01-11-2008, Saat: 10:43 PM
Bugün sakin ve güzel bir gündü. Görünüşte diğer günlerden farkı olmayan bir gün; ancak, hiç de göründüğü gibi bir gün değildi. Bakmasını bilen için hiçbir zaman günler birbirinin aynısı değildir. Çevreye kapalı gözle bakanlar olan bitenden habersiz yaşadıkları için çevrelerinden hiçbir şeyin değişmediğini söylerler. Aradan yıllar geçmesine rağmen görüştüğünüz birine: “Ben oradan ayrıldıktan sonra neler oldu, ne değişti?” diye sorduğunuz zaman genellikle: “Her şey bıraktığın gibi” cevabını alırsınız. Bu sözün iki anlamı var: “birincisi, sana anlatmak istemiyorum, ikincisi ise ben kör yaşıyorum....” Ne yazık ki bu gizli cevaplardan çoğu zaman ikincisi doğru oluyor. Bundan şunu anlıyoruz ki biz bir sürü körle dolu bir dünyada yaşıyoruz. Bu insanların dünyayı anlamaları ve ona karşı da tavır almaları da çok farklı oluyor. Onlar dünyayı körlerin fili tarif etmesi gibi parça parça anlıyorlar, bu yüzden de mutlu olmaları mümkün olmuyor. O bunları düşünürken karşı balkondan bir müzik sesi geldi. Sonra etrafındaki çiçeklerin kokusunu hissetti. Bir rüzgar esti, onun serinliği bütün vücudunu sardı. Balkona baktı, çok güzel sarışın bir kız balkon demirlerine dayanmış gökyüzüne bakıp müziğin ritmine uyarak başını sallıyor ve ara sıra ağzındaki sakızı şişirip şişirip patlatıyordu. Önce kıza baktı. Sonra müziğe kulak verdi. Çok yanık bir türküydü bu. Sonu hüsranla biten, acı bir aşk hikayesinin türküsü.. Türküleri ve bunların hayatla olan sıkı bağlarını düşündü. Hiçbir edebi tür Türküler kadar hayatı derinden kavramıyordu. Yine hiçbir edebi tür Türküler kadar yaşanmamıştır. İşin garibi, Türküler hep yanık, hep acıklıydı. Hemen hepsinin temelinde gönül kanatan bir hikaye vardı. Bu yüzden de Türkülerimiz hep gözü yaşlıdır. Onları dinleyenlerin de gönülleri kanar ve gözleri yaşarır. Anadolu’da görev yaparken küçük bir kız çocuktan bir türkü dinlemişti. Nişanlanan genç başlık parası biriktirmek için gurbete çıkar. Aradan yıllar geçer. Başlık parasını biriktiren genç adam evine varır. İçeriye girer onu kimse karşılamaz. Ev boştur ve terk edilmiş bir hali vardır. Bir müddet sonra komşular onun etrafını alırlar. Genç adam onlara ana babasını sorar. Ona iki mezar gösterirler: “Aha anay babay burda” derler. Genç sarsılır, gözleri dalar, bir müddet geçer; bu sefer de: “Ya nişanlım Fato nerde” der. Komşular birbirinin yüzüne bakarlar ve: “O çoktan evlendi” diye cevap verirler. Gurbetten dönen bu insan kendi köyünde gurbeti bulur. Ana babası ölmüş, sevdiği Fato’su başkasının olmuştur. Artık o orada duramayacak ve çekip gidecektir. Çünkü başka çaresi kalmamıştır.
Balkondan gelen sesteki Türkü de bundan farksızdı. O anda bunun gibi binlerce, hatta yüz binlerce anlatılmamış sevda masalını düşündü. Bunlar bilinen hikayelerdi, ya bilinmeyenler. Çevresindeki insanları düşündü. Yanından gelip geçen bu insan selinde kim bilir ne acı fakat anlatılmamış sevda hikayeleri vardı. Sonra kendini düşündü. Onu hala yakan ve bir türlü peşini bırakmayan bir hikayesi yok muydu? Elbette vardı; ama ne yazık ki bu hikayenin bir Türküsü bile yoktu.
Gözlerini uzaklara, çok uzaklara dikti. Önündeki beton blokları delen bakışları çok uzak yıllara uzandı. İçinde çok ince bir sızı başladı. Bu sızı yavaş yavaş bütün uzviyetini sardı. Öyle ki bir müddet sonra baştan ayağa acı içinde kaldı. Bunca yıldan sonra hala aynı duyguları duyuyor olmasına şaştı. Kalbi çarpıyor, sanki yeniden o güzel günlere geri dönmüş gibi yüzü kıpkırmızı kesiliyor, dili tutuluyor, içi daralıyordu. Yaşı altmışı geçiyordu. Aradan yirmi yıl geçmişti. O hala yüreğini yakan bu aşkı içinden söküp atamamış, ondan kaçamamıştı. Sevdiği kadını nerede ve nasıl tanıdığını hiç düşünmedi. Onu görmeden sevmiş, ona deliler gibi bağlanmıştı. Aylarca konuşmuşlar, telefonlaşmışlardı. Onu çok sevmişti, fakat, sevdiği kadın evliydi. O da evliydi. Buna rağmen onu çok sevmişti. Kadın da bu duygulara kayıtsız kalmamış o da onu tertemiz duygularla sevmiş, ona bağlanmıştı. Bu çaresiz bir aşktı. Kavuşmaları, aynı çatı altına gelmeleri, birlikte bir yuva kurmaları imkansızdı. İkisi de bunu biliyordu, bu çaresizliği yenmeye güçleri yoktu. Kader onları koparılması imkansız bağlarla ayrılığa bağlamıştı. Bu bağları koparmaya çalışmadılar. Biliyorlardı ki bu bağları koparmaya çalıştıkça çaresizliklerini daha derinden anlayacaklar ve daha çok acı çekeceklerdi. İlk buluşmalarını düşündü. İstanbul’da buluşmuşlardı. İkisi de on sekizlik aşıklar gibi heyecanlıydı.. Yanlarında daha üç kadın vardı. Bir müddet birlikte konuştular, sonra kadınlar kalkıp onları baş başa bıraktılar... Adamını dili tutulmuştu, hasretlisi yanındaydı. Ona istese dokunabilirdi; ama, buna bir türlü cesaret edemiyordu... Dokunsa sanki elinden uçup gidecekmiş gibi bir hisse kapılıyordu... Ona, canım, sevgilim sen benim bir tanemsin, sen benim ömrümün anlamısın, sen benim ruhumsun, sen.. sen... ve daha bunun gibi dünyada ne kadar güzel şey varsa söylemek istiyordu... Fakat boğazına bir şey düğümlendi... Bütün bu düşündükleri orada takılı kaldı, bir türlü dudaklarından dökülüp o sevgili yare ulaşamadı...
Kadın onunla pek göz göze gelmek istemiyordu... Nedendir bilinmez ama, adam, her şeyin bittiğini düşünüyordu... Daha önceki konuşmaların sıcaklığını bir türlü bulamıyordu... Ancak onu çok daha derinden sevdiğini hissediyordu. Yüreğini büyük bir acı sardı. Gözleri doldu... Ağlamamak için kendini güç tuttu... Kadın konuşmasını bekledi ve dayanamadı: “Söyle” dedi. Adam önüne baktı. Konuşmaya gücü yoktu. Konuşsa sesi ağlamaklı çıkacak ve kendini tutamayıp ağlayacak, etraftakilere rezil olacaktı... Kadına: “gözlerime bakmıyor musun, anlamıyor musun?” diyebildi... Kadın: “Elbette bakıyorum ve anlıyorum, o kadar aptal değilim” dedi. Adam: “Bana doğru söyle, beni seviyor musun?” diye sordu. Kadın: “evet” dedi... Çok mutlu olmuştu... Ama içindeki azabı bu söz de dindiremedi... Biliyordu, bu ilk ve son buluşmaydı... Kadın aynı şeyi düşünüyormuydu bilmiyordu... Belki onu kırmamak için: “Gün doğmadan neler
doğar, bakarsın ilerde yine buluşuruz, yine görüşürüz” dedi... Bu pek inand! ırıcı gelmedi adama...
Ayrılma zamanı gelmişti. Kalktılar... Yürüdüler ve yemek yiyen diğer üç kadının yanına gittiler. Adam: “Ben gidiyorum, siz yemek yiyorsunuz, sofrada elinizi sıkmayım, tanıştığıma memnun oldum” dedi ve hemen yanında ayakta duran sarışın kadının elini tuttu. Ona ne dediğini bilmiyordu... Ayrıldılar... Adam giderken defalarca geriye dönüp o güzel sevgilisine içi kan ağlayarak baktı... Ne yazık ki onun sırtı ona dönüktü, yüzünü çok istediği halde göremedi...
Bu onların son görüşmesi olmuştu......
Saatlerce oturduğu yerden biraz zorlukla da olsa doğruldu. Evin önündeki çiçeklere doğru yürüdü. Hepsine teker teker baktı ve hepsini okşayıp sevdi. En sonunda bir sarı gülün önünde durdu. Onu eline aldı. Eğildi ve derin derin içine çekerek kokladı. Yapraklarını tek tek okşadı, sevdi. Yoldan geçenler bu yaşlı adamın çiçekleri ne kadar sevdiğini düşündüler. Ona hayretle baktılar, gıpta ettiler. Ne yazık ki hiç biri onun o sarı gülü neden bu kadar sevdiğini ve onu okşarken içinde bir ateşin yandığını bilmiyordu. Gülün üzerine düşen iki damla gözyaşını ise yaşlı adamın kendisinden başka hiç kimse görmedi.
Balkondan gelen sesteki Türkü de bundan farksızdı. O anda bunun gibi binlerce, hatta yüz binlerce anlatılmamış sevda masalını düşündü. Bunlar bilinen hikayelerdi, ya bilinmeyenler. Çevresindeki insanları düşündü. Yanından gelip geçen bu insan selinde kim bilir ne acı fakat anlatılmamış sevda hikayeleri vardı. Sonra kendini düşündü. Onu hala yakan ve bir türlü peşini bırakmayan bir hikayesi yok muydu? Elbette vardı; ama ne yazık ki bu hikayenin bir Türküsü bile yoktu.
Gözlerini uzaklara, çok uzaklara dikti. Önündeki beton blokları delen bakışları çok uzak yıllara uzandı. İçinde çok ince bir sızı başladı. Bu sızı yavaş yavaş bütün uzviyetini sardı. Öyle ki bir müddet sonra baştan ayağa acı içinde kaldı. Bunca yıldan sonra hala aynı duyguları duyuyor olmasına şaştı. Kalbi çarpıyor, sanki yeniden o güzel günlere geri dönmüş gibi yüzü kıpkırmızı kesiliyor, dili tutuluyor, içi daralıyordu. Yaşı altmışı geçiyordu. Aradan yirmi yıl geçmişti. O hala yüreğini yakan bu aşkı içinden söküp atamamış, ondan kaçamamıştı. Sevdiği kadını nerede ve nasıl tanıdığını hiç düşünmedi. Onu görmeden sevmiş, ona deliler gibi bağlanmıştı. Aylarca konuşmuşlar, telefonlaşmışlardı. Onu çok sevmişti, fakat, sevdiği kadın evliydi. O da evliydi. Buna rağmen onu çok sevmişti. Kadın da bu duygulara kayıtsız kalmamış o da onu tertemiz duygularla sevmiş, ona bağlanmıştı. Bu çaresiz bir aşktı. Kavuşmaları, aynı çatı altına gelmeleri, birlikte bir yuva kurmaları imkansızdı. İkisi de bunu biliyordu, bu çaresizliği yenmeye güçleri yoktu. Kader onları koparılması imkansız bağlarla ayrılığa bağlamıştı. Bu bağları koparmaya çalışmadılar. Biliyorlardı ki bu bağları koparmaya çalıştıkça çaresizliklerini daha derinden anlayacaklar ve daha çok acı çekeceklerdi. İlk buluşmalarını düşündü. İstanbul’da buluşmuşlardı. İkisi de on sekizlik aşıklar gibi heyecanlıydı.. Yanlarında daha üç kadın vardı. Bir müddet birlikte konuştular, sonra kadınlar kalkıp onları baş başa bıraktılar... Adamını dili tutulmuştu, hasretlisi yanındaydı. Ona istese dokunabilirdi; ama, buna bir türlü cesaret edemiyordu... Dokunsa sanki elinden uçup gidecekmiş gibi bir hisse kapılıyordu... Ona, canım, sevgilim sen benim bir tanemsin, sen benim ömrümün anlamısın, sen benim ruhumsun, sen.. sen... ve daha bunun gibi dünyada ne kadar güzel şey varsa söylemek istiyordu... Fakat boğazına bir şey düğümlendi... Bütün bu düşündükleri orada takılı kaldı, bir türlü dudaklarından dökülüp o sevgili yare ulaşamadı...
Kadın onunla pek göz göze gelmek istemiyordu... Nedendir bilinmez ama, adam, her şeyin bittiğini düşünüyordu... Daha önceki konuşmaların sıcaklığını bir türlü bulamıyordu... Ancak onu çok daha derinden sevdiğini hissediyordu. Yüreğini büyük bir acı sardı. Gözleri doldu... Ağlamamak için kendini güç tuttu... Kadın konuşmasını bekledi ve dayanamadı: “Söyle” dedi. Adam önüne baktı. Konuşmaya gücü yoktu. Konuşsa sesi ağlamaklı çıkacak ve kendini tutamayıp ağlayacak, etraftakilere rezil olacaktı... Kadına: “gözlerime bakmıyor musun, anlamıyor musun?” diyebildi... Kadın: “Elbette bakıyorum ve anlıyorum, o kadar aptal değilim” dedi. Adam: “Bana doğru söyle, beni seviyor musun?” diye sordu. Kadın: “evet” dedi... Çok mutlu olmuştu... Ama içindeki azabı bu söz de dindiremedi... Biliyordu, bu ilk ve son buluşmaydı... Kadın aynı şeyi düşünüyormuydu bilmiyordu... Belki onu kırmamak için: “Gün doğmadan neler
doğar, bakarsın ilerde yine buluşuruz, yine görüşürüz” dedi... Bu pek inand! ırıcı gelmedi adama...
Ayrılma zamanı gelmişti. Kalktılar... Yürüdüler ve yemek yiyen diğer üç kadının yanına gittiler. Adam: “Ben gidiyorum, siz yemek yiyorsunuz, sofrada elinizi sıkmayım, tanıştığıma memnun oldum” dedi ve hemen yanında ayakta duran sarışın kadının elini tuttu. Ona ne dediğini bilmiyordu... Ayrıldılar... Adam giderken defalarca geriye dönüp o güzel sevgilisine içi kan ağlayarak baktı... Ne yazık ki onun sırtı ona dönüktü, yüzünü çok istediği halde göremedi...
Bu onların son görüşmesi olmuştu......
Saatlerce oturduğu yerden biraz zorlukla da olsa doğruldu. Evin önündeki çiçeklere doğru yürüdü. Hepsine teker teker baktı ve hepsini okşayıp sevdi. En sonunda bir sarı gülün önünde durdu. Onu eline aldı. Eğildi ve derin derin içine çekerek kokladı. Yapraklarını tek tek okşadı, sevdi. Yoldan geçenler bu yaşlı adamın çiçekleri ne kadar sevdiğini düşündüler. Ona hayretle baktılar, gıpta ettiler. Ne yazık ki hiç biri onun o sarı gülü neden bu kadar sevdiğini ve onu okşarken içinde bir ateşin yandığını bilmiyordu. Gülün üzerine düşen iki damla gözyaşını ise yaşlı adamın kendisinden başka hiç kimse görmedi.