10-12-2007, Saat: 12:44 PM
Askerin Aşk Mektubu .....
Gölgeler gittikçe koyulaşıyor. Gecenin siyaha çalan yalnızlığı tepelerden geniş bayıra bir nehir gibi akıyor ve ufukta kaybolan doru atlar gibi küçülüyor kalın ağaç gövdeleri. Bir ağustos böceği... Işığa doymuş kanatları, uzak sevdaları çıkarıyor saklandıkları yerden. Bozkırla kenetlenmiş yirmi beş yürek yavaşça çözülüyor, karanlığa salınan öfke gözyaşları toprağın katıksız koynunda hasret dolu nağmelere dönüşüyor. Her saniye biraz daha dehşet kusuyor soğuk kabzalara yansıyan bakışlar. Biraz daha acıtıyor göğüsleri saran yemeniler, tülbentler... Kaskatı bedenleri saran korku, bir yerlerde umutsuzca bekleyen yaşanmamış günleri hatırlatıyor şimdi. Tek bir kurşun... Sadece tek bir mermi çekirdeği, küçücük bir metal parçası, sevdiği için canını verebilecek olan bu yirmi beş adamın masum hayallerini ahşap bir cendereye gömüp, hiç kimsenin uzanamayacağı karanlıklara hapsedebilir. Puslu bir İstanbul akşamı, ya da sıcak bir İzmir sabahı; Edirne Otogarı ndaki bir öpücük, Trafik Hastanesi ndeki bir hasta ziyareti belki, yahut sadece aşka boğulmuş ıslak bir öğleden sonrası başka sevdalara, başka yaşamlara, başka yalanlara bırakabilir yerini bir anda. Ölüm, bu boğucu toprak parçasında nöbet tutan yirmi beş askeri sonbaharın hüznüne ve ağacın yeşiline hasret bırakabilir. Ya da bir şarkının neşeli ritimlerini silebilir kulaklardan sonsuza kadar. Ve ben de farkındayım her şeyin. Bir anda bütün çocukluğumun; karyolamın yanında duran küçük müzik kutusunun anılar arasında kaybolan sesinin, annemin anlımı okşayan pütürlü elinin, ilk aşkımın kaçamak seni seviyorum larının parçalanan bedenimle ölmesi ve geride sadece iki kelimelik eften püften bir ismin kalması, sadece an meselesi... Biliyorum ki; son ana kadar özenle yaşadığım her dakikanın, yıkanıp, tozlu küçük bir rafa kaldırılması, hiç düşünmeden tetik çekmek kadar kolay şu anda. Bu benim suçum mu diye soruyorum kendime; ama cevabını bilmediğim yeni sorular çalınıyor kulağıma. Sevdanın, dostlukların, hayallerin böylesine kolay yok edilebileceği bir dünyada neden kendimizi bu saçma savaşın içine atıyoruz, anlamak zor. Ve neden ruhlarımızı insanca dürtülerimizin altında yok ediyoruz? Posası çıkmış zihinlerimizin ölümün kapılarını bilerek ve isteyerek kurcalamasına neden izin veriyoruz? Bir sevdayı yahut bir nefreti yok etmek hakkını ne cüretle kendimizde buluyoruz? Evet sevgilim, ben her şeyin farkındayım. Bu gece tüfeğim elimden bir yıldız gibi kayarak geniş bozkırın ıssız karanlığına karışabilir. Öyle sessiz ve ani olur ki gözlerimin son defa seni sayıklaması, o neşeli ağustos böceklerinin sesi altında ezilen çığlıklarımı hiç kimse duyamaz. Ondan sonra ne gökyüzü, ne kar, ne de yüzünün uzaktan ellerime akması...
Eğer sevgilim... O küçük metal parçası, sana kavuşmayı bekleyen bedenime saplanıp kalır da bir daha nefesim Ankara ayazının soğuğuna karışamazsa, gözlerinin ışığında kör olamazsam bir daha, bil ki; kadere duyduğum öfkeden değil, bitmemiş bir cümleye nokta koymanın verdiği burukluktan hiç değil, sadece sen şu anda başkasına ait olsan da sana tek bir kere seni seviyorum diyecek cesareti kendimde bulamamış olmama üzüleceğim. Gerisi zaten mermisi atılmış boş bir kovanın işe yaramaz varlığı kadar önemsiz benim için...