08-18-2007, Saat: 02:09 PM
Kalbim kalbindeyken kutsal topraklar bilmiştim, nereden bilebilirdim ki adı konmamış, eşkıya gönlünün başkenti yüreğinde kalbim sürgün…
Ne varsa bizden geriye kalan, sadece bir pencere kenarında unutulmuş, birkaç sigaradan artan, kül var pencere saçaklarında boşluğa savrulan…
Bir telefonun ahizesinde asılı kalan birkaç kuru tümcemiz var ve yine bir telefonun renkli ekranında tümce olmaya aday birkaç gri sözcük var…
Ellerim üşüyor, gözlerime güz düşüyor, bu sancıyı bir kez daha duyumsamıştım hatırlıyorum annem kalp krizi geçiriyor…
Kalbim ağrıyor gözlerinin sönük bakan şehrinde ve yurdum gönül sarayım daralıyor, sıkılıyor. Neşter altında sanki gözlerim, kör oluyor, kulaklarım sağır, canım çok yanıyor…
Sende bilmiştim papatyaların en güzeli ve çiğdem çiçeklerini, yalnız sende açar bilmiştim. Soldu çiğdemler ve papatyaların en güzeli bir seviyor sevmiyor oyununda, cılız bir gövdeyle tek başına kaldı…
Hep haziran bilmiştim dudaklarını, hep nisan bellemiştim gözlerini, ya ellerin hep temmuzdu ve sözlerin ağustos kadar sıcaktı. Ne zormuş yaşadıklarının bir cennet bahçesi olmadığını son anda fark etmek ve şubatın tam ortasında baldıran ayazında, o gözlerle, o dudaklarla ve o sözlerle donmak, cehennemin ortasında diri diri yanmak ne zormuş…
Ellerim ellerindeyken marifet bilmiştim, nereden bilebilirdim ki bir cadı kazanına, bir akrep ocağına uzatmışım ve deli gibi sımsıkı tutmuşum. Ellerinde ellerim şimdi yangın yeri, marifet bildiğim ellerinin terini ellerime bulaştırmak, sadece zehrin, yüreğimin can evine ilk el salışıymış…
Gidiyorum sürgün gözlüm, gidiyorum nisan gözlüm, gidiyorum hep ağustos bildiğim yalan sözlüm, gidiyorum…
Ölüyorum…