07-06-2009, Saat: 01:18 AM
İnsan neden kazanmak ister ve neden kazandığı, sahip olduğu şeyler gözünde anlamsızlaşır, neden kazanamadığı şeyler daha anlamlı ve çekicidir?
Psikolojik tüm işleyişlerimiz hayatımızdaki çelişkileri çözmeye ve geleceğimizi tahmin edilebilir bir süreğenliğe oturtmaya yönelik çalışıyor. Tıpkı algı mekanizmalarımızın da yaptığı gibi; iki ağaçtan küçük olanının daha uzakta olduğunu tahmin ederiz, daha açık renkteki elmanın daha fazla ışık aldığını…
Tüm bu çıkarımların hizmet ettiği amaç ortak: Genellemelere giderek yorumlar yapmak, çevreyi anlamak ve geleceğe dair beklentiler oluşturmak. Bu beklentiyi oluşturma eğilimi benzer şekilde sosyal ilişkilerimize de yansıyor. Örneğin, arkadaşlıklarımızda, aile içi ilişkilerimizde de yakınlarımızın bize karşı davranışlarında tutarlılık bekliyoruz. Sağlıklı ilişkiler kurabilmenin temelinde de işte bu süreklilik yatıyor. Peki, niçin kazandıklarımız anlam kaybediyor da kazanamadıklarımız çekiciliğini koruyor. Kazandıklarımızın değerden düştüğünü söylemektense, aklımızı eskisi kadar oyalamadıklarına değinmemiz daha doğru olacak.
Çünkü çevremizde çözülmeyi bekleyen onca belirsizlik varken, dikkatimizi onlar üzerine yoğunlaştırmamız yaşamsal açıdan daha büyük önem taşıyor. Ancak bir noktanın altı çizmekte fayda var: Bir şeye karşı ilgimizin azalması, ona verdiğimiz değerin düştüğünün net bir ölçütü değil.
Niçin kazanmak istediğimize gelince. Çünkü kazanmak canlıların doğasının biricik hedefi. Tüm evrimsel devinim, hayatta kalabilmek ve genleri bir sonraki nesle aktarabilmek, daha açık bir deyişle diğerlerini alt ederek hayatta kalma şansını kazanabilmek adına işliyor.
İnsanın da doğanın bir parçası olduğunu göz önünde bulunduracak olursak, belki içgüdülerimiz diğer türler kadar ön planda değil ama içimizdeki bu dürtüsel kazanma hırsı kendisini modern dünyanın sosyal platformunda daha "insani" biçimlerde göstermeye devam ediyor.
Psikolojik tüm işleyişlerimiz hayatımızdaki çelişkileri çözmeye ve geleceğimizi tahmin edilebilir bir süreğenliğe oturtmaya yönelik çalışıyor. Tıpkı algı mekanizmalarımızın da yaptığı gibi; iki ağaçtan küçük olanının daha uzakta olduğunu tahmin ederiz, daha açık renkteki elmanın daha fazla ışık aldığını…
Tüm bu çıkarımların hizmet ettiği amaç ortak: Genellemelere giderek yorumlar yapmak, çevreyi anlamak ve geleceğe dair beklentiler oluşturmak. Bu beklentiyi oluşturma eğilimi benzer şekilde sosyal ilişkilerimize de yansıyor. Örneğin, arkadaşlıklarımızda, aile içi ilişkilerimizde de yakınlarımızın bize karşı davranışlarında tutarlılık bekliyoruz. Sağlıklı ilişkiler kurabilmenin temelinde de işte bu süreklilik yatıyor. Peki, niçin kazandıklarımız anlam kaybediyor da kazanamadıklarımız çekiciliğini koruyor. Kazandıklarımızın değerden düştüğünü söylemektense, aklımızı eskisi kadar oyalamadıklarına değinmemiz daha doğru olacak.
Çünkü çevremizde çözülmeyi bekleyen onca belirsizlik varken, dikkatimizi onlar üzerine yoğunlaştırmamız yaşamsal açıdan daha büyük önem taşıyor. Ancak bir noktanın altı çizmekte fayda var: Bir şeye karşı ilgimizin azalması, ona verdiğimiz değerin düştüğünün net bir ölçütü değil.
Niçin kazanmak istediğimize gelince. Çünkü kazanmak canlıların doğasının biricik hedefi. Tüm evrimsel devinim, hayatta kalabilmek ve genleri bir sonraki nesle aktarabilmek, daha açık bir deyişle diğerlerini alt ederek hayatta kalma şansını kazanabilmek adına işliyor.
İnsanın da doğanın bir parçası olduğunu göz önünde bulunduracak olursak, belki içgüdülerimiz diğer türler kadar ön planda değil ama içimizdeki bu dürtüsel kazanma hırsı kendisini modern dünyanın sosyal platformunda daha "insani" biçimlerde göstermeye devam ediyor.