02-08-2011, Saat: 11:01 AM
BEBEKLER NİÇİN RÜYA GÖRÜR ?
Yeni doğmuş bebekleri uyurken seyrettiniz mi?
Göz bebekleri kıpır kıpır oynar durur. Bazen gülümser, bazen de dudaklarını büzer ağlamaklı bir şekilde iç çekerler...
Bebekler yetişkinlerden çok daha fazla uyudukları gibi çok daha fazla rüya görürler. Bir bebeğin uykusunun yaklaşık yarısı REM uykusu denilen, göz hareketlerinin yoğun olduğu dönemde geçer. Bilim adamları rüyaların büyük çoğunluğunun da bu dönemde görüldüğünü tespit etmişlerdir.
Çocuklar ilkokul çağına geldiklerinde dahî uykularının yaklaşık çeyreği REM döneminde geçmektedir. Yetişkinlerde ise bu süre gittikçe azalarak gecede toplam bir-bir buçuk saate kadar düşer. Ancak yine de rüya görmek bir insan için çok büyük bir ihtiyaç olmaya devam eder.
Son zamanlarda bazı bilim adamları; «insan bedeninin dinlenmek için uykuya mutlak bir ihtiyaç duymadığını uykunun asıl hikmetinin rüya görmeye bir imkân sağlamak» olduğunu tespit etmişlerdir. Hattâ bir gece boyunca rüya görecek kadar derin uyku uyumasına izin verilmeyen bir kişinin, ertesi gece bunu telâfi edecek şekilde iki kat daha fazla rüya gördüğü anlaşılmıştır.1
Uyku ve rüya pozitivist felsefeyi benimsemiş bilim adamları için dahî esrarını korumaktadır. Her ne kadar onlar rüyaların; «beynin kayıtlarını düzenlemesi; bunun için gereksiz detayları silip günlük tecrübelerin hâsılasının ana hâfızaya kaydedilmesi faaliyeti» olduğunu ileri sürseler de bu izahın pek çok rüyayı açıklayamadığını kabul etmektedirler. Bilim adamlarının açıklayamadığı hâdiselerin başında yeni doğan bebeklerin nasıl olup da rüya görebildikleri meselesi gelmektedir.
Halk arasında bebeklerin uyku sırasında gülümsemelerine; «meleklere güldüğü» yönünde bir açıklama getirilir. İşin doğrusu bilim adamları da bu konuda daha ikna edici bir açıklama getirebilmiş değillerdir.
Çünkü yeni doğan bebek etrafını ancak belli belirsiz ışık huzmesi olarak görebilmektedir. Otuz santim kadar yakınındaki yüzleri seçmesi için bile haftaların geçmesi gerekmektedir. Oysa bebekler henüz anne karnında karanlıklar içinde bulunurken bile REM uykusu devirleri yaşamaktadırlar. Acaba bu bebekler henüz göze hitap eden hiçbir etki almadıkları hâlde rüyalarında ne görmektedirler?
Bilim dünyası bu sorunun cevabını bulmak için bir araştırma yöntemi bulabilecek mi bilemiyoruz. Ancak uyku ve rüya mevzuunda âlimlerimizin görüşlerini değerlendirecek olursak belki bu esrarı biraz aralamamız mümkün olabilir.
Medeniyetimiz rüyaları insanın ruh ve bedenden müteşekkil iki tabiatlı yaratılışına bağlı olarak açıklar. Buna göre yetişkinlerin rüyalarının bir kısmı günlük hâdiselerin tesiriyle beyinde meydana gelen görüntülerdir. Bazı rüyalar ise rûhun bedenle irtibatının kesilip ruhlar âlemine yönelmesiyle görülmektedir. Hadîs-i şerifte bu açıdan rüyaların üç türlü olduğu bildirilir:
“Nefsin sayıklaması şeytanın korkutması ve Allâh'ın müjdelemesi.” (Buhârî Tâbîr 26.)
İbn-i Haldun son gruba giren rüyaları şöyle izah eder:
“Rüya rûhânî bir şey olup uykuda iken insanî rûhun mânâlar âlemine dalması sonunda gaipten kendisine akseden varlıkların şekil ve sûretini bir anda görmesinden ibarettir. Çünkü kişi uyku hâlinde ten ve maddî şeylerle olan ilişiğini kestiği için (diğer rûhânî varlıklar gibi o da rûhânî bir varlık şeklini alır) gaybî âleme yönelir melekleri ve diğer latif cisimleri müşahede eder.”2
Esasen rûhumuz rüya âleminde pek çok bilgi görmekte ancak bunlardan sadece bir sûrete büründürüp hâfızaya alabildiği kısmı hatırlamaktadır. İbn-i Haldun'a göre rüyanın rumuzlu bir dil kullanmasının sebebi de budur. Rüyalarda görülen latif (mânevî-soyut) varlıklar ancak remizlere büründürüldüğü takdirde hatırlanabilmektedir.
Belki insanoğlu dünya hayatına kuvvetli bir ilgiyle yönelip bağlandıkça bebeklik çağında çok daha kuvvetle irtibat hâlinde olduğu mânâ âlemleriyle alâkasını yitirmektedir. Şayet bir insan dünya hayatına olan ihtiras ve düşkünlüğünü azaltsa mânâ âlemiyle bağını koruyabilecek böylece dünyaya dalıp anavatanını unutmayacaktır.
Erzurumlu İbrahim Hakkı Mârifetnâme isimli eserinde insan kalbinin dünya görüntülerinden kurtulmasının şartını şöyle açıklar:
“Allah dostları demişlerdir ki; Rûhun berzah âlemine açılmış iki penceresi vardır: Uyku ve ilham. Rüyada bazen insan ileride başına gelecek hâlleri aynen bazen de rumuzlu görür ki bu ancak tabir ettirilmekle öğrenilir. Eğer duyu organları dış âleme kapalı gönül aynası her türlü kötülüklerden temizlenmiş cilâlı ise Levh-i Mahfuz'daki mânevî sûretler ve bilinmeyen emirler gönül aynasına akseder ve görülür. Eğer duyu organları dış âlemle meşgul gönül aynası paslı ise ruh; bu âlemi seyredemez. Ruh rüyada duyuların hâfızada bıraktığı hayallerle uğraşır.”
Bu noktada İmam Rabbânî'nin tasavvuf yolunun maksadını anlatan sözlerini de zikredecek olursak meselenin biraz daha aydınlanacağını ümit edebiliriz:
“Ruh bu bedene gelmeden önce mukaddes âlemi biraz biliyordu. Bedene gelince bu bilgisi kalmadı. Bu yolun büyükleri rûha eski bilgisini hatırlatacak bir yol buldular.” 3
İnsanoğlunun bu dünyada beden elbisesi giymeden önce ruhlar âleminde bilmediğimiz bir şekilde hayat sürdüğünü yahut birtakım bilgilere muhatap olduğunu kabul edecek olursak bebeklerin rüya görmesine taaccüp etmeyeceğimiz ortadadır. Hattâ belki bu görüşü kabul etmek yetişkinlerin rüya görme ihtiyacını da en iyi şekilde açıklamaya kavuşturacaktır. Hiç şüphesiz insan rûhu kendisine dar gelen madde âleminden çıkıp asıl vatanında bir nefes almaya muhtaçtır.
Hem rüyalar hususundaki bu görüşü kabul etmek bilim adamlarının ileri sürdüğü fikirlere de büsbütün aykırı değildir. Bilim adamları beynin; REM uykusu sırasında günlük tecrübe ve bilgilerini tertip ve tasnif ettiğini düşünmektedirler. Rûhun bilgileri anlamlandırmak ve tasnif etmek için neye göre ve nasıl bir değerlendirme yaptığını ise sadece bilimin yöntemleriyle bilmek mümkün değildir.
Oysa rûhun her günün hâdiselerinden elde ettiği tecrübeyi ruhlar âleminde temâşÃ¢ ettiği «latif ve mânevî varlık ve değerlere» göre işleyip mânâlandırıp tasnif etmesi akla aykırı değildir.
Bu noktada Eflâtun gibi filozofların kendisinden evvelki bilgelerden aktardığı kadîm hikmet birikimini de değerlendirmemize katacak olursak; «Aslında her öğrenme bir hatırlamadır.» diyebiliriz.
İnsanoğlu dünya hayatının bir imtihan olmasının gereği olarak bu dünyaya gelirken ana vatanını unutmaktadır. İlâhî rahmet ise insanı bu hâlde bırakmayıp hatırlatıcılar göndermektedir.
Bütün bu bilgi ve görüşleri bir arada değerlendirdiğimiz zaman Kur'ân-ı Kerim'de sık sık bahsedilen «insanın unutkanlığı» ve vahyin bir «zikir» (hatırlatma) olması yepyeni anlamlar kazanmakta; bu arada tasavvuf hayatının nasıl bir eğitim modeli olduğu bir derece olsun açıklığa kavuşmaktadır.
H.Kübra ERGİN 'in yazısın'dan alıntıdır.