03-09-2008, Saat: 02:45 AM
HABS-İ NEFES, HABS-İ DEM...
sonbahara lanet, ilkbahar tadında Aşk... eylül’e isyan !
yüzüme karşı öykünen,
en zehirli kabuslardan uyandıran bir ninni...
ateş kavuklarında sakladım bizi...
yalnızlığa ihanetimle yattım pusuya...
ölüme hazırlarken bedenimi, ölümsüzlüğe açtın ellerimi...
“sen ki;
karanlık sularda ışığım,
yaşamdan koparıldığım an, ömrüme lütfedilen bir yamasın...
iyiki yüreğime döşenip sevdin beni
ve iyiki evvel zamanlara inatla yakana nakış bilip;
seni sevmeme izin verdin...”
aldırışıma aldanan sus/
-kunluklarımla paydaş gel bana,
eşi bulunmaz cümlelerle, “seni” sana 'sus'uyorum.
seni kanamama izin ver...
acıya eş zamanlı eksiklikleri var hayatın,
birazda can’dan alınmış, can’dan geçilmişlik var...
gözlerindeyse sevdanın rengi...
rengi gece... rengi hasret... rengi beklemek...
tam isabet !
şahane hüzün öldü işte...
şimdi ne kadar yorarsan yor,
bu imtihandan “mutluluk” çıkar.
başını kaldırıp gülümse yüreğime,
arşa yükselen bir ışıltı var...
yokluğunun terki var, acının ilkelliği...
bir sihir misali bu hasat zamanı,
keder ek/tim sevda (b)iç/tim...
son yolculuğuma uğurlanırken yaşama müjdelenmek,
nefes almak gibi,
gece yarısı uçurumlardan atlamak kadar da suskunca “seni sevmek”...
yüreğinde uyut beni...
sol yanında unut beni....
her gördüğünde aynı susuzlukla hatırla beni...
talana mesken tutmuş buğday teninde,
olur olmadık dinle(t) beni...
herkesten sakla, bir sen bil beni...
nurunda besle, öfkenden sakın beni,
kendin(d)e sakla beni...
baharları bekledim hep...
sen hüzün kokan bir mevsimde, ezeli saadeti ellerime döşedin.
ışığın karanlığı boğuyor sevgili(m) !
öyle bir ışık ki güneşe taç giydiren...
öyle bir huzur ki gündüzü imrendiren...
mukaddes bir huzur, elvedalara yer açmayan bir nur...
bir sen bil beni...
sakla herkesten köşe bucak...
yüzüne cennet toprağı bulanmış kumpasları,
zahir ömrümüze mühürleyelim...
bilinmedik bir bulanıklığa bulanıp “sır” olalım...
ölüm görmüş sevdaları, sabrımızda sınayalım.
taş örgülü evlerin, bulut gören, güneşten uzak boşluğuna bağdaş kurdum...
aşk’a arşınladım yüzümü,
yalan gibi sırnaşık bir kahırdı “aşk”...
ben seni eylül tadında sevdim...
fethedilmemiş bir efsun bu, bıçak sırtı yaşamda,
senle varolan bir çöl ateşiyim şimdi; öyle ürkek ve öyle yürekli...
yine de bir sen bil beni...
bir şehirsin sen...
bir şehir ki herkesten gizlenen,
bir şehirsin, iç kavgalarımı nihayetlendiren...
“nefes almak” dedim ya...
nefesim ol, hücrelerime dol tüm kargaşanla...
galibiz artık sevgilim,
nefesim(de)sin...
sonbahara lanet, ilkbahar tadında Aşk... eylül’e isyan !
yüzüme karşı öykünen,
en zehirli kabuslardan uyandıran bir ninni...
ateş kavuklarında sakladım bizi...
yalnızlığa ihanetimle yattım pusuya...
ölüme hazırlarken bedenimi, ölümsüzlüğe açtın ellerimi...
“sen ki;
karanlık sularda ışığım,
yaşamdan koparıldığım an, ömrüme lütfedilen bir yamasın...
iyiki yüreğime döşenip sevdin beni
ve iyiki evvel zamanlara inatla yakana nakış bilip;
seni sevmeme izin verdin...”
aldırışıma aldanan sus/
-kunluklarımla paydaş gel bana,
eşi bulunmaz cümlelerle, “seni” sana 'sus'uyorum.
seni kanamama izin ver...
acıya eş zamanlı eksiklikleri var hayatın,
birazda can’dan alınmış, can’dan geçilmişlik var...
gözlerindeyse sevdanın rengi...
rengi gece... rengi hasret... rengi beklemek...
tam isabet !
şahane hüzün öldü işte...
şimdi ne kadar yorarsan yor,
bu imtihandan “mutluluk” çıkar.
başını kaldırıp gülümse yüreğime,
arşa yükselen bir ışıltı var...
yokluğunun terki var, acının ilkelliği...
bir sihir misali bu hasat zamanı,
keder ek/tim sevda (b)iç/tim...
son yolculuğuma uğurlanırken yaşama müjdelenmek,
nefes almak gibi,
gece yarısı uçurumlardan atlamak kadar da suskunca “seni sevmek”...
yüreğinde uyut beni...
sol yanında unut beni....
her gördüğünde aynı susuzlukla hatırla beni...
talana mesken tutmuş buğday teninde,
olur olmadık dinle(t) beni...
herkesten sakla, bir sen bil beni...
nurunda besle, öfkenden sakın beni,
kendin(d)e sakla beni...
baharları bekledim hep...
sen hüzün kokan bir mevsimde, ezeli saadeti ellerime döşedin.
ışığın karanlığı boğuyor sevgili(m) !
öyle bir ışık ki güneşe taç giydiren...
öyle bir huzur ki gündüzü imrendiren...
mukaddes bir huzur, elvedalara yer açmayan bir nur...
bir sen bil beni...
sakla herkesten köşe bucak...
yüzüne cennet toprağı bulanmış kumpasları,
zahir ömrümüze mühürleyelim...
bilinmedik bir bulanıklığa bulanıp “sır” olalım...
ölüm görmüş sevdaları, sabrımızda sınayalım.
taş örgülü evlerin, bulut gören, güneşten uzak boşluğuna bağdaş kurdum...
aşk’a arşınladım yüzümü,
yalan gibi sırnaşık bir kahırdı “aşk”...
ben seni eylül tadında sevdim...
fethedilmemiş bir efsun bu, bıçak sırtı yaşamda,
senle varolan bir çöl ateşiyim şimdi; öyle ürkek ve öyle yürekli...
yine de bir sen bil beni...
bir şehirsin sen...
bir şehir ki herkesten gizlenen,
bir şehirsin, iç kavgalarımı nihayetlendiren...
“nefes almak” dedim ya...
nefesim ol, hücrelerime dol tüm kargaşanla...
galibiz artık sevgilim,
nefesim(de)sin...