02-12-2010, Saat: 11:22 PM
Gözlerinin solgun istasyonlarında durdu yüreğim susarak… Hayatın rastlantılarına karışan ateşli bir iklimde bendeki senden yola çıktım. Sesinin aksinde kendime vardım duvarlara çarparak. Dillere düşen yaban gül dikenlerini çıkardım ellerinden. Eski aşkları ve acıtan ayrılıkları çıkmazlara gizledim. Sonsuz gece yarılarında yüreğinin tüm rüzgarlara açık olduğunu gördüğümde kendimle tartışmayı kestim.
Cümlelerimi yıpratmadan dizdim sana doğru. Her cümle bir basamaktı sevecen ufuklara. Lakin yazdıklarımı beğenmiyorum artık. Her cümle hislerimin karşısında ne kadar duygusuz ve soğuk kalıyor bilemezsin. Suskun kalsa dilim diyorum satır aralarında ne kadar boğucu olur güz geceleri… Ve iki dudak arası mesafede iken yokluğun ömrümün her gecesi tükenir kanayan avuçlarımda.
Düşünüyorum da birgün içinde sen olmayan bir öykü yazabilir miyim acaba. Karanlık bir gecede yüreğimden damlayan satırlarımdan seni düşürmek için seninle kurduğum bu dünyayı tüketmem gerekir. Dilimden adın düşse bile sevdiğim ancak yüreğimde dinlenir nefesin. Bu nedenle sayısız biçimde anlatabilirim seni ve ölümsüzlüğü sunarım gözbebeklerimde.
Sol yanımdaki umut soframda yalnızlıkla dopdolu bir güz bekliyor bak. Ve sen gece yarısından sonra ben olursun en çok… Özlemli bir esinti okşarken saçlarımı yağmur düşer gözlerime… Sen en çok o saat can yakmaya hazır bir kundakçı olursun yürek yangınıma… Kendimizden uzaklaşıp cümlelerimizin kıyısında mutluluk oyunu oynamaya başladığımız vakit “biz” oluruz. Sevda alfabemizde koyu koyu parlar telli duvaklı güllerimiz. Billur bir derenin coşkulu sularında yıkanır gelinsi düşlerimiz.
Kahredici bir sonbaharın sıradan bir esintisinde hışırdayan yapraklarından ibaret değil sesimiz. Tek tük yansa da yüreğimizin karanlık odalarındaki ışıklarımız; maziyi de sarar geleceği de düşleriz ayrı bahar dallarında… Hüzünlerle sarmaş dolaş oldukça bedenlerimiz en çok birbirimizi özleriz.
Cam kenarında diğer yarısını beklerken yüreğimiz kasvetli bir akşamın ıssız sokaklarında sayısız sevdalar yoklar kapımızı… Bir zamanlar delice sevdiğimiz insanları hatırlar geçmişin bütün güzelliklerini akıtırız şiirlerimize. Hüzünle demlenmiş çayımızı tekrar koyarız ateşe. Sevgilinin ince belini anımsatan her bardaktan yudum yudum içeriz kendi yüreğimizin karanlığını.
Düşlerimize gelince sevdamız; sevinçlerin en apansız bastıranıyla esrik gecelere sabahlara bölünür yüreğimiz. Hiç bitmesin dediğimiz rüyalardan uyanma vakti geldiğinde hüzünle gülümseriz hayata.
Gerçek mi…
Düş mü…
Hangisi daha fazla acıtır bilemeyiz…
Cümlelerimi yıpratmadan dizdim sana doğru. Her cümle bir basamaktı sevecen ufuklara. Lakin yazdıklarımı beğenmiyorum artık. Her cümle hislerimin karşısında ne kadar duygusuz ve soğuk kalıyor bilemezsin. Suskun kalsa dilim diyorum satır aralarında ne kadar boğucu olur güz geceleri… Ve iki dudak arası mesafede iken yokluğun ömrümün her gecesi tükenir kanayan avuçlarımda.
Düşünüyorum da birgün içinde sen olmayan bir öykü yazabilir miyim acaba. Karanlık bir gecede yüreğimden damlayan satırlarımdan seni düşürmek için seninle kurduğum bu dünyayı tüketmem gerekir. Dilimden adın düşse bile sevdiğim ancak yüreğimde dinlenir nefesin. Bu nedenle sayısız biçimde anlatabilirim seni ve ölümsüzlüğü sunarım gözbebeklerimde.
Sol yanımdaki umut soframda yalnızlıkla dopdolu bir güz bekliyor bak. Ve sen gece yarısından sonra ben olursun en çok… Özlemli bir esinti okşarken saçlarımı yağmur düşer gözlerime… Sen en çok o saat can yakmaya hazır bir kundakçı olursun yürek yangınıma… Kendimizden uzaklaşıp cümlelerimizin kıyısında mutluluk oyunu oynamaya başladığımız vakit “biz” oluruz. Sevda alfabemizde koyu koyu parlar telli duvaklı güllerimiz. Billur bir derenin coşkulu sularında yıkanır gelinsi düşlerimiz.
Kahredici bir sonbaharın sıradan bir esintisinde hışırdayan yapraklarından ibaret değil sesimiz. Tek tük yansa da yüreğimizin karanlık odalarındaki ışıklarımız; maziyi de sarar geleceği de düşleriz ayrı bahar dallarında… Hüzünlerle sarmaş dolaş oldukça bedenlerimiz en çok birbirimizi özleriz.
Cam kenarında diğer yarısını beklerken yüreğimiz kasvetli bir akşamın ıssız sokaklarında sayısız sevdalar yoklar kapımızı… Bir zamanlar delice sevdiğimiz insanları hatırlar geçmişin bütün güzelliklerini akıtırız şiirlerimize. Hüzünle demlenmiş çayımızı tekrar koyarız ateşe. Sevgilinin ince belini anımsatan her bardaktan yudum yudum içeriz kendi yüreğimizin karanlığını.
Düşlerimize gelince sevdamız; sevinçlerin en apansız bastıranıyla esrik gecelere sabahlara bölünür yüreğimiz. Hiç bitmesin dediğimiz rüyalardan uyanma vakti geldiğinde hüzünle gülümseriz hayata.
Gerçek mi…
Düş mü…
Hangisi daha fazla acıtır bilemeyiz…