07-18-2008, Saat: 04:41 AM
Yeni güne gözlerimi açtığımda saat yedi idi. İsteksizce, yavaş hareketlerle yataktan kalkıp yüzümü yıkayıp kendime gelmek için banyoya gittim. Aynaya baktığımda inanamadım, bu ben miydim? Darmadağınık saçlar, altı morarmış baygın bakan, bomboş bakan gözler, o çok sevdiğin ışıltısını yitirmiş donuk ten... Yokluğun ne hale getirmiş beni?... Ben böyle olur muydum sen olsaydın?...
Salona gidip beş gündür açmadığım perdeleri açtım. Gün ışığı arsızca daldı evin içine, gözlerimi kamaştırdı. Yine sen geldin aklıma... Aslında aklımdan ve yüreğimden hiç çıkmayan sen... Nilay’ın doğum günü partisine giderken giyindiğim elbiseyi nasıl da beğenmiştin. “Bu gece göz kamaştırıyorsun” demiştin, arsızca çaldığın ıslığın ardından. Kahretsin! Niye her şey seni çağrıştırıyordu? Her yerde, günışığında bile sen duruyordun. Niye bir türlü kovamıyordum seni aklımdan, yüreğimden, düşüncelerimden?... Kaçmak istedim, bu evden, bu şehirden, senden, seni hatırlatan her şeyden hatta kendimden bile kaçmak istedim...
Masanın üzerindeki kitaba takıldı gözlerim. Sana verdiğim son hediyeydi bu kitap. Sevgilisinden vazgeçemeyen ve aşkın her türlü sancısına, acısına katlanan bir sevenin günlüğüydü... Elimden alırken, bana umut veren gülümseyişin yayılmıştı suratına...Sana yaklaşır gibi usulca ilerledim kitaba doğru. Çok sevdiğin sallanan koltuğuna oturup ellerim titreyerek uzandım, sana uzanır gibi... Sonra vazgeçtim almaktan, bıraktığın yerde kalsın istedim. Benim gibi yalnız, sevgisiz, sensiz...
Tam beş gündür çıkmıyorum dışarı, dolayısıyla işe de gitmiyorum. Senin ruhunu bedeninden ayrıldığı gün, tüm bağlarımı kopardım dış dünyayla. Sensiz hayatın hiçbir anlamı yok benim için. Gün ışığının, gökyüzünün, denizin, yıldızların anlamı yok...
Durmadan çalan telefonlara ve kapı zillerine hiç aldırmadım. Meral, Oğuz ve annem beni merak ettiklerini, acıma ortak olmak istediklerini belirten duygulu seslerle notlar bırakmışlar telesekreterime. Biraz önce yine çaldı telefon uzun uzun... Cevap vermedim. Senin arayamayacağını ve bir daha sesini duyamayacağımı bilmek acı veriyor. Hatırlıyorum da bir gün sen arayacaksın diye tam yedi saat beklemiştim telefonun başında, tam uykuya yenik düşeceğim anda aramıştın. Ben de sinirlenip suratına kapatmıştım telefonu...
Bana anılardan ve yalnızlıktan başka ne bıraktın? Bana umut veren gülümseyişin, içinde yıldızların oynaştığı mavi gözlerin, her dokunuşunda içime inanılmaz bir huzur dalgası yayan ellerin, her duyduğumda sakinleştiğim kısık sesin, albenisine hiç karşı koyamadığım bedenin şimdi öyle uzak ki...
Kahvemi içtikten sonra özensizce giyinip saçlarımı tokayla tutturdum. Bir süre aynadaki görüntümü izledim, berbat görünüyordum. Beni bakımsız görmeye hiç dayanamadığını düşündüm. Çok beğendiğin, “kışkırtıcı diye tanımladığın kırmızı rujumu sürdüm ve üzerimdeki kotu çıkarıp gözlerini kamaştıran beyaz elbisemi giydim. Kızıl saçlarımı açıp taradım, rüzgarın tadını çıkarsınlar diye özgürce omuzlarıma bıraktım.
Nereye mi gidiyorum? Sana geliyorum ey sevgili! Daha fazla katlanamayacağım sensizliğe... Hayata inat, vazgeçeceğim yaşamımdan. Sensizlikten kurtulmak adına, seninle bilinmeyen dünyada buluşmak için vazgeçiyorum bu ölü hayattan... Sana geliyorum!
Salona gidip beş gündür açmadığım perdeleri açtım. Gün ışığı arsızca daldı evin içine, gözlerimi kamaştırdı. Yine sen geldin aklıma... Aslında aklımdan ve yüreğimden hiç çıkmayan sen... Nilay’ın doğum günü partisine giderken giyindiğim elbiseyi nasıl da beğenmiştin. “Bu gece göz kamaştırıyorsun” demiştin, arsızca çaldığın ıslığın ardından. Kahretsin! Niye her şey seni çağrıştırıyordu? Her yerde, günışığında bile sen duruyordun. Niye bir türlü kovamıyordum seni aklımdan, yüreğimden, düşüncelerimden?... Kaçmak istedim, bu evden, bu şehirden, senden, seni hatırlatan her şeyden hatta kendimden bile kaçmak istedim...
Masanın üzerindeki kitaba takıldı gözlerim. Sana verdiğim son hediyeydi bu kitap. Sevgilisinden vazgeçemeyen ve aşkın her türlü sancısına, acısına katlanan bir sevenin günlüğüydü... Elimden alırken, bana umut veren gülümseyişin yayılmıştı suratına...Sana yaklaşır gibi usulca ilerledim kitaba doğru. Çok sevdiğin sallanan koltuğuna oturup ellerim titreyerek uzandım, sana uzanır gibi... Sonra vazgeçtim almaktan, bıraktığın yerde kalsın istedim. Benim gibi yalnız, sevgisiz, sensiz...
Tam beş gündür çıkmıyorum dışarı, dolayısıyla işe de gitmiyorum. Senin ruhunu bedeninden ayrıldığı gün, tüm bağlarımı kopardım dış dünyayla. Sensiz hayatın hiçbir anlamı yok benim için. Gün ışığının, gökyüzünün, denizin, yıldızların anlamı yok...
Durmadan çalan telefonlara ve kapı zillerine hiç aldırmadım. Meral, Oğuz ve annem beni merak ettiklerini, acıma ortak olmak istediklerini belirten duygulu seslerle notlar bırakmışlar telesekreterime. Biraz önce yine çaldı telefon uzun uzun... Cevap vermedim. Senin arayamayacağını ve bir daha sesini duyamayacağımı bilmek acı veriyor. Hatırlıyorum da bir gün sen arayacaksın diye tam yedi saat beklemiştim telefonun başında, tam uykuya yenik düşeceğim anda aramıştın. Ben de sinirlenip suratına kapatmıştım telefonu...
Bana anılardan ve yalnızlıktan başka ne bıraktın? Bana umut veren gülümseyişin, içinde yıldızların oynaştığı mavi gözlerin, her dokunuşunda içime inanılmaz bir huzur dalgası yayan ellerin, her duyduğumda sakinleştiğim kısık sesin, albenisine hiç karşı koyamadığım bedenin şimdi öyle uzak ki...
Kahvemi içtikten sonra özensizce giyinip saçlarımı tokayla tutturdum. Bir süre aynadaki görüntümü izledim, berbat görünüyordum. Beni bakımsız görmeye hiç dayanamadığını düşündüm. Çok beğendiğin, “kışkırtıcı diye tanımladığın kırmızı rujumu sürdüm ve üzerimdeki kotu çıkarıp gözlerini kamaştıran beyaz elbisemi giydim. Kızıl saçlarımı açıp taradım, rüzgarın tadını çıkarsınlar diye özgürce omuzlarıma bıraktım.
Nereye mi gidiyorum? Sana geliyorum ey sevgili! Daha fazla katlanamayacağım sensizliğe... Hayata inat, vazgeçeceğim yaşamımdan. Sensizlikten kurtulmak adına, seninle bilinmeyen dünyada buluşmak için vazgeçiyorum bu ölü hayattan... Sana geliyorum!