:: Duygusuz.com - Dostluk ve Arkadaşlık Sitesi

Orjinalini görmek için tıklayınız: Tolstoy'un anlamsızlık bunalımı
Şu anda (Arşiv) modunu görüntülemektesiniz. Orjinal Sürümü Görüntüle internal link
“Hayatın anlamı nedir?” sorusu, “anlamsızlık bunalımı” ya da Tolstoy’un sözleriyle “hayat tutulması” şeklinde ifade edebileceğimiz bir zihin durumu, tarihin en büyük zekalarını uzun yıllar rahatsız etmiştir.


Zaman zaman herkesin, farklı şekillerde de olsa, bu türden anlamsızlık krizleri yaşayabileceğine inanıyorum. Sebebi anlaşılamayan can sıkıntısı, isteksizlik, amaçsızlık, kendini bomboş hissetme, hiçbir şeyden keyif alamama gibi ruh hallerini dönem dönem herkes yaşayabilir. Bu dönemlerin gelip geçici olduğunu bilmek, kendimize çektirdiğimiz işkencenin kalıcı olmadığını, bir süre sonra kendiliğinden geçeceğini bilmek rahatlatıcıdır; ama Tolstoy için bu sorun, gelip geçici bir bunalım olmaktan çok daha fazlasıydı. Hayatının en olgun döneminde, intiharı bile göze alabilecek kadar yoğun bir bunalım geçirdiğini ve onu hayatta tutan tek şeyin; “hayattan vazgeçmemek için akla gelebilecek bütün hal çarelerini deneme çabası” olduğunu söylüyor. “İtiraflarım” adlı kitabında bu ruhsal çöküntüyü ve bu yoğun depresyon mekanizmasının kendisinde nasıl işlediğini şöyle tarif etmiş:

“Bu hayat bana karşı düzenlenmiş aptalca bir oyundan ibaretti. Beni var eden bir varlığı kabul edemesem de, düşüncelerim şöyle gelişiyordu: birisi bana, beni dünyaya yollamakla, çok normal gözüken son derece derinliksiz, sığ bir şaka yapmıştı.

İstemeden de olsa, bir yerlerde, beni bu hale sokan birinin bana alayla bakıp, katıla katıla güldüğünü hissediyordum.

Benim 40-50 yıl boyunca öğrenip gelişerek, bedenen ve zihnen büyüyüp nasıl hayatımı sürdürdüğüme bakıyor ve şimdi aklım tam kemal noktasına ulaşıp olgunlaşmışken, tam hayatımın zirvesinde olduğum şu dönemde, bana tepeden bakarak; “hayatta hiçbir şey yoktur ve olmayacaktır” tarzındaki görüşe ulaştığımı görüyor ve bana kahkahalarla gülüyordu.

Benimle eğlenen, dalga geçen böyle biri olsun ya da olmasın; bu beni ilgilendirmiyor. Beni düşündüren, hayatımda yaptığım herhangi bir eyleme mantıklı bir açıklama getiremiyor oluşumdu. Hastalık ve ölüm, beni ve sevdiklerimi yakalayıp sonsuzluğa götürecek, geriye pis bir koku ve kurtçuklardan başka bir şey kalmayacak.

Yaşadıklarım ve başarılarım, er-geç unutulup kaybolacak ve ben, o zaman hayatta olmayacağım. O zaman; bütün bu hengame niye? Neden çabalıyoruz ki boşu boşuna? İnsanoğlu nasıl olur da bu boşluğu görmeden hala yaşama devam edip, onun için çaba sarf eder? Anlaşılacak gibi değil açıkçası...

Bir insanın yaşayabilmesi, ancak “hayatın sarhoşluğuna” kapılmışsa mümkün olabilir. Ayıldığında ise, hayatın sadece bir yanılsama hem de aptalca bir yanılsama olduğunu görecektir.

İşte bütün mesele bundan ibaret! Ne komik ne de esprili bir yanı var; sadece acımasız ve aptalca...”

Tolstoy’un “hayatın sarhoşluğu” sözleriyle anlatmak istediği kavram, hiç kuşkusuz ölümünden yaklaşık yarım yüzyıl sonra Freud tarafından tanımlanacak olan “savunma mekanizmaları” kavramından başka bir şey değildir: Hayatın keskin, sivri, acıtan köşelerinin, “hayat sarhoşluğu” yanılsamasıyla yumuşatılması... Bu sözler, uyanık ve güçlü bir zekanın, kendini gözlemci konumuna soktuğunda, yani yaşamaktan çok hayat hakkında düşünmeye başladığında, yadsınmamış çıplak gerçekler karşısında kolaylıkla bunalıma düşebileceğini gösteriyor.

Elbette ki; topraktan kopmamış, köyünde tarla sürüp ağaç budayan insanlar için bu sorular önemli değildir. Yaşamak için birinci derecede önem taşıyan –yemek, giyinme, barınma gibi- ihtiyaçlarla meşgul olan insanlar, Tolstoy’un uğraştığı türden sorunlarla uğraşmaz. Onlar zaten yaşamakla meşguldür. Ancak bazı düşünen ve yazan insanlar için; hayatın içinde olmak, onunla bir bütün olmaktan çok, dışarıda kalıp onu gözlemlemek/yorumlamak/analiz etmek daha öncelikli olabiliyor. Sokrates belki de “Karısı çirkin olan adam filozof olur, karısı güzel olansa mutlu olur” sözleriyle şunu anlatmak istemişti: Bir başka insanla kurulacak sağlam, içten, dürüst, sağlıklı ve otantik bir ilişkinin, insanı bu tür acı verici sorulardan uzak tutacağını...

Evrenle ve öteki insanlarla , köylünün toprakla olan ilişkisine benzer şekilde ilişki kurulabildiğinde, sorgulamadan çok ilişkinin kendisi önem kazandığında, gözlemci konumundan çıkıldığında, kişinin benlik bilinci ilişki içinde eridiğinde; “Ben kimim? Niçin yaşıyorum?” şeklindeki soruların da anlamını yitirmesi gerekir. Çetin Altan, “Yaşayanlar yazamaz, yazanlar yaşayamaz” demişti. Aynı şekilde, dünyanın belki de en üretken yazarlarından biri olan Aziz Nesin, kendisine sorulan bir soruya “Ben hiç yaşamadım ki?” şeklinde cevap vermişti. Onlar için yazmak, belki de istediklerini seçerek almalarını sağlayan, hayatla aralarına koydukları ilginç ve çekici bir süzgeçten başka bir şey değildi. Türk sinemasının belki de en çok tartışılan isimlerinden biri olan Yılmaz Güney de, hayatın seyircisi olmakla, hayatın içinde olmak arasındaki farkı şu sözlerle anlatmıştı: “İyi bir boks seyircisi olmaktansa, kötü bir boksör olmayı tercih ederim”

Kitap yazan psikiyatrlardan Irvın Yalom, Bağışlanan Terapi adlı kitabında, hayatın anlamı hakkında şunları yazmış: “Biz insanlar, yaratılıştan anlamı olmayan bir dünyaya fırlatılma talihsizliğini yaşamış olan, anlam arayan yaratıklar gibi görünüyoruz. En büyük görevlerimizden biri; yaşamı destekleyecek kadar sağlam bir anlam icat etmek ve bu anlamı ortaya koymadaki kişisel katkımızı inkar etme şeklindeki hileli manevrayı gerçekleştirmektir. Böylelikle anlamın ‘dışarıda bir yerlerde’ bizi beklediği sonucuna varabiliriz. Sağlam anlam sistemlerine yönelik süre giden araştırmalarımız sıklıkla anlam krizlerine sokar bizi”.
Yalom, anlamın dışarıda bir yerde bizi beklediği sonucuna varmanın, ancak kendimizi kandırarak ve kendimizi kandırdığımızı inkar ederek mümkün olabileceğini söylüyor. Bu görüş; Tolstoy’un “Bir insanın yaşayabilmesi, ancak ‘hayatın sarhoşluğuna’ kapılmışsa mümkün olabilir. Ayıldığında ise, hayatın sadece bir yanılsama hem de aptalca bir yanılsama olduğunu görecektir” sözüyle son derece uyumludur.

Tolstoy, kendisine işkence çektiren ve derin bir bunalıma girmesine neden olan, “Hayatımda vazgeçilmez olan ölümümle yok olmayacak bir anlam mevcut mudur?” sorusunu sormayan, kendisininki gibi dertleri olmayan köylülere derin bir hayranlık duyuyordu. Köylülerin, kendisinin bilmediği bir gerçeği bildiği sonucuna varmıştı. Aslında haklıydı da... Çünkü köylüler, hayatın karşısında yapılabilecek en doğru şeyi yapıyorlardı: Toprağı ekip-biçerek hayatın birebir içinde olmak ve kendilerini hayat ırmağının sakin akışına bırakıp, yaptıklarının anlamını hiç sorgulamamak...

Tolstoy, henüz Freud’un ortaya çıkıp “savunma mekanizmaları” konusunu ortaya atmasına onlarca yıl varken, çok isabetli bir şekilde, çevresindeki insanların anlamsızlık, boşluk, saçmalık gerçeğiyle nasıl başa çıkabildiklerini araştırıyor. İnsanların bilinçli ya da bilinçsiz olarak seçtikleri dört değişik baş edebilme (savunma) yolu tanımlamış:

“Birinci yol bilgisizlik yoluydu. Bu yol şundan ibaretti: hayatın bir bela ve saçmalık olduğunu bilmemek, anlamamak ve kavramamak.”


Tolstoy, ikinci çıkış (baş edebilme) yolunun epikürcü yaklaşım olduğunu söylüyor: Yunanlı filozof Epiküre göre hayatın amacı mutluluktur ve insan zevk için yaşamalıdır. Şu anda yaşadığı zaman diliminden alabileceği en yüksek tatmini sağlayıp, hayat-ölüm gibi konulara kafa yormamak...
Tolstoy'un sözleriyle söylersek: "...bu insanların hayal dünyalarının felç olması onlara Buda'nın huzurunu kaçıran şeyi unutma imkanını vermektedir. Yani bugün ve yarın bütün zevkleri yok edebilecek olan hastalık, ihtiyarlık ve ölümün kaçınılmaz gerçekliğini unutmak"


Tolstoy gibi muhteşem romanlar yazmış birinin önerdiği üçüncü yol, son derece ürkütücü ve insanın ensesine atılan kar topu gibi şok etkisi yapıyor. Başkası söylese belki üzerinde durulmayacak, savunma kalkanıyla karşılanıp bilinç dışına itilecek olan üçüncü çıkış yolunu şu sözlerle ifade ediyor: "Üçüncü çıkış yolu güç ve enerjinin çıkış yoludur. Bu yolun temel mantığı şudur: İnsan; hayatın, dertlerden ve saçmalıklardan kurulu olduğunu anlayınca onu yok etmelidir. Güçlü, iradeli ve tutarlı insanlar böyle hareket ederler. Onlara karşı oynanan bu oyunun aptalca olduğunu anladıklarında, ölülerin sahip olduğu şeyin yaşayanlardan daha değerli olduğunu ve en iyi durumun var olmamak olduğunu kavradıklarında, bu şekilde davranıp aptalca şakaya benzeyen hayata bir anda son verirler. Ben de hayatı yok etmenin en onurlu çıkış yolu olduğunu kabul etmiş ve böyle davranmak istemiştim. “ Tolstoy daha sonra, kendisini durduran tek şeyin; “Bütün hal çarelerini deneme çabası” olduğunu söylüyor.

Şimdi, Tolstoy'un da bizzat uyguladığı dördüncü çıkış yoluna gelelim. Albert Camus'un "Hayat saçmadır. Bu saçmalığı görüp ona son vermek de saçmadır. En iyi yol kahramanca yaşamaktır” dediği yol... Bu yolu Tolstoy şöyle anlatıyor: "Bu yolun esasları şunlardır: İnsan hayatın dert, sıkıntı ve anlamsız bir saçmalık olduğunu kavradığı halde yaşama son vermez. Bundan bir şey çıkmayacağını bilir. Sanki bir şeyler bekliyormuş gibi yapar.İşte ben bu gruptayım."

"...hayatın bana karşı oynanmış aptalca bir oyun olduğunu biliyor ama gene de yaşıyordum. Bana en ıstırap veren şeyler yıkanmak, yemek yemek, güzel şeyler giyinmek, konuşmak hatta kitap yazmaktır. Bunlar benim için iğrenç durumlar olmasına rağmen yine de bu durumlara katlandım."

“...şimdi çok iyi anlıyorum ki; eğer kendimi öldürmediysem, bunun sebebi düşündüğüm şeylerin doğru olmadığını az çok seziyor olmamdır. Beni hayatın boş ve anlamsız oluşuna götüren düşüncelerimin ve bilgilerimin yolu ne kadar inandırıcı ve tartışılmaz gözükürse gözüksün, yine de içimde görüşlerimin doğruluğuna dair hafif de olsa bir şüphe, bir tereddüt kalmıştı.”

Tolstoy’un bu görüşlerindeki, kendisinin de büyük bir isabetle sezinlediği yanlışlığın nerede olduğunu, şu mesaj açıklar nitelikte görünüyor:

“İnsanın kendisine, filozofların ‘galaktik bakış açısı’ dediği bir bakış açısı vardır. Yani insan, kendisine dışarıdan bakar. Bu bakış açısına ‘kozmik bakış açısı’ da denilebilir. Kendinize böyle baktığınızda, evrenin sonsuzluğunda minik bir nokta gibi görünürsünüz. Hayatınız, zamanın sonsuzluğu içinde anlamını yitirir. Günlük uğraşılarınız sıradanlaşır ve altınızda homurdanarak akan ölüm ırmağının sesini duyarsınız. Kendinize dışarıdan baktığınızda ve bunu çok uzaktan yaptığınızda, olaylar anlamını/önemini kaybetmeye başlar. Bu türden filozoflara, yani hayata çok uzaktan bakan filozoflara örnek verilecek olursa; Tolstoy, Nietzsche, Camus, Sartre, Schopenhauer gibi isimler sayılabilir. Bu filozofların ortak noktası, hiç değilse hayatlarının bir bölümünde aşırı karamsar olmalarıdır. Çünkü, hayata fazlasıyla kozmik çerçeveden bakmışlardır. Halbuki, günlük hayatın içine girdiğinizde, kozmik bakış açısından kurtulduğunuzda, yani kendinize dışarıdan bakmadığınızda minik şeylerden keyif almaya başlarsınız. Sohbet etmekten, arabayla bir hafta sonu gezintisinden, piknik sepetinin içindeki soğuk bir biradan, yeşil otların üzerindeki hayatın sonsuz çeşitliliğinden, oltanın ucunda çırpınarak gelen balıktan, güneşin doğuşu ve batışından... Demek ki; bu boktan hayatla başa çıkabilmek için, kendine fazla uzaktan bakmayacaksın, fazla anlam peşinde falan koşmayacaksın.
Bazı şeyleri, Tolstoy’un büyük hayranlık duyduğu köylüler gibi siktiredeceksin gidecek. Bahçeni sulayacaksın ve ortaya çıkan ürün karnını doyuracak... ”

Basit gerçeklikten kopmak için, kendimize hayati yalanlardan kurulmuş bir dünya yaratmaktan başka çıkar yol yok gibi görünüyor. Irvın Yalom’un dediği gibi; “En büyük görevimiz, yaşamı destekleyecek kadar sağlam bir anlam icat etmek ve bu anlamı ortaya koymadaki kişisel katkımızı inkar etmektir...”

Tolstoy, 82 yaşındayken, soğuk ve rüzgarlı bir kış günü, çiftliğinden kaçtı. Birkaç gün sonra bir tren istasyonunda ölü bulundu. Nereye gitmek istediği hiç anlaşılamadı. Belki de, o çok istediği “hayatın anlamı nedir?” sorusunun cevabını orada, o tren istasyonunda bulmuştur.

Alıntı

İstenilirse kaynak gösterilir.