11-28-2010, Saat: 09:54 PM
Bir ölümlüktü yani. Bir kere canın çekilecekti tırnaklarından yukarı, topu topu tek nefes tutulacaktı. Gözlerin kuruyacaktı, kanın sızmayacaktı, görmeyecektin en basiti, tek yüz görümlüğüne kaç yürek boşaltıldığını…
Altı üstü aşktı.
İlkbaharın adıydı sonbahar. Annem ölecekti en fazlası parmak uçlarımla. Saçlarım asılacaktı iki bakır tel arası. Bir küçük mor menekşe toprağa başkaldırmanın bedeliyle zemheriye kurban edilirken, bu kenti kuşlar terk edecekti. Yağmurlar yine düşecekti İstanbul’un yanağına, Kız Kulesi’nin şalını savuracaktı rüzgâr Marmara’nın titrek omuzlarına. Kaçmalarını, ürkek adımlarını kör bir kâhinin ellerine satan denizkızlarının dili damağına yapışacaktı.
Acıydı…
Altı üstü aşktı, cürmünün yoktu izahı. Anlaşılmaktı adı tüm anlaşılmamazlıkların! Yatsıya kadardı, iki damak arası başı ezilen yeminlerin ömrü. Okşanmayan yetim başların sancısı midelere vururken, bir somun ekmeğin hülyasına uykusu kaçacaktı gecelerin. İliklerimdeki zerre hayal ile beslenen bebekler düşecekti rahmimden ayaklar altına. Gri kentlerce ezilecekti başı. Ve ben ağladığımda yağmur duasını bırakacaktı melekler!
Gittikçe aşk oluyorsun, dur!
Altı üstü mor bir bakıştı, çürük yaprak yeşili. En fazlası canımı alırdı, en azından aklımı! Yalnız na-pak aynalar bilirdi en çirkef halimi, yanaklarım pul pul dökülürken iki avuç arana. En fazla Eyüp mezarlığında tek kişilik boşluğa iki tecessüd sığardı. En çok İstanbul özlerdi bizi, kursağına dolanırken düşlerimiz Salacak’ın. Dalgalar çelme takardı, yüreğimiz sürçerdi her ‘‘yağmur toprağa düştüğünde’’… Kulaklarını tıkardı, alıp başını terki diyar ederdi Beykoz’un iniltisinden çetr-i nur. Sonra, ağlayamazdım el yordamıyla sarılıp yastığıma. Naren bir gece meltemi yalarken sol yanağımı, ta uzaklardan mest-i rayiha yayılırdı iğreti güvenlerimizin üstüne,
‘‘ölümlerden ölüm beğen benim için, sana en fiyakalı yenilgimi sakladım’’
En kıyabildiğin yanımdan hani, serçe parmağımdan başla mesela, tutun/ma!
Altı üstü ab-ı hayattı…
Küstah bir sağanaktı gözlerimizi sırılsıklam üşüten. Kalınamazdı, varılamazdı, aranılsa bulunamazdı, oysa bulunduğunda anlaşılacaktı ne çok aranıldığı. Kendinden geçirirdi adamakıllı, titretirdi. Tırnakların mora çalacaktı, omuzlarından iki ölü kol asılacaktı, dişlerin sızlayacaktı en çok! Kayıp kentlerde bir küçük kızın gözlerine tecavüz edilecekti koca cüsseli aldanışlarca.
Sözleri çıkarsız araflara takılandı. İmtihandı. Sırrı en ifşa olunmayandı. Kimselerce en bilinendi oysa kimselerde en bilinmezlikti! Karmakarışıktı işte, hayat kadardı, uslu değildi.
Altı üstü aşktı, beğenilemedi. Beğenilen olmayı diledi en çok, denedi, denemek hiç beğenilesi değildi. İçinden çıkamadı sonra, dışına varılmayandı, varılsa durulmayandı. Hak dileyendi hak bilmezlere. Bilemezdi, hakkına girilendi!
Gün aşırı lev'-i garâmdı…
Her sendeleyişimde yeri alnından öptürecek kadardı. Düz yolda sırt üstü vurgundu şimali.
Korktuğum kadardı. Toplasan beş para etmez, satsan paha biçilmez. Ne siyahtı ne mavi, esmerdi teni, gök/yüzünün rengi. Bir lokmanın bedeliydi, Cebel-i Rahme tepesinde Firdevs sancısıyla dünya doğurtan! En fazla Kabil kadardı kini, en az Habilce masum, mazbut ve mai.
Belden altı karga leşi, sol yanı çöl güneşi, dili süt kokulu sabi. Say ki İsrafil suru, say ki melek-ül mevt süruru…
Altı üstü aşktı işte, cennet kokuşlu el-alem kaçkını. Bu diyarın serabı, tenezzülsüzlüğü leyla’nın, mecnun’un miracı, züleyha’nın garamı, yusuf’un dermanı, ferhat’ın illası, belkıs’ın nazı, varlığında ikram olunan nevfel tadı…
Aslı astarı bir sen kadardı. Ölçüsü alındı, boyu az biraz kısa, umutlarımdan uzundu kolları. Mahlukata neşve, Rahman’a işve, varlığı yokluk üstüne kisveydi. Atsan atılmaz, satsan, yüreğimdi ilk talibi. Yangındı işte, yanılgındı, ılgındı. Üç harfinin hatmi vacipti, beş harfi ölüm.
Altı üstü aşktı…
Düş’müşüm!
Görüşmemiş bir şehirdi belkide adım. Ne keşfe müsait, ne ihlale na’müsait. Kefen boyu çırılçıplak yalnızlıktı. En fazla gecenin gözlerinden düşen kireçli su saçlarına dipnot düşecekti özgeçmişini. En kârlı zarardı, en nimetkar ziyan. İstiare başı beklerken direnen uykularım, sensizlik düşlerimin başına vuracaktı. Ketum heceler dilaltına düşecekti, ben sana iki yana düşmüş kollarımla güneşli günler toplayamazken güncemden. Arzın içi titreyecekti, meleklerin kalemi devrilirken alnımızdan yukarı.
Altı üstü, sevdafeza…
En fazla bir kez çalardı kapını, en hevesli yanın sağırken.
Ahh’tı!
Kovulmuştu cennetten bir kez, dünyaya biçilmiş süslü kaftandı.
Aşk’tı!
Ölmek için yaratılmıştı!
Altı üstü aşktı.
İlkbaharın adıydı sonbahar. Annem ölecekti en fazlası parmak uçlarımla. Saçlarım asılacaktı iki bakır tel arası. Bir küçük mor menekşe toprağa başkaldırmanın bedeliyle zemheriye kurban edilirken, bu kenti kuşlar terk edecekti. Yağmurlar yine düşecekti İstanbul’un yanağına, Kız Kulesi’nin şalını savuracaktı rüzgâr Marmara’nın titrek omuzlarına. Kaçmalarını, ürkek adımlarını kör bir kâhinin ellerine satan denizkızlarının dili damağına yapışacaktı.
Acıydı…
Altı üstü aşktı, cürmünün yoktu izahı. Anlaşılmaktı adı tüm anlaşılmamazlıkların! Yatsıya kadardı, iki damak arası başı ezilen yeminlerin ömrü. Okşanmayan yetim başların sancısı midelere vururken, bir somun ekmeğin hülyasına uykusu kaçacaktı gecelerin. İliklerimdeki zerre hayal ile beslenen bebekler düşecekti rahmimden ayaklar altına. Gri kentlerce ezilecekti başı. Ve ben ağladığımda yağmur duasını bırakacaktı melekler!
Gittikçe aşk oluyorsun, dur!
Altı üstü mor bir bakıştı, çürük yaprak yeşili. En fazlası canımı alırdı, en azından aklımı! Yalnız na-pak aynalar bilirdi en çirkef halimi, yanaklarım pul pul dökülürken iki avuç arana. En fazla Eyüp mezarlığında tek kişilik boşluğa iki tecessüd sığardı. En çok İstanbul özlerdi bizi, kursağına dolanırken düşlerimiz Salacak’ın. Dalgalar çelme takardı, yüreğimiz sürçerdi her ‘‘yağmur toprağa düştüğünde’’… Kulaklarını tıkardı, alıp başını terki diyar ederdi Beykoz’un iniltisinden çetr-i nur. Sonra, ağlayamazdım el yordamıyla sarılıp yastığıma. Naren bir gece meltemi yalarken sol yanağımı, ta uzaklardan mest-i rayiha yayılırdı iğreti güvenlerimizin üstüne,
‘‘ölümlerden ölüm beğen benim için, sana en fiyakalı yenilgimi sakladım’’
En kıyabildiğin yanımdan hani, serçe parmağımdan başla mesela, tutun/ma!
Altı üstü ab-ı hayattı…
Küstah bir sağanaktı gözlerimizi sırılsıklam üşüten. Kalınamazdı, varılamazdı, aranılsa bulunamazdı, oysa bulunduğunda anlaşılacaktı ne çok aranıldığı. Kendinden geçirirdi adamakıllı, titretirdi. Tırnakların mora çalacaktı, omuzlarından iki ölü kol asılacaktı, dişlerin sızlayacaktı en çok! Kayıp kentlerde bir küçük kızın gözlerine tecavüz edilecekti koca cüsseli aldanışlarca.
Sözleri çıkarsız araflara takılandı. İmtihandı. Sırrı en ifşa olunmayandı. Kimselerce en bilinendi oysa kimselerde en bilinmezlikti! Karmakarışıktı işte, hayat kadardı, uslu değildi.
Altı üstü aşktı, beğenilemedi. Beğenilen olmayı diledi en çok, denedi, denemek hiç beğenilesi değildi. İçinden çıkamadı sonra, dışına varılmayandı, varılsa durulmayandı. Hak dileyendi hak bilmezlere. Bilemezdi, hakkına girilendi!
Gün aşırı lev'-i garâmdı…
Her sendeleyişimde yeri alnından öptürecek kadardı. Düz yolda sırt üstü vurgundu şimali.
Korktuğum kadardı. Toplasan beş para etmez, satsan paha biçilmez. Ne siyahtı ne mavi, esmerdi teni, gök/yüzünün rengi. Bir lokmanın bedeliydi, Cebel-i Rahme tepesinde Firdevs sancısıyla dünya doğurtan! En fazla Kabil kadardı kini, en az Habilce masum, mazbut ve mai.
Belden altı karga leşi, sol yanı çöl güneşi, dili süt kokulu sabi. Say ki İsrafil suru, say ki melek-ül mevt süruru…
Altı üstü aşktı işte, cennet kokuşlu el-alem kaçkını. Bu diyarın serabı, tenezzülsüzlüğü leyla’nın, mecnun’un miracı, züleyha’nın garamı, yusuf’un dermanı, ferhat’ın illası, belkıs’ın nazı, varlığında ikram olunan nevfel tadı…
Aslı astarı bir sen kadardı. Ölçüsü alındı, boyu az biraz kısa, umutlarımdan uzundu kolları. Mahlukata neşve, Rahman’a işve, varlığı yokluk üstüne kisveydi. Atsan atılmaz, satsan, yüreğimdi ilk talibi. Yangındı işte, yanılgındı, ılgındı. Üç harfinin hatmi vacipti, beş harfi ölüm.
Altı üstü aşktı…
Düş’müşüm!
Görüşmemiş bir şehirdi belkide adım. Ne keşfe müsait, ne ihlale na’müsait. Kefen boyu çırılçıplak yalnızlıktı. En fazla gecenin gözlerinden düşen kireçli su saçlarına dipnot düşecekti özgeçmişini. En kârlı zarardı, en nimetkar ziyan. İstiare başı beklerken direnen uykularım, sensizlik düşlerimin başına vuracaktı. Ketum heceler dilaltına düşecekti, ben sana iki yana düşmüş kollarımla güneşli günler toplayamazken güncemden. Arzın içi titreyecekti, meleklerin kalemi devrilirken alnımızdan yukarı.
Altı üstü, sevdafeza…
En fazla bir kez çalardı kapını, en hevesli yanın sağırken.
Ahh’tı!
Kovulmuştu cennetten bir kez, dünyaya biçilmiş süslü kaftandı.
Aşk’tı!
Ölmek için yaratılmıştı!