02-03-2010, Saat: 11:41 AM
Bütün başlangıçlar gibi, hiç bitmemek pahasına çıktığım bu yol,
bana kendimi öğretecekti,
bense olacaklardan habersiz bildik o günler gibi kalkıp giyindim,
beyaz gömleğim yakasındaki ter iziyle
hiçte yıkanmışa benzemiyordu,
ama
annemin kar beyazı gömleklerini bulamayacağım kadar uzaktım,
doğduğum şehre ve kendime ..
Ayak üstü atıştırıp yola çıkmayı planladığımdan sarkma çayımla
birlikte ekmek arası kaşarım bana pekte fena gelmemişti doğrusu
, şimdi “bir eşim olsaydı bana neler hazırlardı?”
diye düşünmeden edemedim,
ama
böyle boş hayallere ayıracak ne vaktim ne isteğim olduğundan
alelacele yiyip üzerime de kabanımı aldığım gibi
attım kendimi asansöre,
hep aynı saatler de çıkıyor olduğumuzdan
karşı komşum Esinle de
aynı asansörü paylaşma mecburiyetimiz hasıl oluyordu,
mecburiyet;
çünkü şimdiye dek ne bir “merhaba”, nede bir “günaydın”
kelamını alamamıştık hanımefendinin dolgun dudaklarından...
Benden hoşlanmadığına kanaat getirdiğimden,
sessizce bir dakika sürecek bu sıkıntıya katlanıyordum...
Gariptir, göz ucuyla beni süzdüğünü düşündüğüm anlarda bile,
bana bakarken yakalayamıyordum onu,
bundan sıvışmasını iyi biliyordu,
belkide hep kadınlara yakıştırılan kuruntu hastalığı bana da bulaşmıştı...
Dudaklarımda beliren gülümsemeye engel olamadım
ama o sırada kapı açılmış ve gururlu hanımımız
kendini dışarı atmıştı bile...
Arabasının yanında şaşkın bir duruşu vardı,
anahtarlarını unuttuğunu düşünüyordum ki,
tekerlerinden birinin lastiğinin indiğini fark ettim,
yanına yaklaşıp, yadım edip edemeyeceğimi sordum,
çokta istekli olmamakla birlikte,
evden birinin gelip kısa sürede halledebileceğini söyledi.
Burnundan soluyordu ama o kıytırık kibarlığıyla
belli etmemek içinde uğraştığı da her halinden belliydi.
Ben onu iş yerine bırakabilirdim
ama böyle bir teklifin abes kaçacağını düşündüm.
Buz dolabı gibi bir kızla ne konuşacaktım arabada onca saat,
hele İstanbul trafiğinde
çekilecek iş değildi bu...
Anlamış olacak ki,
bana buz gibi bir bakış atıp eve yöneldi,
yanından uzaklaştığımda kendi kendine konuşuyordu,
“kaba herif ne olacak insan ben götürebilirim der.”..
Bıyık altından güldüm, ne komik bir kızdı bu böyle....
Yeni aldığım arabayla ilk siftahımda,
manzaranın tadına varmak için yalnız olmam şart
diye söylenip ilerledim,
biz erkekler bazen eşlerimizden daha çok severiz bu dört tekeri,
ama belli etmeyiz, başımıza gelecekleri az çok öğrenmişizdir,
kadınları tanımak bir sanattır,
bende iyi bir sanatçı sayılırım...
İstanbul trafiği çözülemeyen bir keşmekeşti aslında,
bazen kendi memleketimde,
Samsunda yaşamayı başarabilseydim daha iyi olurdu
dediğim çok olur, ama hayat beni savurmuştu bir kez,
artık bir yaprak mıydım, bir kutu kapağımı,
onuda Allah biliyordu...
Düşünmeyi sevmiyordum,
düşünmek gücümün yetmediklerini çıkarıyordu karşıma,
elimden gelmeyenlerle yüzleşmekti düşünmek,
gerçeğim şu an içinde olduğum andı ve başka bir gerçeği kabullenecek
havada değildim..
Yalnızdım ve yalnızlığımla bata çıka da olsa
geçinip gidiyorduk...
Kapana kısıldığım anlarda,
tek şey oydu aklımda:
annem..
Onun dudak büküşündeki keskinlik,
kadının gücünü anlatırdı bana,
babamla olan 40 yıllık savaşı,
bana ne kadar dik bir insan olduğunu kanıtlardı,
doğruları yanlış olmazdı ve sorgulanamazdı,
ama hiç yanıldığı da görülmemişti,
sanıyorum bu yüzden kendini kimsenin sorgulamasına izin vermezdi..
Ama sevdikleri için “öl “demek yeterliydi,
canından üstün tutardı evlatlarını, evlatları da onu...
bana kendimi öğretecekti,
bense olacaklardan habersiz bildik o günler gibi kalkıp giyindim,
beyaz gömleğim yakasındaki ter iziyle
hiçte yıkanmışa benzemiyordu,
ama
annemin kar beyazı gömleklerini bulamayacağım kadar uzaktım,
doğduğum şehre ve kendime ..
Ayak üstü atıştırıp yola çıkmayı planladığımdan sarkma çayımla
birlikte ekmek arası kaşarım bana pekte fena gelmemişti doğrusu
, şimdi “bir eşim olsaydı bana neler hazırlardı?”
diye düşünmeden edemedim,
ama
böyle boş hayallere ayıracak ne vaktim ne isteğim olduğundan
alelacele yiyip üzerime de kabanımı aldığım gibi
attım kendimi asansöre,
hep aynı saatler de çıkıyor olduğumuzdan
karşı komşum Esinle de
aynı asansörü paylaşma mecburiyetimiz hasıl oluyordu,
mecburiyet;
çünkü şimdiye dek ne bir “merhaba”, nede bir “günaydın”
kelamını alamamıştık hanımefendinin dolgun dudaklarından...
Benden hoşlanmadığına kanaat getirdiğimden,
sessizce bir dakika sürecek bu sıkıntıya katlanıyordum...
Gariptir, göz ucuyla beni süzdüğünü düşündüğüm anlarda bile,
bana bakarken yakalayamıyordum onu,
bundan sıvışmasını iyi biliyordu,
belkide hep kadınlara yakıştırılan kuruntu hastalığı bana da bulaşmıştı...
Dudaklarımda beliren gülümsemeye engel olamadım
ama o sırada kapı açılmış ve gururlu hanımımız
kendini dışarı atmıştı bile...
Arabasının yanında şaşkın bir duruşu vardı,
anahtarlarını unuttuğunu düşünüyordum ki,
tekerlerinden birinin lastiğinin indiğini fark ettim,
yanına yaklaşıp, yadım edip edemeyeceğimi sordum,
çokta istekli olmamakla birlikte,
evden birinin gelip kısa sürede halledebileceğini söyledi.
Burnundan soluyordu ama o kıytırık kibarlığıyla
belli etmemek içinde uğraştığı da her halinden belliydi.
Ben onu iş yerine bırakabilirdim
ama böyle bir teklifin abes kaçacağını düşündüm.
Buz dolabı gibi bir kızla ne konuşacaktım arabada onca saat,
hele İstanbul trafiğinde
çekilecek iş değildi bu...
Anlamış olacak ki,
bana buz gibi bir bakış atıp eve yöneldi,
yanından uzaklaştığımda kendi kendine konuşuyordu,
“kaba herif ne olacak insan ben götürebilirim der.”..
Bıyık altından güldüm, ne komik bir kızdı bu böyle....
Yeni aldığım arabayla ilk siftahımda,
manzaranın tadına varmak için yalnız olmam şart
diye söylenip ilerledim,
biz erkekler bazen eşlerimizden daha çok severiz bu dört tekeri,
ama belli etmeyiz, başımıza gelecekleri az çok öğrenmişizdir,
kadınları tanımak bir sanattır,
bende iyi bir sanatçı sayılırım...
İstanbul trafiği çözülemeyen bir keşmekeşti aslında,
bazen kendi memleketimde,
Samsunda yaşamayı başarabilseydim daha iyi olurdu
dediğim çok olur, ama hayat beni savurmuştu bir kez,
artık bir yaprak mıydım, bir kutu kapağımı,
onuda Allah biliyordu...
Düşünmeyi sevmiyordum,
düşünmek gücümün yetmediklerini çıkarıyordu karşıma,
elimden gelmeyenlerle yüzleşmekti düşünmek,
gerçeğim şu an içinde olduğum andı ve başka bir gerçeği kabullenecek
havada değildim..
Yalnızdım ve yalnızlığımla bata çıka da olsa
geçinip gidiyorduk...
Kapana kısıldığım anlarda,
tek şey oydu aklımda:
annem..
Onun dudak büküşündeki keskinlik,
kadının gücünü anlatırdı bana,
babamla olan 40 yıllık savaşı,
bana ne kadar dik bir insan olduğunu kanıtlardı,
doğruları yanlış olmazdı ve sorgulanamazdı,
ama hiç yanıldığı da görülmemişti,
sanıyorum bu yüzden kendini kimsenin sorgulamasına izin vermezdi..
Ama sevdikleri için “öl “demek yeterliydi,
canından üstün tutardı evlatlarını, evlatları da onu...
Kardeşim Sıla öldüğünde, ki o günü hiçbir zaman hatırlamak istemeyiz, gözlerindeki keder ve acı, tahammül edilemeyecek kadar ağırdı,
ama o taşıdı,
geride kalanların ona ihtiyacı olduğunu bilmek
onu yaşam karşısında bir sıfır galip yapmıştı,
evet hayat o en sevdiğini çekip almıştı elinden
ama
diğerleri için kalıp mücadele etmeliydi..
ve etti de..
Bütün birikimini,
daha doğrusu babamdan aşırıp biriktirdiklerini
bizim eğitimimiz için harcadı,
geride bir kız, iki erkek, üç çocuktu ona kalan
ve
şartlar ne olursa olsun okuyup adam olmalıydılar...
O okuyamamıştı ve bunun yüreğindeki gelgitlerini
hiç unutmamıştı annem.
Kendi için
“ben hep sağır ve kör bir insan oldum, yarımdım, zekiydim
ama bu bile beni tatmin etmiyordu” derdi.
Babam beni okutmak yerine evlendirmeyi seçmeseydi,
bugün başka türlü bir hayatınız olurdu, buna inanıyorum...
İnandıkları onu yüzüstü bıraksa bile, o inanacak başka şeyler bulurdu...
Annem gücün timsaliydi benim için,
yüreğimde de vefanın..
Tam bunları düşünürken çalan bir kornayla,
güzellik uykumdan uyanmıştım yine,
İstanbul'du burası, uykucuları sevmezdi hiç..
Her daim uyanık, her daim yeni bir olaya hazırlıklı olursunuz burada ...
Uyku ölümdür İstanbul da...
İş yerime vardığımda gene herkes den önce gelmiştim,
çocukluğumdan beri dakik olmak erdemdi benim için,
ne kimseyi beklettim ne bekletilmeyi sevdim,
çokta kimseyi beklemedim zaten,
lise sona kadar içine kapanık,
pekte kimsenin umurunda olmayan bir çocuktum,
beni gördü mü tek tek sıvışırlardı,
ya da ben hep öyle zannettim,
gözlüklerime bulurdum kabahati, bazende sivilcelerime,
şimdi ikisi de yok,
yinede çok sevildiğimi söyleyemem,
bir Metinle aram iyidir, birde Edayla,
ikisi de on yıllık dostum,
artık dağılma ya da kırılma şansımız yok birbirimize,
sınırlar çoktan aşıldı ve tüm sırlar dibine kadar paylaşıldı diyelim...
Patron bir saate kadar gelir,
hemen masamı acele bir düzenleyip
bilgisayarımın başına oturma vakti,
çalan telefonla kendime geliyorum yine,
bugün üzerimde garip bir dağınıklık var, adapte olamıyorum.
Genelde işimden başka bir şey düşünmem,
sanırım bugün doğum günüm olduğundan duygusallaştım biraz,
ya annem arar, ya da iki kadim dostum,
erkek kardeşim işten güçten başını kaldıramaz,
aslında hatırlamaz bile, ama kız kardeşim Eylem unutmaz,
birazdan cep telefonu zır zır öter,
bende arsız bir gülümsemeyle sandalyeme yaslanır,
hatırlanıyor olmanın mutluluğuyla gevşerim...
Bir iki mektubu gözden geçirdim ki, telefonum çaldı,
işte dedim içimden,
birincilik rozetini kime takacağım acaba,
Annem mi, Eylem mi?
-Alo...
-Karşıda derin bir sessizlik...
-Alo anne, ne o suskunsun, sen seversin muzurlukları,
söyle bakalım, ben kimim dersin...
-Hımmmm
-Acaba liseden bir flört mü, yoksa bir alacaklımı?
-Eylemmm..
-Söylediklerim bana geri aksediyor...
“Garip” diyorum içimden ve kapatıyorum telefonu...
Bir fincan çay almaya gidiyorum,
yanını da o meşhur elmayı kurabiyelerden,
tam tıkınmak üzereyken telefon yeniden çalıyor...
-Alo, kimse yok mu?
-Yine cevap yok...
Sonra bir ağlama sesi kulağımda yankılanan...
Kaç dakika kaldım telefonda, kaç saat,
ya da bir ömür müydü gelip geçen...
Babam nefes almakta güçlük çekiyor,
sesini duyamıyorum ama boğazına takılan acı bana kadar ulaştı,
kusmak istiyor belki, acıyı kaldırıp atmak için.
Belki yırtmak istiyor bedenini ve ruhunu çıkarıp önüme atmak,
ama ikisinden de vazgeçiyor, susuyor sadece..
“Annenle Eylem...” diyor...
Diyor, ama bitirsin istemiyorum, soluk alamıyorum,
nöbet geçirdiğimi hatırlıyorum bir tek.
küçükken sara hastasıydım
ama çok uzun yıllardır hiçbir iz kalmamıştı,
nöbetteyken kuduz bir köpek gibi salyalarım ağzıma sığmaz oldu,
hatırladığım bu değildi,
acı bedenimi istila etmişti,
bu yangın başka yangınlara benzemiyordu...
Gözümü hastanede açtım...
Annemle Eylem'in cansız bedenleri buradaydı,
bir daha sıcaklıkları duyamayacağım o eller vardı bu koca,
soğuk binada..
Yatağımda düşünmek,
düşünmemek için çareler bulmaktı aslında...
Dinmeyen bir ağrıyla kıvranıyordum.
Ruhum Delik deşik olmuştu.
Üstüne sıkılan kurşunlardı görüntüler,
onlar kafama balyoz darbeleriyle iniyordu,
amansız ve karşı konulmaz bir güçle...
Cenazede babamın yanındaydım,
tam yanı başında, kardeşim sessizdi,
ağlamamak için münakaşa ediyordu kendiyle.
Ben bütün gün ağladım...
“Neden onlar?” diye düşündüm, neden ben değil?
Cevap basitti, ben o otobanda
o otobüsün içinde değildim,
ben sıcak ofisimde, sıcak çayımla beraberdim,
kader benimle oynuyordu,
ben Esini işe bırakmamıştım ama o beni nefessiz bırakmıştı,
o annemi, Eylem'i almıştı benden,
dudaklarımda beliren gülümseme acı idi,
katıksız,net bir acı... ve onlar benim için,
doğum günüm için yola düşmüşken,
ben kendi yolumda acılarıma sürmüştüm o dört tekeri ..
Ben ölüm toprakta son bulur sanırdım,
ölmek yaşarken de oluyormuş, tam şu an,
onlarca insanın arasında, binlerce sesin içinde,
on binlerce yaşamın kıyında...
Ölmek sen kefene sarılınca olmuyormuş,
ölmek yitip gitmek değilmiş karanlıkta...
Ölmek, kaybetmekmiş en sevdiklerini,
sevgililerini...
Bir bakışı için kendini satmakmış,
bir an için ruhunu vermekmiş şeytana...
Ölmek, her şeye rağmen, ağaçlar gibi ayakta kalmakmış,
onurlu ama ölü olmakmış her dem...
...
ama o taşıdı,
geride kalanların ona ihtiyacı olduğunu bilmek
onu yaşam karşısında bir sıfır galip yapmıştı,
evet hayat o en sevdiğini çekip almıştı elinden
ama
diğerleri için kalıp mücadele etmeliydi..
ve etti de..
Bütün birikimini,
daha doğrusu babamdan aşırıp biriktirdiklerini
bizim eğitimimiz için harcadı,
geride bir kız, iki erkek, üç çocuktu ona kalan
ve
şartlar ne olursa olsun okuyup adam olmalıydılar...
O okuyamamıştı ve bunun yüreğindeki gelgitlerini
hiç unutmamıştı annem.
Kendi için
“ben hep sağır ve kör bir insan oldum, yarımdım, zekiydim
ama bu bile beni tatmin etmiyordu” derdi.
Babam beni okutmak yerine evlendirmeyi seçmeseydi,
bugün başka türlü bir hayatınız olurdu, buna inanıyorum...
İnandıkları onu yüzüstü bıraksa bile, o inanacak başka şeyler bulurdu...
Annem gücün timsaliydi benim için,
yüreğimde de vefanın..
Tam bunları düşünürken çalan bir kornayla,
güzellik uykumdan uyanmıştım yine,
İstanbul'du burası, uykucuları sevmezdi hiç..
Her daim uyanık, her daim yeni bir olaya hazırlıklı olursunuz burada ...
Uyku ölümdür İstanbul da...
İş yerime vardığımda gene herkes den önce gelmiştim,
çocukluğumdan beri dakik olmak erdemdi benim için,
ne kimseyi beklettim ne bekletilmeyi sevdim,
çokta kimseyi beklemedim zaten,
lise sona kadar içine kapanık,
pekte kimsenin umurunda olmayan bir çocuktum,
beni gördü mü tek tek sıvışırlardı,
ya da ben hep öyle zannettim,
gözlüklerime bulurdum kabahati, bazende sivilcelerime,
şimdi ikisi de yok,
yinede çok sevildiğimi söyleyemem,
bir Metinle aram iyidir, birde Edayla,
ikisi de on yıllık dostum,
artık dağılma ya da kırılma şansımız yok birbirimize,
sınırlar çoktan aşıldı ve tüm sırlar dibine kadar paylaşıldı diyelim...
Patron bir saate kadar gelir,
hemen masamı acele bir düzenleyip
bilgisayarımın başına oturma vakti,
çalan telefonla kendime geliyorum yine,
bugün üzerimde garip bir dağınıklık var, adapte olamıyorum.
Genelde işimden başka bir şey düşünmem,
sanırım bugün doğum günüm olduğundan duygusallaştım biraz,
ya annem arar, ya da iki kadim dostum,
erkek kardeşim işten güçten başını kaldıramaz,
aslında hatırlamaz bile, ama kız kardeşim Eylem unutmaz,
birazdan cep telefonu zır zır öter,
bende arsız bir gülümsemeyle sandalyeme yaslanır,
hatırlanıyor olmanın mutluluğuyla gevşerim...
Bir iki mektubu gözden geçirdim ki, telefonum çaldı,
işte dedim içimden,
birincilik rozetini kime takacağım acaba,
Annem mi, Eylem mi?
-Alo...
-Karşıda derin bir sessizlik...
-Alo anne, ne o suskunsun, sen seversin muzurlukları,
söyle bakalım, ben kimim dersin...
-Hımmmm
-Acaba liseden bir flört mü, yoksa bir alacaklımı?
-Eylemmm..
-Söylediklerim bana geri aksediyor...
“Garip” diyorum içimden ve kapatıyorum telefonu...
Bir fincan çay almaya gidiyorum,
yanını da o meşhur elmayı kurabiyelerden,
tam tıkınmak üzereyken telefon yeniden çalıyor...
-Alo, kimse yok mu?
-Yine cevap yok...
Sonra bir ağlama sesi kulağımda yankılanan...
Kaç dakika kaldım telefonda, kaç saat,
ya da bir ömür müydü gelip geçen...
Babam nefes almakta güçlük çekiyor,
sesini duyamıyorum ama boğazına takılan acı bana kadar ulaştı,
kusmak istiyor belki, acıyı kaldırıp atmak için.
Belki yırtmak istiyor bedenini ve ruhunu çıkarıp önüme atmak,
ama ikisinden de vazgeçiyor, susuyor sadece..
“Annenle Eylem...” diyor...
Diyor, ama bitirsin istemiyorum, soluk alamıyorum,
nöbet geçirdiğimi hatırlıyorum bir tek.
küçükken sara hastasıydım
ama çok uzun yıllardır hiçbir iz kalmamıştı,
nöbetteyken kuduz bir köpek gibi salyalarım ağzıma sığmaz oldu,
hatırladığım bu değildi,
acı bedenimi istila etmişti,
bu yangın başka yangınlara benzemiyordu...
Gözümü hastanede açtım...
Annemle Eylem'in cansız bedenleri buradaydı,
bir daha sıcaklıkları duyamayacağım o eller vardı bu koca,
soğuk binada..
Yatağımda düşünmek,
düşünmemek için çareler bulmaktı aslında...
Dinmeyen bir ağrıyla kıvranıyordum.
Ruhum Delik deşik olmuştu.
Üstüne sıkılan kurşunlardı görüntüler,
onlar kafama balyoz darbeleriyle iniyordu,
amansız ve karşı konulmaz bir güçle...
Cenazede babamın yanındaydım,
tam yanı başında, kardeşim sessizdi,
ağlamamak için münakaşa ediyordu kendiyle.
Ben bütün gün ağladım...
“Neden onlar?” diye düşündüm, neden ben değil?
Cevap basitti, ben o otobanda
o otobüsün içinde değildim,
ben sıcak ofisimde, sıcak çayımla beraberdim,
kader benimle oynuyordu,
ben Esini işe bırakmamıştım ama o beni nefessiz bırakmıştı,
o annemi, Eylem'i almıştı benden,
dudaklarımda beliren gülümseme acı idi,
katıksız,net bir acı... ve onlar benim için,
doğum günüm için yola düşmüşken,
ben kendi yolumda acılarıma sürmüştüm o dört tekeri ..
Ben ölüm toprakta son bulur sanırdım,
ölmek yaşarken de oluyormuş, tam şu an,
onlarca insanın arasında, binlerce sesin içinde,
on binlerce yaşamın kıyında...
Ölmek sen kefene sarılınca olmuyormuş,
ölmek yitip gitmek değilmiş karanlıkta...
Ölmek, kaybetmekmiş en sevdiklerini,
sevgililerini...
Bir bakışı için kendini satmakmış,
bir an için ruhunu vermekmiş şeytana...
Ölmek, her şeye rağmen, ağaçlar gibi ayakta kalmakmış,
onurlu ama ölü olmakmış her dem...
...