederle ve acıyla içiçe olmanın bir anlamı yoktu. Beyhude aşkların peşinde koşmanın da.. Ne diyordu Ataol Behramoğlu:
“Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var. Yaşadın mı yoğunluğuna yaşayacaksın herşeyi/ Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten, sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği/ Yaşadıklarımdan öğrendiğim birşey var/ Yaşadın mı büyük yaşayacaksın/ Irmaklara, göllere, bütün evrene karışırcasına/ Çünkü ömür dediğimiz şey hayata sunulmuş bir armağandır/ Ve hayat sunulmuş bir armağandır insana..”
Yaşamak gerekiyor diye düşünmüştüm, yaşayacak ne ömrüm kalmıştı ki. Güzel günler de olmalıydı anılarım arasında.
Yeniden eve dönmeyi de yakıştıramamıştım kendime. Aldanmıştım ve aldatmaya hiç hakkım yoktu.
Hayata yeni başlamış bir insan gibi yürümeye başlıyordum artık. Hafiflemiş, mutlu olmaya kararlı ve yalnızlığıma gülümseyerek.
Yürüyordum, otobüs duraklarına doğru. Yanımda yürüyen liselilerden erkek olanı kız arkadaşına yüksek sesle, ezberlediği bir şiiri okuyordu:
“Her gelen vapuru treni
Yeni bir ümitle beklemeli
Her gelen vapur, tren
Yeni insanlarla gelir
Ben esmerdim güzelim
Bu sefer bir sarışını seversin
Aşk yaşayanlar içindir..”