07-07-2007, Saat: 04:15 PM
Ayşe ARMAN
Bu nasıl bir tutkudur anlamak mümkün değil. Fenerbahçe ile ilgili bir yazı yazdığımda, Cengiz Çandar bile mesaj atıyor, "Bugüne kadar yazdığın en güzel ve gerçekçi yazıydı" diyor.
Düzeltiyor, "Fenerliler aşırı değildir, tutkuludur." Bir küçük olayda bile Yalçın Doğan’ın Fenerbahçe Cumhuriyeti olarak tarif ettiği şeyi, bizzat yaşamak mümkün. Yalçın Doğan, benim saygı duyduğum bir meslek büyüğüm. Ankara temsilciliği, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı, yani bu meslekte yaşanabilecek en üst noktaları yaşayıp da, bu kadar mütevazı kalmayı başarabilen sayılı insanlardan biri. Haber ve gazetecilik konuşmak gözlerini parlatıyor. Damarlarından, resmen haber akıyor. Bilgili, esprili, sürekli kendini yenileyen, hayatı takip eden ve hayatı takip etmekten asla vazgeçmeyecek biri. "Fenerbahçe Cumhuriyeti" lafının kaşifi. Gerçekten de cuk oturan bir kitap ismi. Ben de bu Cumhuriyet’in üyelerinden biriyle yaşıyorum. Vatandaşlık hakkı için müracaat etmiş bulunuyorum. Bu kitabı da, 100. yılında şampiyonluk gururu yaşayan tüm Fenerbahçe Cumhuriyeti vatandaşlarına tavsiye ediyorum...
Ne kadar fanatik bir Beşiktaşlısınız?
- Epeyce... Kongre üyesi olacak kadar...
Nasıl oldu da bunca zaman, Beşiktaş üzerine bir kitap yazmadınız?
Fenerbahçe Cumhuriyeti üzerine kitap yazarken, hiç mi yüreğiniz sızlamadı?
- Hayır, hiç.
Beşiktaşlılar bozulmadı mı peki?
- Tam tersine Fenerliler bozuldu. En başta Hasan Pulur, "Ulan sen Beşiktaşlısın ama bizim sırtımızdan para kazandın!" dedi. Ben de cevap olarak, "Bu kadar fanatik Fenerli yazar var. Ama sizin tarihinizi yazmak da, bir Beşiktaşlıya kısmetmiş" dedim. Ekledim tabii: "Bu da size gol olsun!"
1 LİRA KARŞILIÄžINDA STAD
Sizce üç büyüklerin taraftarı arasında karakter tahlili yapmak söz konusu mu?
- Daha üstten bakanlar, daha kibirliler GS’lı. Fenerbahçeliler daha tutkulu. Beşiktaşlılar daha ürkek ve daha çekingen gibi geliyor bana.
Futbol, seks, siyaset ayrılmaz üçlü mü?
- Hem de ne biçim. Üçü de tutku. Bu kitapta ben futbolla siyasetin ilişkisini anlattım. Akademik bir şey söylemek istersek, bu sosyolojik bir kitap, futbolun ekonomipolitiğini anlatıyor. Örnek olay da, Fenerbahçe.
Neden Fenerbahçe’nin eşi benzeri yok. Nesi farklı?
- Bir tarihte, Fenerbahçe Müzesi’ni geziyoruz. Duvarda kulüp başkanları var, onların fotoğraflarına bakıyorum. Osmanlı dönemi, İttihat ve Terakki, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet Halk Partisi, Demokrat Parti derken bugüne geliyoruz ve birden şunu fark ediyorum: Türkiye’nin siyasi tarihine paralel olarak, kim iktidardaysa onun önde gelen bir temsilcisi Fenerbahçe kulübüne başkan olmuş. En çarpıcısı da bence stat örneği. Şükrü Saraçoğlu, Cumhuriyet Halk Partisi’nin Maliye Bakanı, sonra Başbakan oluyor. Çok sıkı bir Fenerli. Maliye Bakanı’yken tek bir maddelik bir kanun çıkarıyor. Diyor ki, "Bir semtte iki takım ama bir tek saha varsa, kimin taraftarı daha fazlaysa saha da onun olur." Tabii bu kanunla birlikte, bir lira karşılığında, stat, Fenerbahçe’nin oluyor. Ya da Fahri Korutürk, Cumhurbaşkanıyken, özel bir af çıkarıyor, o afla Fenerli bir futbolcu bir sonraki maçta oynayabiliyor. Korutürk gibi bir adamı bile rayından çıkarıyor Fenerbahçe. Bu anlamıyla gerçekten eşi benzeri yok.
Hangi özelliğiyle bu kadar insanı tutkuyla baştan çıkarıyor Fenerbahçe?
- Bence tarihi insanları tatmin ediyor. Kaynağı Kurtuluş Savaşı. Esir şehir, işgal altında bir ülke. Yoksulluk içinde, zorluk içinde. Ve insanlar haliyle hınçlarını bir yerden almak istiyorlar. Ve o sırada, bir spor kulübü, Fenerbahçe İstanbul’da işgal kuvvetlerini yeniyor. E bu müthiş bir şey. İnanılmaz bir moral. İsmet Paşa, "Gözlerinizden hasretle öperim" diye bir telgraf çekiyor. Yani Fenerbahçe’nin sihri, tarihinde yatıyor.
Ama dünya çapında başarısı az...
- Hatta hiç yok.
Buna rağmen daha tutkulu ve daha sadık bir taraftarı var...
- Ve daha hırçın. Ben bunu da kulübün tarihine bağlıyorum. Devletle bu kadar iç içe olunca, iktidar hırsın oluyor. Hırçınlık oradan kaynaklanıyor. Marş yazıyorlar, senfoni yapıyorlar, tıpkı bir devlet gibi. Bir cumhuriyetin nesi varsa, onların da var. Vatandaşları var, bakanları var, orduları var, başkanları var. Bir tek merkez bankaları yok gibi geliyor bana.
Yazdıkça, Fenerbahçe’ye hayran kaldınız mı?
- Kalmaz mıyım? Hatta bir Beşiktaşlı olarak bana bile hırs geldi, niye böyle bir takım Türkiye içine hapsoluyor diye. Ama işte Türkiye nasıl yönetiliyorsa, Fener de öyle yönetiliyor.
Siz futbolcu olsaydınız hangi takımda oynamak isterdiniz?
- Kesinlikle Fenerbahçe. Ama bu aynı zamanda dünyanın en riskli işlerinden biri. Ne kadar anlı şanlı futbolcu geldi geçti Fener’den ve yüzde 90’ı eriyip gitti. Şimdi çok parlak bir futbolcu alınca Fener, "Eyvaaaaah!" diyorum.
BAŞBAKANLIK GİBİ BİR ŞEY
Fenerbahçe’ye başkan olmak ne manaya geliyor? Bunun kıymeti harbiyesi nedir? Neden her Fenerli erkek, itiraf etmez ama başkan olmak için canını verir...
- Çünkü bu başbakan olmak gibi bir şey. İstediğin kapı, istediğin zaman açılıyor. Bu sayede her türlü ilişkiyi kolaylıkla kurabiliyorsun. Ve sadece Fenerbahçelilik nedeniyle. Toplumsal konumda, sınıf atlamada çok ciddi bir şey bu. Siyasi partilerle Fenerbahçe arasındaki bağlantı, 24 Ocak kararlarından sonra bir dönüşüm yaşadı. Kulüp başkanlarının profili değişti. Hemen hepsi, kulübe mali destek sağlayacak işadamlarından oluşmaya başladı. Sıradan, hiç bilinmeyen bir müteahhit, Fenerbahçe’ye başkan olunca tanınan biri oldu. Siyasiler ve devlet adamları tarafından ağırlandı. Sadece müteahhit olarak kalsalardı, Fener’e son 10 yılda başkan olanları kim tanırdı?
Gelmiş geçmiş başkanlar
EN ÇOK TARTIŞILANI AZİZ YILDIRIM
Gelmiş geçmiş başkanları bir iki cümleyle tanımlayabilir misiniz?
- Ali Şen en hızlı, en ağzı laf yapan, en becerikli, en enerjik. Ve dediğim dedik. Faruk Ilgaz, tam bir devlet adamı. Özü sözü doğru bir adam. Tahsin Kaya müteahhit, Fener’e başkan olmuş, sonra tekrar müteahhitliğe dönmüş. Metih Aşık da öyle. Kendi dünyalarında sıkışıp kalmışlar. Emin Cankurtaran da biraz öyle. Güven Sazak, başkanların arasında siyasi kimliği en ön planda olanı.
Peki en çok tartışılan başkan hangisi?
- Aziz Yıldırım. Benim gözlemim değil, bir üniversitenin yaptığı araştırmaya göre, iki tane Aziz Yıldırım var. Bir tanesi şeker hastası olduğu için çok hırçın, geçimsiz, çevresini çok yıkıp döken biri. Çalıştığı arkadaşları dahil kimseden olumlu hiçbir şey duymadım onunla ilgili. Buna karşılık, ikinci bir Aziz Yıldırım var. Fenerbahçe’nin bütçesini 100 milyon doları aşan bir hale getiriyor, çok önemli bir stadyum yapıyor, Fenerium gibi bir kuruluşu ortaya çıkarıyor, FB TV’yi kuruyor. Yatırım ve tesis kazandırma anlamında fiilen yaptığı işler müthiş. Ama buna rağmen sevilmiyor.
Sadece şeker hastalığı bu durumu açıklar mı?
- Hayır, sinirli bir yapısı var. Ve ilişkilerini bir türlü rayına oturtamıyor. Bundan dolayı da en çok kendi kişiliği zarar görüyor. Halbuki Şükrü Saracoğlu ve Faruk Ilgaz’dan sonra en uzun başkanlık yapmış olan o. Ama bütün başkanlara baktığımızda en tartışılan da o.
HER HABER BENİ ARŞİMED’İN HAMAMDAN FIRLAMASI GİBİ HEYECANLANDIRIYOR
En tutkuyla bağlı olduğunuz şey...
- Gazetecilik. Benim gözümde her insanın öncelikli tutkusu, mesleği olmalı. Meslekte başarısızlık, beraberinde pek çok mutsuzluğu getiriyor. Mesleğinde başarısız birinin çok büyük bir aşk bile yaşayabileceğine inanmıyorum.
Gazetecilik olmasaydı hayatınızda, ne kadar eksik kalırdınız?
- Çok. Her haber beni Arşimed’in hamamdan fırlaması gibi heyecanlandırıyor Çünkü, haber insanlık halini anlatır. Daha önemlisi, insanlık halinin değişmesine katkıda bulunur.
Siz, nasıl gazeteci oldunuz?
- Yedek subaylığımda sakıncalı piyadeydim. Devlette çalışabilmem mümkün değildi. O zaman okuyup yazmakla ilgili bir iş yapmak istediğime karar verdim. Ya akademisyen olacaktım ya da gazeteci. Üniversite hocam, rahmetli Cavit Orhan Tütengil, Cumhuriyet Gazetesi’nde yönetim kurulu üyesiydi, sayesinde Cumhuriyet’e girdim. Önce İstanbul’da sonra Ankara’da çalıştım. 1981’de temsilci oldum. Ve bu mesleği hep çok sevdim.
Bir kere genel yayın müdürü olan, her zaman öyle midir?
- Hayır. Ben hiç öyle hissetmedim. Türk basınında neredeyse almadığım ödül kalmadı. Ama her şey depase. Konumlar da, ödüller de. Ben bugün ne yapacağımıza bakarım...
Bir zamanlar gazetenin bütün yönetim kademelerinde bulunmak, karar merciinde olmak, şimdi sadece köşe yazmak rahatsız ediyor mu sizi?
- Yok canım, niye etsin. Postlar, pozisyonlar, konumlar gelip geçici, kalıcı olan sadece gazeteciliğin kendisi.
Peki sadece köşe yazmak sizi kesiyor mu?
- Keser mi? Kesmez. O yüzden kitap da yazıyorum...
Kendimi hayatın akışına bırakamıyorum
Alman Lisesi’nde okumak demek, "yarı Alman" olmak mı demek?
- Disiplin ve yaşam biçimi anlamında, evet yarı Alman olmak demek. Hiç uçak kaçırmam, otobüs kaçırmam, her yere vaktinde giderim...
Ben genetik olarak yarı Alman sayılırım ama bir yere vaktinde yetişebildiğim enderdir. Siz nasıl beceriyorsunuz bunu?
- Fiziki ve psikolojik alışkanlıklarım o refleksi edinmiş durumda. Kendimi ayarlıyorum, 8’de mi bir yerde olacağım, oluyorum.
Diyelim ki geç kaldınız, karşınızdakinin ne düşünmesi gerekiyor?
- Korkması gerekiyor! Başıma bir şey gelmesi lazım. Hele yarım saat, 40 dakika, mümkün değil bir yere geç kalmam. Bir tarihte, gazete yöneticiliği yaparken, çok hızlı bir gazetecinin, şimdi adını vermeyeyim, çok da severim, cumhurbaşkanını izlemesini istemiştim...
Hadi verin adını, ne olacak ki...
- Peki, Ufuk Güldemir. Kenan Evren cumhurbaşkanıydı, onu izlemesini istedim. Öğleyin gazeteye geldi, "N’oldu? Gitmedin mi?" dedim, "Yok gidemedim, uçağı kaçırdım" dedi. Ben de dedim ki, "Sen o zaman, şimdi bir otobüse bin, Erzurum’a git, beni oradan ara..." Dedi ki: "Şaka değil mi?" "Yok hayır" dedim. Hayretle suratıma baktı, "Siz hiç uçak kaçırmadınız mı?" dedi. "Hayır" dedim, "Kaçırmadım..."
Gitti mi peki?
- Gitti, gitti.
İyi de, hani insan, müthiş bir ortamdadır, bir kadınla birliktedir ya da bir adamla, çok keyif alıyordur, eğleniyordur, kalkamaz, gidemez, basireti bağlanır... Size hiç olmaz mı?
- Yok olmaz. Bir tarihte mesela, sevgilim İstanbul’da, gidecek ama ben kalmasını istiyorum. İstemiyorum yani gitmesini ama onu uçağa yetiştirmek için de elimden geleni yapıyorum. Böyleyim ben. Alman Liseliler genellikle böyledir.
Bu sizi zorlamıyor mu?
- Zorlamaz mı? Biz hayatı çok ciddiye alıyoruz.
Ne demek "hayatı ciddiye almak"?
- "Ne önemi var, deniz kenarında oturuyoruz işte, rahatız, oraya da bir yarım saat geç gideriz..." diyememek. Hayatı ciddiye almak, kendini başkalarına karşı hep sorumlu hissetmek demek. Ben öyleyim, sorumlu davranmazsam üzülürüm. Küçük küçük olaylar beni çok etkiler.
Nasıl yani?
- Herhangi biri "Bizi gördün ama selam vermedin!" dese, hayatım kararır mesela. Sorumlu hissetmek, karşındakine saygı duymaktır aynı zamanda. Tabii aynı şekilde saygı da beklerim. Gösterilmezse, zedelenirim.
Tam da bu anlattığınız şeylerin tersinin tezahür ettiği bir ülkede yaşıyoruz. Hayat sizin için zor olmalı. Nasıl başa çıkıyorsunuz?
- Kendi kabuğuma çekiliyorum. Ama tabii kimse bunun farkına varmıyor. Dağ dağa küsmüş, dağın haberi olmamış misali. 15 gün bir arkadaşımı aramam mesela, farkında bile değildir, sonra "Ya sen nerdesin!" der, neden alındığımı anlatırım. Bazen de anlatmam.
BİR KERE BİLE SARHOŞ OLMADIM
Çocuğunuz olsaydı, Alman Lisesi’ne gönderir miydiniz?
- Kesinlikle. Hiç düşünmeden.
Peki çocuğa yazık olmaz mıydı, o kadar disiplin, o kadar sorumluluk...
- Bana hayatın temel felsefesi sorumluluk taşımakmış gibi geliyor. İnsanın kendisiyle barışık olabilmesi için de öyle olması gerekiyor.
Doğrudur da... Arada sorumsuz olmanın da dayanılmaz bir hafifliği vardır. Yok mudur?
- Ben ömrümde bir kere bile sarhoş olmadım. Eğer araba kullanacaksam, ikinci kadehten sonra asla içmem.
Bir denesenize. Ama araba kullanmayın o gece... Sarhoş olun...
- (Gülüyor.)
Bir bırakın kendinizi bakalım, ne olacak...
- Bilmiyorum. Ama ömrümde yapmadım böyle bir şey.
Tüm bunlar, kendini bir başkasına teslim edememeyi de beraberinde getirmez mi?
- Benim de kendimi bıraktığım, teslim ettiğim alanlar var: Felsefe ve okuma alanı. Gece 11’de, o kalabalıktan sıyrılır eve gelir ve okurum. Çeşitli şeyler. Çok da zevk alırım. Sonra Beethoven dinlerim. Her sabah. Mutlaka. Beethoven dinlemeden, güne başlamam.
Siz bütün kararları aklınızla mı alırsınız?
- Evet. Duygularımın payı çoktur, ama esas olan akıldır...
Alman eğitiminin kişiliğiniz üzerinde olumlu etkilerinin yanı sıra, dezavantajları da olmuş mudur?
- Yok, ben hayatımdan memnunum. Bir tek bu kendini bırakmamak konusunda zaafım var. Dışarıdan bakanlar, "Bu kadar disiplin, bu kadar kural, bu adam kesin gergin bir top gibi biri" diye düşünebilir ama hiç öyle değilim. Çünkü kendimle çok barışığım. Tek eksiğim, kendimi hayatın akışına bırakamamak...
Ama bu durumdan pek de şikayetçi gözükmüyorsunuz!
- Yok, yok değilim. Ben şuna inanıyorum: İnsan hayatını kendi iradesiyle belirlemelidir. Dolayısıyla ben, irademin dışına çıkıp, kendime saygısızlık etmem.
Yani duygularınıza kapılıp gitmezsiniz hiç.
- Gitmem.
Bir kontrol manyağı olduğunuz söylenebilir mi?
- Evet. Tam.
Arabayla 180 filan yaptığınız oldu mu hiç?
- Hayır. Ben hayatta ekstrem hiçbir şey yapmadım. Yapmaya da niyetli değilim. Şehirlerarası yolda gidiyorum değil mi? Hız limiti 90 mı yazıyor? Ben 95’le bile gitmem. Kurallı yaşamanın, hepimize mutluluk getireceğine inanıyorum. Aslında ülkede herkes kurallı yaşasa ne bu kadar trafik kazası olur ne de bu kadar birbirimizi yeriz...
Bu durumda, çoğunluk kurallara uymadığı için "ekstrem" ve "marjinal" olan sizsiniz. Kendiniz gibi birine rastladınız mı hiç?
- Bir defa Alman Liseli arkadaşlarım var. Tabii bu kadar disiplinli, sorumlu ve kurallı yaşamak hayatta belli bir başarıyı da getiriyor insana. Saygınlık ve itibar da.
Bir anlamıyla bencil olduğunuz da söylenebilir mi: "Kendi hayatım, kendi düzenim, kendi dünyam..."
- Tabii tabii. Kendi duvarlarımı örmüşümdür. Kimse öyle benim bahçeme, tekme tokat giremez.
Sizinle yakınlaşmak da kolay değil yani.
- Ancak ben istersem, benim istediğim insanlar o duvarı aşabilir...
Tüm bu titiz, programlı, disiplinli, akıllı, saygılı, tutarlı görüntünüz altında hiç mi çılgınlık yapma isteğine kapıldığınız olmaz?
- Zaman zaman tiyatro eserlerinde olduğu gibi çılgınca bir aşk yaşamayı hayal ederim. Truva’daki gibi. Hani öyle bir aşk yaşıyor ki, ülkesini yıkıyor. Ben de isterim. Her şeyi yangın yerine çevireyim, öyle bir duygu yaşayayım... Ama sonra o cesareti bulamam kendimde. Çünkü bilirim, o yangın yerini yine ben toplayacağım...
GS’liler kibirli Fenerliler tutkulu Beşiktaşlılar çekingen
Bu nasıl bir tutkudur anlamak mümkün değil. Fenerbahçe ile ilgili bir yazı yazdığımda, Cengiz Çandar bile mesaj atıyor, "Bugüne kadar yazdığın en güzel ve gerçekçi yazıydı" diyor.
Düzeltiyor, "Fenerliler aşırı değildir, tutkuludur." Bir küçük olayda bile Yalçın Doğan’ın Fenerbahçe Cumhuriyeti olarak tarif ettiği şeyi, bizzat yaşamak mümkün. Yalçın Doğan, benim saygı duyduğum bir meslek büyüğüm. Ankara temsilciliği, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı, yani bu meslekte yaşanabilecek en üst noktaları yaşayıp da, bu kadar mütevazı kalmayı başarabilen sayılı insanlardan biri. Haber ve gazetecilik konuşmak gözlerini parlatıyor. Damarlarından, resmen haber akıyor. Bilgili, esprili, sürekli kendini yenileyen, hayatı takip eden ve hayatı takip etmekten asla vazgeçmeyecek biri. "Fenerbahçe Cumhuriyeti" lafının kaşifi. Gerçekten de cuk oturan bir kitap ismi. Ben de bu Cumhuriyet’in üyelerinden biriyle yaşıyorum. Vatandaşlık hakkı için müracaat etmiş bulunuyorum. Bu kitabı da, 100. yılında şampiyonluk gururu yaşayan tüm Fenerbahçe Cumhuriyeti vatandaşlarına tavsiye ediyorum...
Ne kadar fanatik bir Beşiktaşlısınız?
- Epeyce... Kongre üyesi olacak kadar...
Nasıl oldu da bunca zaman, Beşiktaş üzerine bir kitap yazmadınız?
- Beşiktaş’ın böyle hikayesi yok çünkü. Hiçbir takımın yok.
Fenerbahçe Cumhuriyeti üzerine kitap yazarken, hiç mi yüreğiniz sızlamadı?
- Hayır, hiç.
Beşiktaşlılar bozulmadı mı peki?
- Tam tersine Fenerliler bozuldu. En başta Hasan Pulur, "Ulan sen Beşiktaşlısın ama bizim sırtımızdan para kazandın!" dedi. Ben de cevap olarak, "Bu kadar fanatik Fenerli yazar var. Ama sizin tarihinizi yazmak da, bir Beşiktaşlıya kısmetmiş" dedim. Ekledim tabii: "Bu da size gol olsun!"
1 LİRA KARŞILIÄžINDA STAD
Sizce üç büyüklerin taraftarı arasında karakter tahlili yapmak söz konusu mu?
- Daha üstten bakanlar, daha kibirliler GS’lı. Fenerbahçeliler daha tutkulu. Beşiktaşlılar daha ürkek ve daha çekingen gibi geliyor bana.
Futbol, seks, siyaset ayrılmaz üçlü mü?
- Hem de ne biçim. Üçü de tutku. Bu kitapta ben futbolla siyasetin ilişkisini anlattım. Akademik bir şey söylemek istersek, bu sosyolojik bir kitap, futbolun ekonomipolitiğini anlatıyor. Örnek olay da, Fenerbahçe.
Neden Fenerbahçe’nin eşi benzeri yok. Nesi farklı?
- Bir tarihte, Fenerbahçe Müzesi’ni geziyoruz. Duvarda kulüp başkanları var, onların fotoğraflarına bakıyorum. Osmanlı dönemi, İttihat ve Terakki, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet Halk Partisi, Demokrat Parti derken bugüne geliyoruz ve birden şunu fark ediyorum: Türkiye’nin siyasi tarihine paralel olarak, kim iktidardaysa onun önde gelen bir temsilcisi Fenerbahçe kulübüne başkan olmuş. En çarpıcısı da bence stat örneği. Şükrü Saraçoğlu, Cumhuriyet Halk Partisi’nin Maliye Bakanı, sonra Başbakan oluyor. Çok sıkı bir Fenerli. Maliye Bakanı’yken tek bir maddelik bir kanun çıkarıyor. Diyor ki, "Bir semtte iki takım ama bir tek saha varsa, kimin taraftarı daha fazlaysa saha da onun olur." Tabii bu kanunla birlikte, bir lira karşılığında, stat, Fenerbahçe’nin oluyor. Ya da Fahri Korutürk, Cumhurbaşkanıyken, özel bir af çıkarıyor, o afla Fenerli bir futbolcu bir sonraki maçta oynayabiliyor. Korutürk gibi bir adamı bile rayından çıkarıyor Fenerbahçe. Bu anlamıyla gerçekten eşi benzeri yok.
Hangi özelliğiyle bu kadar insanı tutkuyla baştan çıkarıyor Fenerbahçe?
- Bence tarihi insanları tatmin ediyor. Kaynağı Kurtuluş Savaşı. Esir şehir, işgal altında bir ülke. Yoksulluk içinde, zorluk içinde. Ve insanlar haliyle hınçlarını bir yerden almak istiyorlar. Ve o sırada, bir spor kulübü, Fenerbahçe İstanbul’da işgal kuvvetlerini yeniyor. E bu müthiş bir şey. İnanılmaz bir moral. İsmet Paşa, "Gözlerinizden hasretle öperim" diye bir telgraf çekiyor. Yani Fenerbahçe’nin sihri, tarihinde yatıyor.
Ama dünya çapında başarısı az...
- Hatta hiç yok.
Buna rağmen daha tutkulu ve daha sadık bir taraftarı var...
- Ve daha hırçın. Ben bunu da kulübün tarihine bağlıyorum. Devletle bu kadar iç içe olunca, iktidar hırsın oluyor. Hırçınlık oradan kaynaklanıyor. Marş yazıyorlar, senfoni yapıyorlar, tıpkı bir devlet gibi. Bir cumhuriyetin nesi varsa, onların da var. Vatandaşları var, bakanları var, orduları var, başkanları var. Bir tek merkez bankaları yok gibi geliyor bana.
Yazdıkça, Fenerbahçe’ye hayran kaldınız mı?
- Kalmaz mıyım? Hatta bir Beşiktaşlı olarak bana bile hırs geldi, niye böyle bir takım Türkiye içine hapsoluyor diye. Ama işte Türkiye nasıl yönetiliyorsa, Fener de öyle yönetiliyor.
Siz futbolcu olsaydınız hangi takımda oynamak isterdiniz?
- Kesinlikle Fenerbahçe. Ama bu aynı zamanda dünyanın en riskli işlerinden biri. Ne kadar anlı şanlı futbolcu geldi geçti Fener’den ve yüzde 90’ı eriyip gitti. Şimdi çok parlak bir futbolcu alınca Fener, "Eyvaaaaah!" diyorum.
BAŞBAKANLIK GİBİ BİR ŞEY
Fenerbahçe’ye başkan olmak ne manaya geliyor? Bunun kıymeti harbiyesi nedir? Neden her Fenerli erkek, itiraf etmez ama başkan olmak için canını verir...
- Çünkü bu başbakan olmak gibi bir şey. İstediğin kapı, istediğin zaman açılıyor. Bu sayede her türlü ilişkiyi kolaylıkla kurabiliyorsun. Ve sadece Fenerbahçelilik nedeniyle. Toplumsal konumda, sınıf atlamada çok ciddi bir şey bu. Siyasi partilerle Fenerbahçe arasındaki bağlantı, 24 Ocak kararlarından sonra bir dönüşüm yaşadı. Kulüp başkanlarının profili değişti. Hemen hepsi, kulübe mali destek sağlayacak işadamlarından oluşmaya başladı. Sıradan, hiç bilinmeyen bir müteahhit, Fenerbahçe’ye başkan olunca tanınan biri oldu. Siyasiler ve devlet adamları tarafından ağırlandı. Sadece müteahhit olarak kalsalardı, Fener’e son 10 yılda başkan olanları kim tanırdı?
Gelmiş geçmiş başkanlar
EN ÇOK TARTIŞILANI AZİZ YILDIRIM
Gelmiş geçmiş başkanları bir iki cümleyle tanımlayabilir misiniz?
- Ali Şen en hızlı, en ağzı laf yapan, en becerikli, en enerjik. Ve dediğim dedik. Faruk Ilgaz, tam bir devlet adamı. Özü sözü doğru bir adam. Tahsin Kaya müteahhit, Fener’e başkan olmuş, sonra tekrar müteahhitliğe dönmüş. Metih Aşık da öyle. Kendi dünyalarında sıkışıp kalmışlar. Emin Cankurtaran da biraz öyle. Güven Sazak, başkanların arasında siyasi kimliği en ön planda olanı.
Peki en çok tartışılan başkan hangisi?
- Aziz Yıldırım. Benim gözlemim değil, bir üniversitenin yaptığı araştırmaya göre, iki tane Aziz Yıldırım var. Bir tanesi şeker hastası olduğu için çok hırçın, geçimsiz, çevresini çok yıkıp döken biri. Çalıştığı arkadaşları dahil kimseden olumlu hiçbir şey duymadım onunla ilgili. Buna karşılık, ikinci bir Aziz Yıldırım var. Fenerbahçe’nin bütçesini 100 milyon doları aşan bir hale getiriyor, çok önemli bir stadyum yapıyor, Fenerium gibi bir kuruluşu ortaya çıkarıyor, FB TV’yi kuruyor. Yatırım ve tesis kazandırma anlamında fiilen yaptığı işler müthiş. Ama buna rağmen sevilmiyor.
Sadece şeker hastalığı bu durumu açıklar mı?
- Hayır, sinirli bir yapısı var. Ve ilişkilerini bir türlü rayına oturtamıyor. Bundan dolayı da en çok kendi kişiliği zarar görüyor. Halbuki Şükrü Saracoğlu ve Faruk Ilgaz’dan sonra en uzun başkanlık yapmış olan o. Ama bütün başkanlara baktığımızda en tartışılan da o.
HER HABER BENİ ARŞİMED’İN HAMAMDAN FIRLAMASI GİBİ HEYECANLANDIRIYOR
En tutkuyla bağlı olduğunuz şey...
- Gazetecilik. Benim gözümde her insanın öncelikli tutkusu, mesleği olmalı. Meslekte başarısızlık, beraberinde pek çok mutsuzluğu getiriyor. Mesleğinde başarısız birinin çok büyük bir aşk bile yaşayabileceğine inanmıyorum.
Gazetecilik olmasaydı hayatınızda, ne kadar eksik kalırdınız?
- Çok. Her haber beni Arşimed’in hamamdan fırlaması gibi heyecanlandırıyor Çünkü, haber insanlık halini anlatır. Daha önemlisi, insanlık halinin değişmesine katkıda bulunur.
Siz, nasıl gazeteci oldunuz?
- Yedek subaylığımda sakıncalı piyadeydim. Devlette çalışabilmem mümkün değildi. O zaman okuyup yazmakla ilgili bir iş yapmak istediğime karar verdim. Ya akademisyen olacaktım ya da gazeteci. Üniversite hocam, rahmetli Cavit Orhan Tütengil, Cumhuriyet Gazetesi’nde yönetim kurulu üyesiydi, sayesinde Cumhuriyet’e girdim. Önce İstanbul’da sonra Ankara’da çalıştım. 1981’de temsilci oldum. Ve bu mesleği hep çok sevdim.
Bir kere genel yayın müdürü olan, her zaman öyle midir?
- Hayır. Ben hiç öyle hissetmedim. Türk basınında neredeyse almadığım ödül kalmadı. Ama her şey depase. Konumlar da, ödüller de. Ben bugün ne yapacağımıza bakarım...
Bir zamanlar gazetenin bütün yönetim kademelerinde bulunmak, karar merciinde olmak, şimdi sadece köşe yazmak rahatsız ediyor mu sizi?
- Yok canım, niye etsin. Postlar, pozisyonlar, konumlar gelip geçici, kalıcı olan sadece gazeteciliğin kendisi.
Peki sadece köşe yazmak sizi kesiyor mu?
- Keser mi? Kesmez. O yüzden kitap da yazıyorum...
Kendimi hayatın akışına bırakamıyorum
Alman Lisesi’nde okumak demek, "yarı Alman" olmak mı demek?
- Disiplin ve yaşam biçimi anlamında, evet yarı Alman olmak demek. Hiç uçak kaçırmam, otobüs kaçırmam, her yere vaktinde giderim...
Ben genetik olarak yarı Alman sayılırım ama bir yere vaktinde yetişebildiğim enderdir. Siz nasıl beceriyorsunuz bunu?
- Fiziki ve psikolojik alışkanlıklarım o refleksi edinmiş durumda. Kendimi ayarlıyorum, 8’de mi bir yerde olacağım, oluyorum.
Diyelim ki geç kaldınız, karşınızdakinin ne düşünmesi gerekiyor?
- Korkması gerekiyor! Başıma bir şey gelmesi lazım. Hele yarım saat, 40 dakika, mümkün değil bir yere geç kalmam. Bir tarihte, gazete yöneticiliği yaparken, çok hızlı bir gazetecinin, şimdi adını vermeyeyim, çok da severim, cumhurbaşkanını izlemesini istemiştim...
Hadi verin adını, ne olacak ki...
- Peki, Ufuk Güldemir. Kenan Evren cumhurbaşkanıydı, onu izlemesini istedim. Öğleyin gazeteye geldi, "N’oldu? Gitmedin mi?" dedim, "Yok gidemedim, uçağı kaçırdım" dedi. Ben de dedim ki, "Sen o zaman, şimdi bir otobüse bin, Erzurum’a git, beni oradan ara..." Dedi ki: "Şaka değil mi?" "Yok hayır" dedim. Hayretle suratıma baktı, "Siz hiç uçak kaçırmadınız mı?" dedi. "Hayır" dedim, "Kaçırmadım..."
Gitti mi peki?
- Gitti, gitti.
İyi de, hani insan, müthiş bir ortamdadır, bir kadınla birliktedir ya da bir adamla, çok keyif alıyordur, eğleniyordur, kalkamaz, gidemez, basireti bağlanır... Size hiç olmaz mı?
- Yok olmaz. Bir tarihte mesela, sevgilim İstanbul’da, gidecek ama ben kalmasını istiyorum. İstemiyorum yani gitmesini ama onu uçağa yetiştirmek için de elimden geleni yapıyorum. Böyleyim ben. Alman Liseliler genellikle böyledir.
Bu sizi zorlamıyor mu?
- Zorlamaz mı? Biz hayatı çok ciddiye alıyoruz.
Ne demek "hayatı ciddiye almak"?
- "Ne önemi var, deniz kenarında oturuyoruz işte, rahatız, oraya da bir yarım saat geç gideriz..." diyememek. Hayatı ciddiye almak, kendini başkalarına karşı hep sorumlu hissetmek demek. Ben öyleyim, sorumlu davranmazsam üzülürüm. Küçük küçük olaylar beni çok etkiler.
Nasıl yani?
- Herhangi biri "Bizi gördün ama selam vermedin!" dese, hayatım kararır mesela. Sorumlu hissetmek, karşındakine saygı duymaktır aynı zamanda. Tabii aynı şekilde saygı da beklerim. Gösterilmezse, zedelenirim.
Tam da bu anlattığınız şeylerin tersinin tezahür ettiği bir ülkede yaşıyoruz. Hayat sizin için zor olmalı. Nasıl başa çıkıyorsunuz?
- Kendi kabuğuma çekiliyorum. Ama tabii kimse bunun farkına varmıyor. Dağ dağa küsmüş, dağın haberi olmamış misali. 15 gün bir arkadaşımı aramam mesela, farkında bile değildir, sonra "Ya sen nerdesin!" der, neden alındığımı anlatırım. Bazen de anlatmam.
BİR KERE BİLE SARHOŞ OLMADIM
Çocuğunuz olsaydı, Alman Lisesi’ne gönderir miydiniz?
- Kesinlikle. Hiç düşünmeden.
Peki çocuğa yazık olmaz mıydı, o kadar disiplin, o kadar sorumluluk...
- Bana hayatın temel felsefesi sorumluluk taşımakmış gibi geliyor. İnsanın kendisiyle barışık olabilmesi için de öyle olması gerekiyor.
Doğrudur da... Arada sorumsuz olmanın da dayanılmaz bir hafifliği vardır. Yok mudur?
- Ben ömrümde bir kere bile sarhoş olmadım. Eğer araba kullanacaksam, ikinci kadehten sonra asla içmem.
Bir denesenize. Ama araba kullanmayın o gece... Sarhoş olun...
- (Gülüyor.)
Bir bırakın kendinizi bakalım, ne olacak...
- Bilmiyorum. Ama ömrümde yapmadım böyle bir şey.
Tüm bunlar, kendini bir başkasına teslim edememeyi de beraberinde getirmez mi?
- Benim de kendimi bıraktığım, teslim ettiğim alanlar var: Felsefe ve okuma alanı. Gece 11’de, o kalabalıktan sıyrılır eve gelir ve okurum. Çeşitli şeyler. Çok da zevk alırım. Sonra Beethoven dinlerim. Her sabah. Mutlaka. Beethoven dinlemeden, güne başlamam.
Siz bütün kararları aklınızla mı alırsınız?
- Evet. Duygularımın payı çoktur, ama esas olan akıldır...
Alman eğitiminin kişiliğiniz üzerinde olumlu etkilerinin yanı sıra, dezavantajları da olmuş mudur?
- Yok, ben hayatımdan memnunum. Bir tek bu kendini bırakmamak konusunda zaafım var. Dışarıdan bakanlar, "Bu kadar disiplin, bu kadar kural, bu adam kesin gergin bir top gibi biri" diye düşünebilir ama hiç öyle değilim. Çünkü kendimle çok barışığım. Tek eksiğim, kendimi hayatın akışına bırakamamak...
Ama bu durumdan pek de şikayetçi gözükmüyorsunuz!
- Yok, yok değilim. Ben şuna inanıyorum: İnsan hayatını kendi iradesiyle belirlemelidir. Dolayısıyla ben, irademin dışına çıkıp, kendime saygısızlık etmem.
Yani duygularınıza kapılıp gitmezsiniz hiç.
- Gitmem.
Bir kontrol manyağı olduğunuz söylenebilir mi?
- Evet. Tam.
Arabayla 180 filan yaptığınız oldu mu hiç?
- Hayır. Ben hayatta ekstrem hiçbir şey yapmadım. Yapmaya da niyetli değilim. Şehirlerarası yolda gidiyorum değil mi? Hız limiti 90 mı yazıyor? Ben 95’le bile gitmem. Kurallı yaşamanın, hepimize mutluluk getireceğine inanıyorum. Aslında ülkede herkes kurallı yaşasa ne bu kadar trafik kazası olur ne de bu kadar birbirimizi yeriz...
Bu durumda, çoğunluk kurallara uymadığı için "ekstrem" ve "marjinal" olan sizsiniz. Kendiniz gibi birine rastladınız mı hiç?
- Bir defa Alman Liseli arkadaşlarım var. Tabii bu kadar disiplinli, sorumlu ve kurallı yaşamak hayatta belli bir başarıyı da getiriyor insana. Saygınlık ve itibar da.
Bir anlamıyla bencil olduğunuz da söylenebilir mi: "Kendi hayatım, kendi düzenim, kendi dünyam..."
- Tabii tabii. Kendi duvarlarımı örmüşümdür. Kimse öyle benim bahçeme, tekme tokat giremez.
Sizinle yakınlaşmak da kolay değil yani.
- Ancak ben istersem, benim istediğim insanlar o duvarı aşabilir...
Tüm bu titiz, programlı, disiplinli, akıllı, saygılı, tutarlı görüntünüz altında hiç mi çılgınlık yapma isteğine kapıldığınız olmaz?
- Zaman zaman tiyatro eserlerinde olduğu gibi çılgınca bir aşk yaşamayı hayal ederim. Truva’daki gibi. Hani öyle bir aşk yaşıyor ki, ülkesini yıkıyor. Ben de isterim. Her şeyi yangın yerine çevireyim, öyle bir duygu yaşayayım... Ama sonra o cesareti bulamam kendimde. Çünkü bilirim, o yangın yerini yine ben toplayacağım...