06-27-2010, Saat: 12:30 PM
''Biz şimdinin adamıyız” diyerek sıvazlıyoruz sırtımızı. Geçmişli ama geleceksiz ve şimdiye her daim dahil iki adam! Ellerinden gelen bir şimdi’yle, “bana yar olsa” diyemediğim bir gelecek arasında tercihlere yatırıyorum suskunluğumu. Sen’siz bir gelecek, sen’li bir şimdi… Yokluğunla büyümüş çocukluğumla, çaresizce ama sevdamca “şimdi’yi” seçiyorum. Aklımda bir türlü geçer edemediğim yaralı geçmişimiz. yaralı geçmişlerden yarınlar çıkmaz mı sevgili? Sana yarından bahsedememek ne biçim bir konuşma? Mesela diyebilsem: “Yarın alırız ellerimizi ellerimize ve nehrin kıyısına gideriz. Hesabına tavla oynarız. Konuşuruz! Hep konuşur, hiç susmayız… Nasıl da eğreti duruyor, şu günlük kelimeler! Şu en basit ve yalın bir yarın için ne çok mucizeye ihtiyacımız var!
Ama yine de, söz hakkını serseriliğime verip, hiçbir şeyi unutmadan yalnızca umrumdan çıkararak her şeyi, karın tokluğum ellerimdeymiş gibi bir geleceğe uyandırıyorum, en çocuk halimi. Korkmadan, çekinmeden dalabiliyorum bir düşe… Oysa yasaklıklar, hatalar, ihanetler düşlerimi de kurutuyor. Varlıklarından bana yokluklar pay eden bir dolu adam ve kadın, -zaten sandığım- karın tokluğumu alıyor ellerimden ve beni aç bırakıyor; sonra, en çocuk halimi, acımasızca, gerçeklerin uykusuna uyutuyor. “uyuma çocuğum” diyemiyorum. İçimde karın tokluğumun açlığı bir şarkı söylüyor, senin bana anlatamadıklarını…
çok sıcak ve karanlığa rağmen kavuran bir yaz gecesinde bana bir masal anlatmıştın, her kelimesi soğukla örtülü. Masalda, prens aşkının sahibini arıyordu; prenses, prenses değildi. Göç hazırlığında bir güzeldi ve tek derdi, içindeki aşkı kimselere göstermeden götürebilmekti dağlarına. Prens güzel kıza “yüreğimin dağ gülü” diyordu. Güzel kız prense “suyum” ve durmadan karlar yağıyordu masalında. Sen anlattıkça üşüyordum, unutarak yandığımı. Masalın sonunda pens, “seni seviyorum” dedi. Güzel kız inatla susup “seni seviyorum” demedi. Bu masalın devamını çok sonra öğrendim. Prens sevmesine rağmen bir daha söylememiş sevmediğini. Güzel kız dağlarca ve yollarca sevmiş prensi ama yenilip ürkekliğine, yine söylememiş sevdiğini. Ve güzel kızın sustukları onu, mevsimler boyu yakmış.
Yokluğunu yaktığı denklemde, varlığını sanatkârca bir üşümek olduğunu, o gece, o masalda anlamıştım. Sonra anladım, aşk engelli yüreğinin yanında bir de karlı dağlar vardı. Yüreğinin engelinden de aşılmaz karlı dağlar… Hem dağlar, hem karlar… Ne kadar da uzağız birbirimize. En uzaktan daha da uzak, en yakından sadece yakın…
O gece bize uzak bir radyodan bir şarkı düşmüştü dudaklarımıza. “yine kar yağıyor sokaklara. Sana yar yol bulamıyorum…” Bana gelmemenin tek engeli, karlar mı sevgili? Yoksa…
Gelmelerin ve gitmelerin üzerine kurulu düzeneğimizde, haberlice geliyorsun, ben yokum! Gidiyorsun, ardında bir tek ben kalıyorum. Yanımda olmanı istedikçe zaman duruyor, şarkılar bitiyor ve sesin çekiliyor tenimden. Ağlamaklı duruşumlar voltalara vuruyorum aklımı. Görülse iç burkar halimi kapı arkalarına gizliyorum, odalara kapatıyorum.
Giderayak gelişlerinde, ansızın gidiyorsun; susar gibi, küser gibi, terk eder gibi… İşte o zaman duruyor zaman ve bitmiyor hiçbir şarkı. O zaman, terk edebiliyorum seni içimden; o zaman, nefret edebiliyorum senden! Ama sadece o zaman, o an, anlık… Bir sonraki saniyeye geçmiyor eylemim. Belki de, bir göz kırpma seni terk edişim, senden nefret edişim. Daha fazlası, daha uzun sürelisi olmuyor. Olmasını istediğimde de olmamıştı. İçimdeki varlığına hükmüm geçmiyor! Ne içimden terk edebiliyorum seni ne de terk ettirebiliyorum sana içimi!
Oysa gidiyorsun, hep gidiyorsun. Gelmelerini unutturacak kadar çok gidiyorsun. Gidişlerinden oluşma koleksiyonumda, seni her türlü uğurlayışım var. Seni vedasızca uğurlamıştım. Gitmeni istemiştim, kalışına bayram etmeye hazırken. Hemen gitse demiştim, bir daha ne zaman geleceğini hesaplarken. Sustum. Dar veda sahnesinde, ölesiye sustum. “susma” demedim. Güldün. “gitme” demedim. Sustun. “Kal” derken içimden, gittin! Öldüresiye gittin. “Öldürüp de gitseydi, dedim kenti başıma geçirirken. “Sokak köpeklerinin küfürlerini savursaydı yüzüme” dedim, bana, bir boşluğu sarılır gibi sarıldığın ellerini içimde hissederken. “Kal” derken içimden gittin!
Onca yerden, onca uykusuzluktan, uyanıştan; onca kaçıştan ve sığınıştan, gülüşlerden ve tutuşmalardan yalnızca çok A’lı o kenti özlüyorum. Bizim ilk ve tek buluşmamız, tek görülmeyişimiz, avuçlarımıza güvenip kaybolmaktan korkmadığımız tek gün, tek kent… Senin bendeki son özgürlüğün, benim sendeki ilk tutsaklığım!
Bir düş gibi silik anlar kalsa da aklımda, hep, o günü istiyorum. O günde kalmak, o gün gibi olmak, o gündeki gibi olman… Birlikte gördüğümüz ilk rüya. Yorumlasam, yoğursam, kendimi yorsam da, sonuç çıkmıyor, bir daha yaşanmayacağından başka.
Bir istasyon bekleyişim, yüzüne bakamama heyecanım, avuçlarındaki elim; yeşil gözlerin, “ben seni çok sevdim” diyen kelimelerin ve o günü, beni çok A’lı kentte bir durağa asan sözün, ucuz bahanen, “seni seviyorum” demememin ilk nedeni: “sevgilim olursan, seni kaybederim…” Söyle sevgili şimdi hayatında bir kayıp mıyım? Bulunmaz… Açık bir yara mıyım? Sarılmaz… Tehlikeli bir yol muyum? Gidilmez…
Adımız gibi çok A’lı o kent sevgili, senin bendeki son özgürlüğün, benim sendeki ilk tutsaklığım!
Bazen bir şarkı aralığında, o günü ve çok A’lı o kenti yeniden yaşıyorum, yeniden yaşayabilsem diyemeden, diyebilmeyi ne çok isterken… “Birbirimize birkaç aşk kadar, geç kalmış olmasaydık…” eğer, kaybetme korkum olmadan sahip olabilir miydim sana?
“Gözlerinde bir aşk var bana saklı olan. Kimselere vermem onu” dedin ve almadan gittin! Kendi hakkın olan bir aşkı, gözlerime hapsettin. Gidişinin dönüşsüz olmadığına inanmak için çok eski bir şairin sen olup söylediğini varsaydığım “ bu aşkın adresi dursun sende / kelepçeli kuşlar yuva kurmadan gözlerimize / belki geri döneriz / ve geri veririz birbirimize / yitirilmiş ne varsa “ dizelerini hatmettim gecelerce.
Bu aşk seninse ve yar olmadıysa sana, başkasına asla yar olamazdı. Olmadı da! Çok yandım o aşkla… Çok ağladım… Hiçbir intiharını durdurmadım ama yine de ölmedi. Öldüremedim! Terk edemedim yokluğunun varlaşacağı inancını. Gelecektin! Sonra ama mutlaka! Gelecektin! Aşkın ve aslı bendeydi. Gidişin, gelmek içindi; gelişin bir daha gitmemek için! Sevgili, biliyordum ama beklemiyordum geleceğini. Geldin! Bir gecede değil, bir gündüzde değil, bir akşamda değil; bütün umutların gömüldüğü bir seherde geldin! Tabu örgülü bir sokakta, sendeki varlığımın cesedini göreceğimi sandığım bir seherde, dirisiyle geldin!
Geldin! Diyeceklerimin hepsini susturup; sustuğum tek gerçeği, masalımızın eksik cümlesini, çok A’lı kentin afiş manşetini, beni gelmelerine doğuran, seni bana doğuran sözü, “hiç söylemediysem, şimdi söylüyorum. Seni her şeyden çok seviyorum…”
Sevgili, seni seviyorum!
Ama yine de, söz hakkını serseriliğime verip, hiçbir şeyi unutmadan yalnızca umrumdan çıkararak her şeyi, karın tokluğum ellerimdeymiş gibi bir geleceğe uyandırıyorum, en çocuk halimi. Korkmadan, çekinmeden dalabiliyorum bir düşe… Oysa yasaklıklar, hatalar, ihanetler düşlerimi de kurutuyor. Varlıklarından bana yokluklar pay eden bir dolu adam ve kadın, -zaten sandığım- karın tokluğumu alıyor ellerimden ve beni aç bırakıyor; sonra, en çocuk halimi, acımasızca, gerçeklerin uykusuna uyutuyor. “uyuma çocuğum” diyemiyorum. İçimde karın tokluğumun açlığı bir şarkı söylüyor, senin bana anlatamadıklarını…
çok sıcak ve karanlığa rağmen kavuran bir yaz gecesinde bana bir masal anlatmıştın, her kelimesi soğukla örtülü. Masalda, prens aşkının sahibini arıyordu; prenses, prenses değildi. Göç hazırlığında bir güzeldi ve tek derdi, içindeki aşkı kimselere göstermeden götürebilmekti dağlarına. Prens güzel kıza “yüreğimin dağ gülü” diyordu. Güzel kız prense “suyum” ve durmadan karlar yağıyordu masalında. Sen anlattıkça üşüyordum, unutarak yandığımı. Masalın sonunda pens, “seni seviyorum” dedi. Güzel kız inatla susup “seni seviyorum” demedi. Bu masalın devamını çok sonra öğrendim. Prens sevmesine rağmen bir daha söylememiş sevmediğini. Güzel kız dağlarca ve yollarca sevmiş prensi ama yenilip ürkekliğine, yine söylememiş sevdiğini. Ve güzel kızın sustukları onu, mevsimler boyu yakmış.
Yokluğunu yaktığı denklemde, varlığını sanatkârca bir üşümek olduğunu, o gece, o masalda anlamıştım. Sonra anladım, aşk engelli yüreğinin yanında bir de karlı dağlar vardı. Yüreğinin engelinden de aşılmaz karlı dağlar… Hem dağlar, hem karlar… Ne kadar da uzağız birbirimize. En uzaktan daha da uzak, en yakından sadece yakın…
O gece bize uzak bir radyodan bir şarkı düşmüştü dudaklarımıza. “yine kar yağıyor sokaklara. Sana yar yol bulamıyorum…” Bana gelmemenin tek engeli, karlar mı sevgili? Yoksa…
Gelmelerin ve gitmelerin üzerine kurulu düzeneğimizde, haberlice geliyorsun, ben yokum! Gidiyorsun, ardında bir tek ben kalıyorum. Yanımda olmanı istedikçe zaman duruyor, şarkılar bitiyor ve sesin çekiliyor tenimden. Ağlamaklı duruşumlar voltalara vuruyorum aklımı. Görülse iç burkar halimi kapı arkalarına gizliyorum, odalara kapatıyorum.
Giderayak gelişlerinde, ansızın gidiyorsun; susar gibi, küser gibi, terk eder gibi… İşte o zaman duruyor zaman ve bitmiyor hiçbir şarkı. O zaman, terk edebiliyorum seni içimden; o zaman, nefret edebiliyorum senden! Ama sadece o zaman, o an, anlık… Bir sonraki saniyeye geçmiyor eylemim. Belki de, bir göz kırpma seni terk edişim, senden nefret edişim. Daha fazlası, daha uzun sürelisi olmuyor. Olmasını istediğimde de olmamıştı. İçimdeki varlığına hükmüm geçmiyor! Ne içimden terk edebiliyorum seni ne de terk ettirebiliyorum sana içimi!
Oysa gidiyorsun, hep gidiyorsun. Gelmelerini unutturacak kadar çok gidiyorsun. Gidişlerinden oluşma koleksiyonumda, seni her türlü uğurlayışım var. Seni vedasızca uğurlamıştım. Gitmeni istemiştim, kalışına bayram etmeye hazırken. Hemen gitse demiştim, bir daha ne zaman geleceğini hesaplarken. Sustum. Dar veda sahnesinde, ölesiye sustum. “susma” demedim. Güldün. “gitme” demedim. Sustun. “Kal” derken içimden, gittin! Öldüresiye gittin. “Öldürüp de gitseydi, dedim kenti başıma geçirirken. “Sokak köpeklerinin küfürlerini savursaydı yüzüme” dedim, bana, bir boşluğu sarılır gibi sarıldığın ellerini içimde hissederken. “Kal” derken içimden gittin!
Onca yerden, onca uykusuzluktan, uyanıştan; onca kaçıştan ve sığınıştan, gülüşlerden ve tutuşmalardan yalnızca çok A’lı o kenti özlüyorum. Bizim ilk ve tek buluşmamız, tek görülmeyişimiz, avuçlarımıza güvenip kaybolmaktan korkmadığımız tek gün, tek kent… Senin bendeki son özgürlüğün, benim sendeki ilk tutsaklığım!
Bir düş gibi silik anlar kalsa da aklımda, hep, o günü istiyorum. O günde kalmak, o gün gibi olmak, o gündeki gibi olman… Birlikte gördüğümüz ilk rüya. Yorumlasam, yoğursam, kendimi yorsam da, sonuç çıkmıyor, bir daha yaşanmayacağından başka.
Bir istasyon bekleyişim, yüzüne bakamama heyecanım, avuçlarındaki elim; yeşil gözlerin, “ben seni çok sevdim” diyen kelimelerin ve o günü, beni çok A’lı kentte bir durağa asan sözün, ucuz bahanen, “seni seviyorum” demememin ilk nedeni: “sevgilim olursan, seni kaybederim…” Söyle sevgili şimdi hayatında bir kayıp mıyım? Bulunmaz… Açık bir yara mıyım? Sarılmaz… Tehlikeli bir yol muyum? Gidilmez…
Adımız gibi çok A’lı o kent sevgili, senin bendeki son özgürlüğün, benim sendeki ilk tutsaklığım!
Bazen bir şarkı aralığında, o günü ve çok A’lı o kenti yeniden yaşıyorum, yeniden yaşayabilsem diyemeden, diyebilmeyi ne çok isterken… “Birbirimize birkaç aşk kadar, geç kalmış olmasaydık…” eğer, kaybetme korkum olmadan sahip olabilir miydim sana?
“Gözlerinde bir aşk var bana saklı olan. Kimselere vermem onu” dedin ve almadan gittin! Kendi hakkın olan bir aşkı, gözlerime hapsettin. Gidişinin dönüşsüz olmadığına inanmak için çok eski bir şairin sen olup söylediğini varsaydığım “ bu aşkın adresi dursun sende / kelepçeli kuşlar yuva kurmadan gözlerimize / belki geri döneriz / ve geri veririz birbirimize / yitirilmiş ne varsa “ dizelerini hatmettim gecelerce.
Bu aşk seninse ve yar olmadıysa sana, başkasına asla yar olamazdı. Olmadı da! Çok yandım o aşkla… Çok ağladım… Hiçbir intiharını durdurmadım ama yine de ölmedi. Öldüremedim! Terk edemedim yokluğunun varlaşacağı inancını. Gelecektin! Sonra ama mutlaka! Gelecektin! Aşkın ve aslı bendeydi. Gidişin, gelmek içindi; gelişin bir daha gitmemek için! Sevgili, biliyordum ama beklemiyordum geleceğini. Geldin! Bir gecede değil, bir gündüzde değil, bir akşamda değil; bütün umutların gömüldüğü bir seherde geldin! Tabu örgülü bir sokakta, sendeki varlığımın cesedini göreceğimi sandığım bir seherde, dirisiyle geldin!
Geldin! Diyeceklerimin hepsini susturup; sustuğum tek gerçeği, masalımızın eksik cümlesini, çok A’lı kentin afiş manşetini, beni gelmelerine doğuran, seni bana doğuran sözü, “hiç söylemediysem, şimdi söylüyorum. Seni her şeyden çok seviyorum…”
Sevgili, seni seviyorum!