09-25-2010, Saat: 04:48 PM
İstanbul’a kar yağıyor...
Sırça bıyıktan beyaz adamlar yapıyor rengarenk çocuklar. Ve bütün ayak izleri siliniyor denize yakın. Bir tayyör eskisi gibi ikiye ayırıyor banliyo trenleri fakir mahalleleri. Sümükleri ayaza donmuş bir çocuğa düşüyor kentteki bütün kağıt mendilleri satmak üstelik. İnce bir tezatlık çarpıyor buğulara. Haliyle inciniyor martılar. Haliyle buz tutuyor peronlar. İnce uzun bir demir eskisi bölüyor kenti. Demir gibi soğuk solmuş ve kirli. Beyaz bir yanlızlığa sığınıyor ahşap yaşanmışlıklar ve bahçelerine ince buklalere benzer akort edilmemiş akordeon sesleri düşüyor. Ağır kasvet gibi yüzsüz ve güzel Konstantanapolis’te sarhoşlarla deliler ölüyor en çok. Yani şehr-i kahpenin gerçek sahipleri.
İster istemez reklam panolarına takılıyor işlerine geç kalmış yeni yetme kızlar. Onlar kadınlık bağını bu reklam panolarından erkeği ise olağan seferlerine çıkan bindikleri kalabalık trenlerden tanıyorlar. Umutlarını zedeliyor sertlik. Aşklarını ve hayallerini deliyor. Kızamıyorlar. Elleri üşüyor sonra... Bu soğuk ve renksiz parmaklarıyla tutuyorlar tüm kenti. Zaman zaman düşürüp kırıyorlar en bilindik hayallerini. Sonra yine yerden çaresizce alıp bir ucuz romanın en heyecanlı yerinde saklıyorlar kimse görüp bilmesin diye.
İstanbul’a kar yağıyor...
Beyaz bir bozkırı aldatılmış bir saflığın kucağına atıyor. Güzel kokuyor temizlik. Efsane atın kanatlarına benziyor yalınlığı. Koştukça daha da gizemli oluyor. Şaşırıveriyor kırlangıçlar. Ve hatta kendilerinin bu denli yetenekli olmamalarına içerliyorlar. Başlarını öte tarafa döndürüp atın şaha kalktığı yerin ters yönüne doğru uçuyorlar. Sonra at kendi süratine yetişemiyor. Daha hızla kanat çırpıp kendisi gibi beyaz yakamozların ardında kayboluyor. Üstelik şatafatsız ve huysuzluk yapmadan. Gölgesi mat yalnızlıklara takılıyor. Kar geceyi de mi örtüyor? Şehrin izi geceye bembeyaz vuruyor.
İstanbul’a kar yağıyor...
Hazır ambalajlanmış hayaller satıyor hayalleri yıkılmış adamlar. Üstelik kullanma klavuzları bile olmayan bu hayaller son derece çabuk bozulup tümden ve birbirleri ardı sıra yitiyorlar. Kimse almıyor zaten artık onları. Talihsiz satıcılar da bunu biliyorlar. Miyadı dolmuş yolculuklarda artık öylesine gidip geliyorlar. Hiç inmiyorlar trenden ve hangi peronda bindiklerini artık kendileri bile bilmiyorlar. Uzuyor yollar. Ve kar hiç durmuyor. –Gece boyunca da yağmıştı zaten-
Bir tayyör eskisi gibi ikiye ayırıyor banliyo trenleri fakir mahalleleri. Sümükleri ayaza donmuş bir çocuğa düşüyor kentteki bütün kağıt mendilleri satmak üstelik. İnce bir tezatlık çarpıyor buğulara. Haliyle inciniyor martılar. Haliyle buz tutuyor peronlar.
Ben İstanbul’u ve kakao tadını reklam neonlarından değil çocukluğumla beraber babaanne çukulatısından tanıyorum....
İstanbul’a kar yağıyor...
Bir sigara yakıyorum. Duman buz gibi rüzgara karışıyor. Yok oluyor. Ve gökyüzü ucuz kanyak kokuyor.
Yürüyorum...
Şehir delisinin notuir gün umutlarımın peşinden gitmeye karar vermiştim.
Şehir sarhoşunun notu: Bir gün hayallerimin peşinden gitmeye karar vermiştim.
Ve İstanbul’a kar yağmıştı...
Sırça bıyıktan beyaz adamlar yapıyor rengarenk çocuklar. Ve bütün ayak izleri siliniyor denize yakın. Bir tayyör eskisi gibi ikiye ayırıyor banliyo trenleri fakir mahalleleri. Sümükleri ayaza donmuş bir çocuğa düşüyor kentteki bütün kağıt mendilleri satmak üstelik. İnce bir tezatlık çarpıyor buğulara. Haliyle inciniyor martılar. Haliyle buz tutuyor peronlar. İnce uzun bir demir eskisi bölüyor kenti. Demir gibi soğuk solmuş ve kirli. Beyaz bir yanlızlığa sığınıyor ahşap yaşanmışlıklar ve bahçelerine ince buklalere benzer akort edilmemiş akordeon sesleri düşüyor. Ağır kasvet gibi yüzsüz ve güzel Konstantanapolis’te sarhoşlarla deliler ölüyor en çok. Yani şehr-i kahpenin gerçek sahipleri.
İster istemez reklam panolarına takılıyor işlerine geç kalmış yeni yetme kızlar. Onlar kadınlık bağını bu reklam panolarından erkeği ise olağan seferlerine çıkan bindikleri kalabalık trenlerden tanıyorlar. Umutlarını zedeliyor sertlik. Aşklarını ve hayallerini deliyor. Kızamıyorlar. Elleri üşüyor sonra... Bu soğuk ve renksiz parmaklarıyla tutuyorlar tüm kenti. Zaman zaman düşürüp kırıyorlar en bilindik hayallerini. Sonra yine yerden çaresizce alıp bir ucuz romanın en heyecanlı yerinde saklıyorlar kimse görüp bilmesin diye.
İstanbul’a kar yağıyor...
Beyaz bir bozkırı aldatılmış bir saflığın kucağına atıyor. Güzel kokuyor temizlik. Efsane atın kanatlarına benziyor yalınlığı. Koştukça daha da gizemli oluyor. Şaşırıveriyor kırlangıçlar. Ve hatta kendilerinin bu denli yetenekli olmamalarına içerliyorlar. Başlarını öte tarafa döndürüp atın şaha kalktığı yerin ters yönüne doğru uçuyorlar. Sonra at kendi süratine yetişemiyor. Daha hızla kanat çırpıp kendisi gibi beyaz yakamozların ardında kayboluyor. Üstelik şatafatsız ve huysuzluk yapmadan. Gölgesi mat yalnızlıklara takılıyor. Kar geceyi de mi örtüyor? Şehrin izi geceye bembeyaz vuruyor.
İstanbul’a kar yağıyor...
Hazır ambalajlanmış hayaller satıyor hayalleri yıkılmış adamlar. Üstelik kullanma klavuzları bile olmayan bu hayaller son derece çabuk bozulup tümden ve birbirleri ardı sıra yitiyorlar. Kimse almıyor zaten artık onları. Talihsiz satıcılar da bunu biliyorlar. Miyadı dolmuş yolculuklarda artık öylesine gidip geliyorlar. Hiç inmiyorlar trenden ve hangi peronda bindiklerini artık kendileri bile bilmiyorlar. Uzuyor yollar. Ve kar hiç durmuyor. –Gece boyunca da yağmıştı zaten-
Bir tayyör eskisi gibi ikiye ayırıyor banliyo trenleri fakir mahalleleri. Sümükleri ayaza donmuş bir çocuğa düşüyor kentteki bütün kağıt mendilleri satmak üstelik. İnce bir tezatlık çarpıyor buğulara. Haliyle inciniyor martılar. Haliyle buz tutuyor peronlar.
Ben İstanbul’u ve kakao tadını reklam neonlarından değil çocukluğumla beraber babaanne çukulatısından tanıyorum....
İstanbul’a kar yağıyor...
Bir sigara yakıyorum. Duman buz gibi rüzgara karışıyor. Yok oluyor. Ve gökyüzü ucuz kanyak kokuyor.
Yürüyorum...
Şehir delisinin notuir gün umutlarımın peşinden gitmeye karar vermiştim.
Şehir sarhoşunun notu: Bir gün hayallerimin peşinden gitmeye karar vermiştim.
Ve İstanbul’a kar yağmıştı...