02-10-2011, Saat: 01:01 AM
Belki de sen yanıldın...
Belki de sadece iyi kalpli bir yeteneksizdim ben...
Ebedi bir hayal kaçkını...
Varlığımı herkesin bilmesini isterken, aynı anda kendimi ele vermemek için hayattan kaçıyordum. Daha önce kimselerin denemediği şeyleri yapmak, benzersiz biri olmayı islerken, dokunduğum her şey gerçekliğini yitiriyor, çevrem hızla ıssızlaşıyordu...
Benzersiz biri olmak islerken, varlığımın unutuluşunu seyretmek, tuhaf, karşılıksız bir acı veriyordu bana... Beni bir gün unutacağından korkuyor, bunun bedelini de kendimi saklayarak ödetiyordum sana. İyi kalplilikle saklayarak...
Bilirsin, dünyanın en kolay, ama en riskli rolüdür iyi kalpliliği oynamak... Sevgini yitirmemek için yaptığım tek şey aynada kendimi telaşla seyretmek ve iyi kalpliyi oynamaktı...
Sevgine, çok kıymetli bir hatıra gibi, sadece içinde kendimi seyrettiğim durgun bir göl gibi sahip olmuştum...
Durmaksızın fotoğrafını çekiyordum. Arkanda hayat can çekişiyordu...
Bakışlarından kurutulmuş kelebek koleksiyonu yapıyordum. En büyük arzum, seni hayatın içinde yaşayabilmekti. Ama en büyük korkum da buydu.
Sanki seninle hayatın içinde yaşarsam, ruhum dağılacak, her bir yanım birbirinden çok uzak yerlere savrulacaktı... Aşk bana, cesaretiyle gelmemişti işte...
Oysa sen, ölümünle bile barışmıştın çoktan... istediğin an, tanıdık tanımadık, herkesin insafına terk edebiliyordun kendini... En çok arzuladığım şeye sen kavuşmuştun. Kaybedecek hiçbir şeyin yoktu artık. Sen istemezsen, kimse sana bir şey yapamazdı.
Bazen bırakırdın, korumazdın kendini. Gözlerinden kan gibi sızan bir tebessümle, yanağına inen tokatı atan insanın gözlerine bakardın. Maruz bırakırdın kendini o bencil şiddete... O tokat, gündüz düşleri gören bir şairin avuçlarında zarfsız kuşlar olana dek, maruz bırakırdın kendini...
Bense, yıllar sonra bulmuştum sevgiyi. Öylesine açtım ki sevilmeye, öylesine açtım ki kendime, sonsuzluğu unutmuştum... Aynada hep kendime bakıyor ve sevgini yitirmekten delice korkuyordum...
Sevgini yaşayamıyor, sevgini derinden hissedemiyor, bütün telaşımla sevgine layık olmaya çalışıyordum... Sevgine layık olmak için de durup dinlenmeden kitaplar yazmayı tasarlıyordum. Sevgine layık olmak için, önemli, tanınan biri olmalı, oyunlar sahnelemeli, şarkılar bestelemeliydim. Halta dünyanın en romanesk devrimini gerçekleştirmeliydim bu ülkede... Ben, sevgine tamamen sahip olabilmek için ön odada dünyanın en romanesk devrimini yapmayı, insanların duygu ve düşünce dünyalarını alt üst edecek kitaplar yazmayı düşlerken; sen, arka odada tek başına güvercinlerle, kedilerle, bahçede yakılan ateşlerin duvarlardaki yansımalarıyla konuşurdun.
Sanki zaman senin için çok farklıydı... Geçmişini kaybetmediğin için bir bakışta, o bakışta saklı olan bütün bir hayatı okuyabiliyordun sanki... İnsanlar sana emanet ettikleri geçmiş zamanlarını bir daha sormadıkları zaman yaşadığın keder, ona en çok ihtiyaç duyanlara şefkat olarak geri dönerdi... Sen birine sarıldığında, zaman dururdu...
Bense tarihe iz bırakmak, unutulmamak, hep hatırlanmak için bakardım insanların bakışlarına ve o bakışlarda yine kendimi görürdüm... Dünya, benim gergin, telaşlı, hep geç kalmışlığımı yüzüme vuran aynamdı.. Yaşarken kendimi ona kurban etmemi isterdi benden. O aynada, erdemimle bayağılıklarım arasındaki derin uçurumu görürdüm hep...
Ne yapacağımı hep baştan bilirdim. Ne söyleyeceğimi, nasıl davranacağımı, ne hissedeceğimi... Hiç şaşırtamazdım kendimi. Kendime rakiptim ama hep yenerdim kendimi. Kendimi hep hayal kırıklığına uğratırdım...
İnsanların duygu ve düşünce dünyalarını sarsacak bir kitap yazmaya çabalarken merak etliğim en önemli şey, senin dünyaya, hayata, insanlara nasıl baktığındı... Beni nasıl gördüğün, nasıl sevdiğindi... Nasıl insanların insafına kendini bu kadar korkusuzca terk ettiğindi...
Kuşlarla, kedilerle, yapraklarla, çocuklarla konuşurken neler hissettiğindi...
Kimi kez seni bütün benliğinle hissedebilmek için bugüne dek kazandığım bütün gücümü, imkânlarımı, ilişkilerimi bir anda silmek, hayata sıfırdan ve yeniden başlamak istiyordum.
Kaybedecek hiçbir şeyim yokken, nasıl biri olacağımı merak ediyordum.
Kendimi her şeye maruz bırakmayı, yanağıma inen tokata gözlerinden kan gibi sızan bir tebessümle bakmayı ve o tokattan zarfsız kuşlar yapmayı çok istiyordum... Oysa kendimi bu kadar çok önemsersem, bu denli çok ciddiye alırsam, seni ve kendimi hiçbir zaman gerçek anlamda göremeyeceğimi artık anlamam gerekiyor...
Anlamam gerekiyor, çünkü bu sıcak yaz günlerinde içim üşüyor.
Çünkü çoktan anlamam gerekiyor, kendime hesap vermemek için tarihe iz bırakmak istediğimi...
Hep arzuladığım halde bana verilen sevgiden korkup kaçtığım için, hiç unutulmamak adına, kitaplar, oyunlar, şarkılar yazmak için çırpınıp durduğumu...
Kendime olan sorumluluktan kaçlığım için, bu ülkede dünyanın en romanesk devrimini gerçekleştirme düşleriyle uğraştığımı anlamam gerekiyordu.
Yarın, bir adaya gidiyorum. Çevremde kimsenin bilmediği bir adaya... Sığınacak, korkularımı yatıştıracak, beni hiç sorgulamadan bağışlayacak, kimselerin olmadığı bir adaya... Adanın arkasında, o sadece başıboş rüzgârların estiği dağlarla çevrili ıssız kumsalda adımı haykıracağım... Orada, ne insanların duygu ve düşüncelerini alt üst edecek kitaplar, ne oyunlar, ne şarkılar, ne de dünyanın en romanesk devrimi olacak...
Orada, sonsuzluğa bakıp ve kimseden yardım istemeden “Kimim ben?” diye soracağım...
Eğer ben sadece iyi kalpliliği oynayan ebedi bir hayat kaçkınıysam, içim ölmüşse ve eğer buna gerçekten inanırsam, beni bir daha hiç göremeyeceksin..
Eğer senin düşündüğün gibiyse, şunu iyi bil ki, bir gün mutlaka, sana geri dönerim!..
Belki de sadece iyi kalpli bir yeteneksizdim ben...
Ebedi bir hayal kaçkını...
Varlığımı herkesin bilmesini isterken, aynı anda kendimi ele vermemek için hayattan kaçıyordum. Daha önce kimselerin denemediği şeyleri yapmak, benzersiz biri olmayı islerken, dokunduğum her şey gerçekliğini yitiriyor, çevrem hızla ıssızlaşıyordu...
Benzersiz biri olmak islerken, varlığımın unutuluşunu seyretmek, tuhaf, karşılıksız bir acı veriyordu bana... Beni bir gün unutacağından korkuyor, bunun bedelini de kendimi saklayarak ödetiyordum sana. İyi kalplilikle saklayarak...
Bilirsin, dünyanın en kolay, ama en riskli rolüdür iyi kalpliliği oynamak... Sevgini yitirmemek için yaptığım tek şey aynada kendimi telaşla seyretmek ve iyi kalpliyi oynamaktı...
Sevgine, çok kıymetli bir hatıra gibi, sadece içinde kendimi seyrettiğim durgun bir göl gibi sahip olmuştum...
Durmaksızın fotoğrafını çekiyordum. Arkanda hayat can çekişiyordu...
Bakışlarından kurutulmuş kelebek koleksiyonu yapıyordum. En büyük arzum, seni hayatın içinde yaşayabilmekti. Ama en büyük korkum da buydu.
Sanki seninle hayatın içinde yaşarsam, ruhum dağılacak, her bir yanım birbirinden çok uzak yerlere savrulacaktı... Aşk bana, cesaretiyle gelmemişti işte...
Oysa sen, ölümünle bile barışmıştın çoktan... istediğin an, tanıdık tanımadık, herkesin insafına terk edebiliyordun kendini... En çok arzuladığım şeye sen kavuşmuştun. Kaybedecek hiçbir şeyin yoktu artık. Sen istemezsen, kimse sana bir şey yapamazdı.
Bazen bırakırdın, korumazdın kendini. Gözlerinden kan gibi sızan bir tebessümle, yanağına inen tokatı atan insanın gözlerine bakardın. Maruz bırakırdın kendini o bencil şiddete... O tokat, gündüz düşleri gören bir şairin avuçlarında zarfsız kuşlar olana dek, maruz bırakırdın kendini...
Bense, yıllar sonra bulmuştum sevgiyi. Öylesine açtım ki sevilmeye, öylesine açtım ki kendime, sonsuzluğu unutmuştum... Aynada hep kendime bakıyor ve sevgini yitirmekten delice korkuyordum...
Sevgini yaşayamıyor, sevgini derinden hissedemiyor, bütün telaşımla sevgine layık olmaya çalışıyordum... Sevgine layık olmak için de durup dinlenmeden kitaplar yazmayı tasarlıyordum. Sevgine layık olmak için, önemli, tanınan biri olmalı, oyunlar sahnelemeli, şarkılar bestelemeliydim. Halta dünyanın en romanesk devrimini gerçekleştirmeliydim bu ülkede... Ben, sevgine tamamen sahip olabilmek için ön odada dünyanın en romanesk devrimini yapmayı, insanların duygu ve düşünce dünyalarını alt üst edecek kitaplar yazmayı düşlerken; sen, arka odada tek başına güvercinlerle, kedilerle, bahçede yakılan ateşlerin duvarlardaki yansımalarıyla konuşurdun.
Sanki zaman senin için çok farklıydı... Geçmişini kaybetmediğin için bir bakışta, o bakışta saklı olan bütün bir hayatı okuyabiliyordun sanki... İnsanlar sana emanet ettikleri geçmiş zamanlarını bir daha sormadıkları zaman yaşadığın keder, ona en çok ihtiyaç duyanlara şefkat olarak geri dönerdi... Sen birine sarıldığında, zaman dururdu...
Bense tarihe iz bırakmak, unutulmamak, hep hatırlanmak için bakardım insanların bakışlarına ve o bakışlarda yine kendimi görürdüm... Dünya, benim gergin, telaşlı, hep geç kalmışlığımı yüzüme vuran aynamdı.. Yaşarken kendimi ona kurban etmemi isterdi benden. O aynada, erdemimle bayağılıklarım arasındaki derin uçurumu görürdüm hep...
Ne yapacağımı hep baştan bilirdim. Ne söyleyeceğimi, nasıl davranacağımı, ne hissedeceğimi... Hiç şaşırtamazdım kendimi. Kendime rakiptim ama hep yenerdim kendimi. Kendimi hep hayal kırıklığına uğratırdım...
İnsanların duygu ve düşünce dünyalarını sarsacak bir kitap yazmaya çabalarken merak etliğim en önemli şey, senin dünyaya, hayata, insanlara nasıl baktığındı... Beni nasıl gördüğün, nasıl sevdiğindi... Nasıl insanların insafına kendini bu kadar korkusuzca terk ettiğindi...
Kuşlarla, kedilerle, yapraklarla, çocuklarla konuşurken neler hissettiğindi...
Kimi kez seni bütün benliğinle hissedebilmek için bugüne dek kazandığım bütün gücümü, imkânlarımı, ilişkilerimi bir anda silmek, hayata sıfırdan ve yeniden başlamak istiyordum.
Kaybedecek hiçbir şeyim yokken, nasıl biri olacağımı merak ediyordum.
Kendimi her şeye maruz bırakmayı, yanağıma inen tokata gözlerinden kan gibi sızan bir tebessümle bakmayı ve o tokattan zarfsız kuşlar yapmayı çok istiyordum... Oysa kendimi bu kadar çok önemsersem, bu denli çok ciddiye alırsam, seni ve kendimi hiçbir zaman gerçek anlamda göremeyeceğimi artık anlamam gerekiyor...
Anlamam gerekiyor, çünkü bu sıcak yaz günlerinde içim üşüyor.
Çünkü çoktan anlamam gerekiyor, kendime hesap vermemek için tarihe iz bırakmak istediğimi...
Hep arzuladığım halde bana verilen sevgiden korkup kaçtığım için, hiç unutulmamak adına, kitaplar, oyunlar, şarkılar yazmak için çırpınıp durduğumu...
Kendime olan sorumluluktan kaçlığım için, bu ülkede dünyanın en romanesk devrimini gerçekleştirme düşleriyle uğraştığımı anlamam gerekiyordu.
Yarın, bir adaya gidiyorum. Çevremde kimsenin bilmediği bir adaya... Sığınacak, korkularımı yatıştıracak, beni hiç sorgulamadan bağışlayacak, kimselerin olmadığı bir adaya... Adanın arkasında, o sadece başıboş rüzgârların estiği dağlarla çevrili ıssız kumsalda adımı haykıracağım... Orada, ne insanların duygu ve düşüncelerini alt üst edecek kitaplar, ne oyunlar, ne şarkılar, ne de dünyanın en romanesk devrimi olacak...
Orada, sonsuzluğa bakıp ve kimseden yardım istemeden “Kimim ben?” diye soracağım...
Eğer ben sadece iyi kalpliliği oynayan ebedi bir hayat kaçkınıysam, içim ölmüşse ve eğer buna gerçekten inanırsam, beni bir daha hiç göremeyeceksin..
Eğer senin düşündüğün gibiyse, şunu iyi bil ki, bir gün mutlaka, sana geri dönerim!..