06-16-2010, Saat: 01:02 AM
O'na de ki...
Biz onunla bembeyaz yağan bir karaaltında gece yarısı yürüyüşlerinde üşümeyen ayak izleriydik.
Yeşilliklere bakan bir pencerenin gerisiydik.
Bir fenerin beklediği kumsalda güneşe yüzünü veren çakıl taşlarıydık.
Bir otel odasında umulmadık bir anda karşılaşmış sürgünde yorgunluktan uyuyakalan iki bedendik.
Aynı marka iki araba gibiydik.
Kara kaplı beyaz sayfalı bir defterde kağıt ile kalemin arasına giren bir yalnızlık şiiriydik.
Altın sarısı maviliklerdik...
Kahverengi derinliklerdik...
O zamanlar adı artık pek de lazım olmayan anılması yasaklanan bir esintiydik...
O bir gözyaşıydı başladı mı bir daha durdurulamayan...
Ben bir umuttum nereye gittiği bilinmeyen buharlı bir trenin son vagonuna tutunan...
Biz O'nunla diğerlerinden farklı gibiydik.
Şimdi o yokken benim önümde kaçak yaşanmamış bir yaz duruyor.
Ve yazın en uzun günü benim gözüme uyku kaçıyor...
Sonra resmi törenler başlıyor.
Düş kaçkınları yağmur suçluları güneş vurgunları dost acıları ve bir insanın en anlatılamayacak en utandığı canını en çok acıttığı duyguları...
Yani hayat önümden geçerken saygıda kusur etmiyor.
Biz olmasak da şimdilik "zaman" benimle idare ediyor...
Gecelerin çok uzun olduğunu anladım ve şafak vakti o uyanırken ben daha yeni uykuya daldım.
O vakitler hayatın sınırları.
Ve sınır boyu mayın tarlalarının yerini tehlikeli sessizlikler alırdı.
Birbirine ulaşamayan yürekler kendilerini geceleri bitmesini istemedikleri uykulara vuruyor.
O'nun dahil olmadığı bir hayatı yaşamak artık pek de anlamlı gelmiyor...
O'na sor bakalım;
En çok ne eksik kaldı biliyor mu?
Gerçi ben bilmesini beklemiyorum.
Beni anlamasını beklemediğim gibi.
Benimki sadece geç kalmış bir veda...
Ya da yanlış anlaşılmış bir aşka bir türlü konulamayan nokta nokta nokta...