11-06-2009, Saat: 12:02 AM
Sallantı toz bulutu haline gelmişti. Biz dışarı çıkamadan tavan üzerimize
çökmüştü. Ben senin üzerine düştüm, portmanto ise benim üzerime... Ve sen acı
çekiyordun. Çünkü kırılan camlar bacağına batıyor, üstüne üstlük ben de
hareket edemiyor ve sana acı veriyordum.
Her şey güzel olacaktı. Sen, ben ve hayatımız... Hayallerimiz ve
hedeflerimiz... Seni tanıyıp sevdikten sonra hayatıma dair verdiğim sözler...
Hepsi çok güzel olacaktı, sen de olsaydın...
Seni tanımak, bana hayatı tanımak gibi geldi. Seni tanımak ve senin
ideallerini hayata taşıma yolunda beraber olmak için söz vermiş ve bu
beraberliği, ömür boyu sürdürme kararımızı nikâhla noktalamıştık. 'Daima
mutlu olacağız ve bir gün gelip ölüm muvakkaten ayırsa bile, birbirimizi
unutmayacağız.' diye nikâh memuruna söz verdik. Önce kilometre taşımdın,
şimdi ise hayat arkadaşım...
Henüz üç aydır seninle aynı evi paylaşıyordum. Henüz üç aydır seninle kitap
okuyor, çay içiyor ve hayata aynı pencereden bakıyordum. Evet, henüz üç
aydır inanç ve ideallerimizi birlikte paylaşıyor ve henüz üç aydır
'yaşıyordum.'
Mutluydun... Bunu biliyor ve görüyordum. Senin mutluluğun beni de mutlu
ediyordu. Seninle sevginin tılsımını çözmüştük. Evet ebedî bir sevginin
kaynağının 'birbirine bakmak' değil, 'birlikte aynı yöne bakmak' olduğunu
anlıyorduk... Senin baştan beri kalıcı güzelliklere olan bağlılığındı seni
bana sevdiren. Allah'ın kalblerimize koyduğu muhabbetullah hissi ve oradan
yayılan varlık sevgisi etrafa dalga dalga yayılıyordu. Gece ve gündüzümüz
hep o sevgiyle aydınlanıyordu sanki. Huzurluyduk... Ve yuvamızın huzur kaynağı
belki de senin geceleri sessizce yaptığın o dualardı. Tâ ki o geceye kadar...
17 Ağustos günü seninle alışverişe çıkmış, epey yürüdükten sonra dönüşte
annenlere uğramıştık. Onların dualarını almıştık 'iki dünya mutluluğu'
adına. Bulaşıcı bir yanı vardı mutluluğun, bizi görenler de neredeyse bizim
kadar mutlu oluyorlardı. Eve geç dönmüştük. Yorgun olmamıza rağmen uyumaya
pek niyetimiz yoktu. Sen birer kahve yaptın ve uzun uzun sohbet ettik.
Önümüzdeki günler hakkında, hedeflerimiz adına, niyetlerimiz adına konuştuk.
Etrafımızdaki insanlara daha çok nasıl faydamız olur, bildiklerimizi nasıl
daha çok anlatabilir, bilmediklerimizi nasıl daha iyi anlayabiliriz diye,
eserleri nasıl okumalıyız diye, düşündük... O gece bir kez daha inandım senin
gönül dünyandaki güzelliklere ve bilmenin sevginin başlangıcı olduğuna...
Saate bakmıştım bir an, üçe geliyordu. "Artık uyumalıyız." diye düşündüm.
Sen her gün biraz okuduğun baş ucu kitabından birkaç sayfa okumak istedin.
Ben ise tam sana iyi geceler dilemiştim. İşte o an... Ömrümde ilk defa
duyduğum o uğultu koptu. Hiç bilmediğim bu uğultu, korkunç bir sallantıya
dönüştü. Bu neydi Allah'ım... Sehpanın üzerindeki bardağı bile anında yere
fırlatan bu sarsıntı neydi? Evet, Allah'ın Celâl isminin bir tecellisi olan
bu sarsıntıyı kabullenmek gerekiyordu, bu bir zelzeleydi... Gözlerindeki
mânânın adı ise acziyetten gelen şaşkınlıktı... Hemen elinden tuttum, ayağa
kalkıp kapının eşiğine gittik; ama boşunaydı gayretlerimiz... Sallantı toz
bulutu haline gelmişti. Biz dışarı çıkamadan tavan üzerimize çökmüştü. Ben
senin üzerine düştüm, portmanto ise benim üzerime... Ve sen acı çekiyordun.
Çünkü kırılan camlar bacağına batıyor, üstüne üstlük ben de hareket edemiyor
ve sana acı veriyordum. Sen o kadar ince ruhluydun ki, beni üzmemek için,
kendi acını unutup bana hissettirmemeye çalışıyordun.
On sekiz saat bizi fark etmelerini, feryadımızı duymalarını bekledik. On
sekiz saat birbirimizin ellerini tutup birbirimize teselli verdik. O durumda
iken bir aralık bana 'Eğer ölürsem, seni orada bekleyeceğim.' dedin. Ve on
sekiz saat, kim bilir belki de on sekiz ölümü bekledin.
Aradan dört gün geçmişti. Şehir o şehir değildi. İzmit bambaşka bir mekân
olmuştu. Ben felâketi biraz olsun atlatmıştım. Senin durumun ise kötüydü.
Doktor, bacağının kesileceğini söyledi. Bunu duyar duymaz ikinci bir zelzele
ile dünya başıma yıkıldı sandım. Ama sen hâlâ gülümsüyordun. Sen nasıl bir
insandın? Ne dünyaya ne de dünyalığa önem veriyordun. Senin için maddenin ve
kaybedecek olduğun bir bacağın hiç önemi yok muydu? Hattâ hayatta kalmanın
bile...
Sekizinci gündü... Bir kibrit kutusu gibi yıkılan evler, evlerin altında kalan
canlar, ümitler... Çığlıklar, 'Sesimi duyan var mı?'lar... İsyanlar,
sabırlar... Nice hikâyeler, mucizeler ve gönüllerde derin bir fay hattı...
Şehirde keskin bir ceset kokusu ve insanlarda büyük bir hüzün hâkim... Boş
arsalar kireçlenmiş toplu mezarlarla dolu... Evini, annesini, kendisini
kaybetmiş insanlar... İnsanların dilinde tek kelime: Deprem.
Fakat sadece bacağın gidecek derken, sen birlikte olacağımız ebedî âleme
gittin, geride dolu dolu yaşanmış üç ay ve ideallerini yaşatma azmi kaldı...
Elimde, senin en çok sevdiğin çiçek, naif bir kırmızı gülle mezarının
başındayım. Artık sen yoksun yanımda, ne de gönül pınarının heyecanları... Sen
gittin, geride hüzün, geride ben, gâye-i hayâllerimiz... Şimdi omzumu
sıvazlayan yakınlarım, 'Bırakma kendini. Unutur, yeni bir yuvayla yine mutlu
olursun.' diyorlar. Aslâ!.. Sen bana o zor dakikalarda ne demiştin? Biz
seninle " ötelere" sevdalandık.
Şimdi mezarının başında seninleyim. Bu bize yeter...
Ey benim ötelerdeki eşim ve eş ruhum, bana 'unutursun' diyenlere sadece acı
bir tebessümle bakıyorum. Biz seninle sürekli "öteleri" aradık. Sen buldun
aradığını. Ben ise yoldayım hâlâ.
İmtihanın bu en zor anında sabır diliyorum Rabb'imden. Ne olur, seni
sevdiğimi, her an dua ettiğimi ve sana kavuşacağım günü şafak sayar gibi
beklediğimi bil.
Vekillerin En Güzeli'ne emanet ol...
ALıntı
çökmüştü. Ben senin üzerine düştüm, portmanto ise benim üzerime... Ve sen acı
çekiyordun. Çünkü kırılan camlar bacağına batıyor, üstüne üstlük ben de
hareket edemiyor ve sana acı veriyordum.
Her şey güzel olacaktı. Sen, ben ve hayatımız... Hayallerimiz ve
hedeflerimiz... Seni tanıyıp sevdikten sonra hayatıma dair verdiğim sözler...
Hepsi çok güzel olacaktı, sen de olsaydın...
Seni tanımak, bana hayatı tanımak gibi geldi. Seni tanımak ve senin
ideallerini hayata taşıma yolunda beraber olmak için söz vermiş ve bu
beraberliği, ömür boyu sürdürme kararımızı nikâhla noktalamıştık. 'Daima
mutlu olacağız ve bir gün gelip ölüm muvakkaten ayırsa bile, birbirimizi
unutmayacağız.' diye nikâh memuruna söz verdik. Önce kilometre taşımdın,
şimdi ise hayat arkadaşım...
Henüz üç aydır seninle aynı evi paylaşıyordum. Henüz üç aydır seninle kitap
okuyor, çay içiyor ve hayata aynı pencereden bakıyordum. Evet, henüz üç
aydır inanç ve ideallerimizi birlikte paylaşıyor ve henüz üç aydır
'yaşıyordum.'
Mutluydun... Bunu biliyor ve görüyordum. Senin mutluluğun beni de mutlu
ediyordu. Seninle sevginin tılsımını çözmüştük. Evet ebedî bir sevginin
kaynağının 'birbirine bakmak' değil, 'birlikte aynı yöne bakmak' olduğunu
anlıyorduk... Senin baştan beri kalıcı güzelliklere olan bağlılığındı seni
bana sevdiren. Allah'ın kalblerimize koyduğu muhabbetullah hissi ve oradan
yayılan varlık sevgisi etrafa dalga dalga yayılıyordu. Gece ve gündüzümüz
hep o sevgiyle aydınlanıyordu sanki. Huzurluyduk... Ve yuvamızın huzur kaynağı
belki de senin geceleri sessizce yaptığın o dualardı. Tâ ki o geceye kadar...
17 Ağustos günü seninle alışverişe çıkmış, epey yürüdükten sonra dönüşte
annenlere uğramıştık. Onların dualarını almıştık 'iki dünya mutluluğu'
adına. Bulaşıcı bir yanı vardı mutluluğun, bizi görenler de neredeyse bizim
kadar mutlu oluyorlardı. Eve geç dönmüştük. Yorgun olmamıza rağmen uyumaya
pek niyetimiz yoktu. Sen birer kahve yaptın ve uzun uzun sohbet ettik.
Önümüzdeki günler hakkında, hedeflerimiz adına, niyetlerimiz adına konuştuk.
Etrafımızdaki insanlara daha çok nasıl faydamız olur, bildiklerimizi nasıl
daha çok anlatabilir, bilmediklerimizi nasıl daha iyi anlayabiliriz diye,
eserleri nasıl okumalıyız diye, düşündük... O gece bir kez daha inandım senin
gönül dünyandaki güzelliklere ve bilmenin sevginin başlangıcı olduğuna...
Saate bakmıştım bir an, üçe geliyordu. "Artık uyumalıyız." diye düşündüm.
Sen her gün biraz okuduğun baş ucu kitabından birkaç sayfa okumak istedin.
Ben ise tam sana iyi geceler dilemiştim. İşte o an... Ömrümde ilk defa
duyduğum o uğultu koptu. Hiç bilmediğim bu uğultu, korkunç bir sallantıya
dönüştü. Bu neydi Allah'ım... Sehpanın üzerindeki bardağı bile anında yere
fırlatan bu sarsıntı neydi? Evet, Allah'ın Celâl isminin bir tecellisi olan
bu sarsıntıyı kabullenmek gerekiyordu, bu bir zelzeleydi... Gözlerindeki
mânânın adı ise acziyetten gelen şaşkınlıktı... Hemen elinden tuttum, ayağa
kalkıp kapının eşiğine gittik; ama boşunaydı gayretlerimiz... Sallantı toz
bulutu haline gelmişti. Biz dışarı çıkamadan tavan üzerimize çökmüştü. Ben
senin üzerine düştüm, portmanto ise benim üzerime... Ve sen acı çekiyordun.
Çünkü kırılan camlar bacağına batıyor, üstüne üstlük ben de hareket edemiyor
ve sana acı veriyordum. Sen o kadar ince ruhluydun ki, beni üzmemek için,
kendi acını unutup bana hissettirmemeye çalışıyordun.
On sekiz saat bizi fark etmelerini, feryadımızı duymalarını bekledik. On
sekiz saat birbirimizin ellerini tutup birbirimize teselli verdik. O durumda
iken bir aralık bana 'Eğer ölürsem, seni orada bekleyeceğim.' dedin. Ve on
sekiz saat, kim bilir belki de on sekiz ölümü bekledin.
Aradan dört gün geçmişti. Şehir o şehir değildi. İzmit bambaşka bir mekân
olmuştu. Ben felâketi biraz olsun atlatmıştım. Senin durumun ise kötüydü.
Doktor, bacağının kesileceğini söyledi. Bunu duyar duymaz ikinci bir zelzele
ile dünya başıma yıkıldı sandım. Ama sen hâlâ gülümsüyordun. Sen nasıl bir
insandın? Ne dünyaya ne de dünyalığa önem veriyordun. Senin için maddenin ve
kaybedecek olduğun bir bacağın hiç önemi yok muydu? Hattâ hayatta kalmanın
bile...
Sekizinci gündü... Bir kibrit kutusu gibi yıkılan evler, evlerin altında kalan
canlar, ümitler... Çığlıklar, 'Sesimi duyan var mı?'lar... İsyanlar,
sabırlar... Nice hikâyeler, mucizeler ve gönüllerde derin bir fay hattı...
Şehirde keskin bir ceset kokusu ve insanlarda büyük bir hüzün hâkim... Boş
arsalar kireçlenmiş toplu mezarlarla dolu... Evini, annesini, kendisini
kaybetmiş insanlar... İnsanların dilinde tek kelime: Deprem.
Fakat sadece bacağın gidecek derken, sen birlikte olacağımız ebedî âleme
gittin, geride dolu dolu yaşanmış üç ay ve ideallerini yaşatma azmi kaldı...
Elimde, senin en çok sevdiğin çiçek, naif bir kırmızı gülle mezarının
başındayım. Artık sen yoksun yanımda, ne de gönül pınarının heyecanları... Sen
gittin, geride hüzün, geride ben, gâye-i hayâllerimiz... Şimdi omzumu
sıvazlayan yakınlarım, 'Bırakma kendini. Unutur, yeni bir yuvayla yine mutlu
olursun.' diyorlar. Aslâ!.. Sen bana o zor dakikalarda ne demiştin? Biz
seninle " ötelere" sevdalandık.
Şimdi mezarının başında seninleyim. Bu bize yeter...
Ey benim ötelerdeki eşim ve eş ruhum, bana 'unutursun' diyenlere sadece acı
bir tebessümle bakıyorum. Biz seninle sürekli "öteleri" aradık. Sen buldun
aradığını. Ben ise yoldayım hâlâ.
İmtihanın bu en zor anında sabır diliyorum Rabb'imden. Ne olur, seni
sevdiğimi, her an dua ettiğimi ve sana kavuşacağım günü şafak sayar gibi
beklediğimi bil.
Vekillerin En Güzeli'ne emanet ol...
ALıntı