04-23-2011, Saat: 11:39 PM
a-) Bilimsel Düşünce
Yudin ve Rosenthal’in Felsefe Sözlüğü’ne göre bilim; toplumun tecrübeleri sırasında doğruluğu ispatlanan ve sürekli güncellenen sosyal bilinç formudur. Bilim; dünyayı mantıksal düşünce kavramları biçiminde ortaya koyar. Bilim, elde ettiği sonuçları olgulara dayandırır. 1
Bilimsel düşüncede sübjektif değerler, metafizik inanışlar ölçüt olarak kabul edilemez. Tarih bize göstermektedir ki, aynı inanç kamu dairesine mensup toplumlarda farklı gelişmişlik örnekleri sergilenmiştir. Bunun temeli, inançtan ziyade bilimsel düşüncelerden kaynaklanmaktadır.
Nitekim, Orhan Türkdoğan’a göre; dünyayı ve evreni tanımak, iç yapısını öğrenmek, onlardan yararlanmak, dışımızdaki olayları yorumlamamıza ve değerlendirmemize bağlıdır. Bilim tabiata hâkim olmamızı sağlar. Az gelişmiş ülkelerle gelişmiş ülkeler arasındaki fark, bilimin etkin biçimde kullanmasıyla doğru orantılıdır. 2
Bilim sayesinde; düşüncede, toplumda, dünyada düzen yaratmak, bunun sonucunda da, kişiden kişiye yargı ve tercihlerimiz yerine, objektif kıstaslar düzenini meydana getirmek mümkün olmaktadır.
Sosyal yapıdaki köklü değişmeler, tekniğin zaferi olarak ortaya çıkmaktadır. İnsanın evrendeki yeri hakkında yeni bir felsefî görüşün doğmasında, bilimsel bilgilerin kazanılması etkili olmuştur.” 3
2500 yıllık geçmişi olan insanlığın ömründe, ancak son 300 yılda bilimde büyük gelişmeler olmuştur. Bilginin etrafını saran ”bilgisizlik” karanlığına bakmak işimizi daha da kolaylaştırmıştır. 4
Bilimsel faaliyetlerin kökeni, İlk Çağ’a kadar gider. İlk çağlarda Babilliler, Keldaniler hatta Sümerliler amelî yollarla ilme başlamışlarsa da, gerçek anlamda ilim eski Yunan’a dayandırılmaktadır. Yunanlıların; özellikle tıp, astronomi ve matematik konusunda önemli ilmî çalışmalar yaptıkları bilinmektedir. Bu arada, Araplar da “El Kimya“ dedikleri bugünkü kimya ilminin temellerini atmışlardır.
Orta Çağ’da Hristiyanlık, Aristo mantığının tesiri altında özgür düşünceye büyük bir taassupla karşı çıkmıştır. “İlim, o vakit adeta Hristiyanlığın mücadeleye giriştiği putperestlikle bir tutuluyordu. Hatta, 390 yılında İskenderiye’de 400.000 cilt kitap, yani o devrin bütün ilim ve marifetini içinde toplayan kütüphanenin Seraphium adındaki kısmı piskopos Theopihias tarafından yaktırılmıştı. Hristiyanlık halk arasında yayıldıkça, ilme karşı alınan bu tavır daha büyük bir şiddet ve dehşet aldı. Meselâ, bu kütüphanenin yakılmasından yirmi beş yıl sonra meşhur astronom Theon’un kızı matematikçi Hypatia ( 370 – 415 ) Başpiskopos Kyril’in kışkırtmasıyla İskenderiye’de halk tarafından parçalanmıştı. Bu kadın, ilmin ilk şehitlerinden biri olarak tanınır. Hatta, bundan dolayı romantik tarzda edebiyata geçmiş, romanlara konu olmuştur. 5
Batı Orta Çağda tarihinin en büyük karanlıklarını yaşarken, İslâm dünyasında bu dönemde bilim ve öğretim kurumlarının doğup, gelişme göstermesi yanında Batı Dünyasını etkileyip Rönesansın doğmasına büyük etki yaptığını söylemek mümkündür. Nitekim bu konuda Aydın Sayılı; “Avrupa, Geç Orta Çağ boyunca İslâm dünyasında etkiler almakta devam etmiştir. Örnek olarak; Kopernik, çift episikl sistemini İbn ŞÃ¢tır’dan; çapları oranı ½ olup biri diğerine içten teğet olan ve onun içinde kaymadan donanım hareketi yapan iki çemberden oluşma sistemini, Nasîruddin-i Tusi’den; parallaktık cetvel aletini belki de Regiomantonus aracılığı ile Uluğ Bey\'in Semerkand çevresinden öğrenmiş olduğu muhtemeldir. Ayrıca, buna benzer bilimsel etkilenmelerin o sıralarda özellikle Osmanlı payitahtı İstanbul aracılığı ile gerçekleşmiş olduğu ileri sürülebilir.” demektedir. 6
Orta Çağ’da İslâm dünyasında; İbn-i Sina, Farabi, Uluğ Bey, İbn-i Rüşd; Hristiyan dünyasında Duns Scotus, Thomas Aguinas Ptoleme, Chauser gibi şahsiyetleri zikretmek gerekmektedir. Fakat, genel bütün içerisinde baktığımızda skolastik düşünce bu dönemde altın çağını yaşamıştır.
Hem Müslümanlık hem de Hristiyanlık bakımından, esaslı unsurları vahiyle belirlenen ve akılla, yani soyut mantık ve felsefe ile desteklenen evrenin tanrısal düzeninin adilliğinin kanıtlanmasından ibaret büyük ödevde müspet bilimler, çok da önemli olmayan bir rol oynuyorlardı. Muhtemelen, Orta Çağ’ın en sağlam düşünen bilgini ve Orta Çağ biliminin gelişmesinde büyük etkinin sahibi olan Rabut Grosseteste; bilimi, esasta teolojik gerçeklerin anlatımında bir araç olarak düşündü. Işığı incelemesinin ve merceklerdeki kırılma olayını gerçek deneylerle kanıtlamasının nedeni, ışığı tanrısal aydınlatmanın bir benzeri olarak tasavvur etmesi idi. 7
Yeni Çağ, aynı zamanda Rönesans’tır; yani yeni bilimin doğuşudur. Hristiyanlığın taassubuna karşı, aklın ve bilimin zaferidir. Bu dönemde, bilim ve gerçekçilik dinî norm ve değerlerin yerini almış, dinî hayat cismanîleşmiş ve dünyevîleşmiştir.
Rönesans, yüz yıllık bir bilim çağı ile Batıda yeni ilerlemenin itici gücünü sağlayacaktır. Dinde reform hareketleriyle, ferdin kilise babaları karşısında kazanmış olduğu ferdî özgürlük, Rönesans’ın katkısıyla akıl çağının zaferini hazırlayacaktır. Rene’ Descartes, Blaissc, Pascal, Spinoza, Thomas, Hobb ve İsaac Newton gibi bilim adamları Rönesans hareketinin önemli simalarıdır. Rönesans hareketi, sanayileşme çağının temellerinin atıldığı çağ olarak kabul edilmektedir. 8
b-) Bilimsel Gelişmeler Karşısında Osmanlı Devleti
Batıda Rönesansla birlikte meydana gelen bu gelişmelere, İslâm ve Doğu dünyası ayak uyduramamıştır. Max Weber, geçerli saydığımız bilimsel anlayışın Batıda bulunma sebebini; deneysel bilgilerin, dünya ve yaşam sorunları üzerinde düşünme ve en yüksek düzeyde felsefî bilgeliğin gelişememesine bağlamaktadır. 9
İslâm dünyasında, belki de direkt temasta bulunduğundan dolayı, Batı dünyasındaki ilerlemeyi fark eden ve onun gelişme vasıtalarını ilk defa tatbik sahasına koyan Osmanlı Devleti olmuştur. Batı modası, yaşayış tarzından esinlenmeyle başlayan, daha sonra teknolojik, siyasal ve bilimsel kurumlarını ithal etme çabalarını içeren Batılılaşma maceramızın, Cumhuriyete kadar istediğimiz gelişme ve faydayı sağlayamadığı bir gerçektir.
Aydın Sayılı’nın belirttiği gibi; Osmanlı Devleti, tüm İslâm Dünyası gibi Avrupa’daki bilimsel gelişme ve dönüşmelere bigâne kalmış, onları değerlendirilememiştir bu gelişmelerle ilgilenebilecek tefekkür kültür ortamının eksikliğinde görmüştür.
“Fakat, Osmanlı İmparatorluğunun savaşlarda o zaman kadar hiç alışılmamış haysiyet kırıcı yenilgilerle karşılaşması ve ticaretle sanayide Avrupa’nın ezici üstünlüğü karşısında ağır darbelerle ezilme durumunda bulunması, Avrupa’nın başarı üstünlüğünü sağlayan hususlarda Osmanlıları Avrupa’yı taklide ve Batı yönetimlerini benimsemede zorlamaya başladı”. 10
Fahri Ülgener bu başarısızlığın en büyük amilinin Batı medeniyetini vücuda getiren zihniyetin anlaşılmamış olmasında yattığını ileri sürmektedir ve “Batıda Machiavelli’den itibaren ilim mantık ahlâk anlayışının her türlü manevîlikten ve gelenekçilikten ayrıldığını, bizde ise geleneğe kayıtsız şartsız bağlanış yüzünden gerçekleştirilemediğini ifade etmektedir. 11
Türk değişimi konusunda kıymetli eserler veren Mümtaz Turhan ve Erol Güngör gibi yazarlar, başarısızlığın sebeplerini izah ederken, en önemli eksikliğin bilimsel düşünce metotlarının alınamamasını göstermektedirler.
Nitekim bu konuda Erol Güngör şunları yazmaktadır:
“Batıda Kopernik’ten Einstein’a, Harvey’den Freud’a kadar ilmin insan düşüncesine ve oradan topluma soktuğu yenilikler bizde de tesirini gösterdi. Fakat, Batının “ilim ve tekniği”tezini ileri sürenler, genellikle gelenekçi tavrın temsilcileriydi ve bunların ilim derken kastettiği şey daha çok fen, yahut uygulamalı ilimdi. Meselâ; tıp, ziraat, fizik, kimya gibikonularda doğrudan doğruya tatbikata, yani keşif ve icatlara, alet ve vasıtaların kullanılmasına yol açan bir ilmî çalışma düşünülüyor, aynı ilmin dünya görüşü ile ilgili konuları adeta akla bile gelmiyordu. Botanik ilminin verdiği bilgilerle bitki yetiştirmeye kimsenin itirazı yoktu, ama meselâ bunlarla birlikte bir Darwin teorisinin düşünce sisteminde yer alması kolay hazmedilir bir şey değildi. Nitekim, Türkiye’de hâlâ bu teorinin tutulmasına karşı çıkan “elit” ve kalkınmacı gruplar vardır. 12
19 yüz yılın ilk yarısında açılan, Mühendishane-i Bahrî Hümayun, Mühendishane-i Berri Hümayun ve Mekteb-i Tıbb-î Adlî Şahane ve Mekteb-i Harbiye gibi okullar; matematik, tıp ve tabiî bilimlerin Osmanlıda gelişmesinde önemli rol oynamıştır.
Adnan Adıvar’ın da belirttiği gibi; XIX .yüzyılın ikinci yarısında Türkiye’de müspet ilimler gerek yüksek ve gerek orta okullarda okutulmaya başlanmış ve hatta bir de üniversite (darülfünûn) taslağı açılmış ve ilmî dergiler çıkarılmış olduğu gibi; edebi dergilerde, hatta gündelik gazetelerde bile. artık bu ilimler hakkında makalelere rastlanmaya başlanmıştır. Fakat, öte yandan, medreselerde duraklama ve hatta çökme içinde bile olsa öğretim devam ediyor ve hâlâ bu medrese mezunlarına “âlim“ , okudukları derslere “ilim” adı verildiği hâlde, okullarda müspet ilimlere fen kelimesi yeterli görülüyordu. 13
Bu dönemde yakalanan ivme, Balkan Savaşı’nın ve I. Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla akamete uğrayacaktır.
c-)Atatürk ve Bilimsel Düşünce
En kısa ifade ile Atatürk; Türkiye’nin oryantasyon sorununu çözmüş, üniversal dinî imparatorluk yerine, milliyetçi bir devlet vücuda getirirken, bu devletin kurumları ve zihniyetiyle çağdaş kültür ve medeniyet dairesi içerisinde yer alması gerektiğine inanmıştır. Bunun için geleneksel Osmanlı kurumları yerine, o dönem de gelişmişliği ifade eden, sanayi toplumunun kurumları yeni Türkiye Cumhuriyeti’ne adapte edilmeye başlanmış, bu harekete de “çağdaşlaşma” adı verilmiştir.
Yine Tanzimat’tan cumhuriyete kadar olan batılılaşma, en büyük eksikliğin; batı ile ifade edilen çağdaş medeniyeti meydana getiren temel unsurun; bilimsel düşünce eksikliği olduğunu çok iyi tespit edebilmiştir.
Atatürk: Osmanlı yenileşme önderlerine göre, çok daha şanssız bir durumda idi. Her şeyden önce uzun yıllar süren savaşlar sonucunda memlekette elle tutulur bir aydın kitlesi mevcut değildi. Nitekim, Şerif Mardin bu konuda şunları yazmaktadır:
Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk büyük aydın kaybı Çanakkale’de oldu. Yüzlerce yetişmiş aydın savaşta öldü; öteki savaşlar daha sonraki yıllarda geriye kalanların bir bölümünü daha aldı. İkinci bir kayıp, imparatorluk parçalanınca ondan kopan topraklarda kalan aydınlardı. Son olarak, “Ankara” egemen durumuna geldiği zaman, “İstanbul” aydınları bir ölçüye kadar saf dışı tutuldu. Bürokrasi aynı düzeyde kayıplara uğramadı, aşırı fire vermeden yeni devletin yapısına aktarıldı. 14
İşte yeni Türkiye; hem yeni bir aydın kütlesi meydana getirmek, hem de sayıca çok olmayan eğitimli kadroyu yenileşme hareketlerinin fikrî yandaşı olabilecek, eğitilmiş kadroyu bilimsel düşünce etrafında birleştirmek zorundaydı.
İlk önce Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile öğretim kurumları birleştirilerek; öğretimin çağın gereklerine göre organize edilmesi hedefi güdülmüştür.
Atatürk; öncelikle Osmanlı döneminde yenileşme hareketlerinin daima karşısında olan medrese ve tekkelerin kaldırılması kanaatini taşımaktaydı. Bu iş için çok beklenmedi. Cumhuriyetin kurucusu Atatürk; “ Tarikat ve tekkeler behemehal kapatılmalıdır, Türk Cumhuriyeti her şubede irşatlarda bulunacak kudreti haizdir. Hiçbirimiz tekkelerin irşadına muhtaç değiliz, biz medeniyet, ilim ve fenden kuvvet alıyoruz, başka bir şey tanımıyoruz. Tekkelerin gayesi halkı meczup ve aptal yapmaktır. Hâlbuki, halk meczup ve aptal olmamaya karar vermiştir.” 15
Bilimsel düşüncenin karşısında engel olarak görülen eski eğitim ve öğretim kurumları kaldırılırken, fikrî anlamda düalizmin de önüne geçilmek istenmiştir. Fakat, bununla yetinilmeyip 1928 yılında Lâtin alfabesi kabul edilerek, batı düşüncesine intibak kolaylaştırılmak istenmiştir. Arapça ve Farsça dil bilgisi kuralları terk edildi. Buna karşı bilim, ekonomi ve teknik alanlardaki bilimsel kavramlar Avrupa dillerinden özellikle Fransızca ve İtalyanca’dan alındı; Okur yazar sayısını arttırmak için büyük bir kampanya başlatıldı.
Devlete bağlı olmayan bir örgüt tarafından, on altı ilâ kırk yaşları arasındaki okuma yazma bilmeyenler dört aylık, Arap alfabesini bilenler ise “millet mekteplerinde” iki aylık kurslardan geçirildiler. 16
Halkın aydınlatılması amacına yönelik bu faaliyetler hakkında Atatürk şunları belirtmekte idi;“Büyük davamız, en medenî ve en müreffeh millet olarak varlığımızı yükseltmektir. Bu yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde temelli inkılâp yapmış olan büyük Türk milletinin dinamik idealidir. Bu ideali en kısa zamanda başarmak için, fikir ve hareketi beraber yürütmek mecburiyetindeyiz. Bu teşebbüste başarı ancak türeli bir plânda ve en rasyonel tarzda çalışmakla mümkün olabilir. Bu sebeple okuyup yazmak bilmeyen tek vatandaş bırakmamak; memleketin büyük kalkınma savaşının ve yeni çatısının istediği teknik elemanları yetiştirmek; memleket davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, nesilden nesile yaşatacak fert ve kurumları yaratmak işte bu umdeleri en kısa zamanda temin etmek, Kültür Vekaleti’nin üzerine aldığı büyük ve ağır mecburiyettir.” 17
Netice olarak; kentli aydınların da gayretiyle, alfabe değişikliği Anadolu’da kolayca yerleşti ve 1927’de 1.1 milyon olan okur yazar sayısı, 1935’te 2.5 milyona yükselmiştir. 18
Bütün bu çabalar, muhakkak halkın zihniyetini değiştirme açısından çok önemli reformlardı. Bilim yuvası dediğimiz, bilimsel düşüncenin teoriden tatbik sahasına konduğu Üniversitenin de reforma ihtiyacı vardı.
O dönemde memlekette bulunan, modern Üniversitenin öncüsü sayılan Darülfünûn, ne yazık ki, hem reformlara karşı pasif bir direnişe geçmiş, hem de bilimsel çalışmalardan uzaklaşmış bulunuyordu. Bu kurumun, bilimsel düşüncede öncü rolünü üstlenebilmesi için, çağın gereklerine uygun hâle getirilmesi gerekiyordu. Darülfünûn reformu için 1932 yılında görevlendirilen İsviçreli Profesör Albert Melche raporunda; “Darülfünûn ilmi düşünceyi yaratmakla yükümlüdür. Bunun dışında selâmet yoktur. Bu düşünüş öğrenciyi kişisel araştırmaya yöneltme yoluyla ve onlar tarafından ciddi gayret sarfıyla meydana getirilebilir. ” demekteydi.
Atatürk’ün de uygun görmesiyle , 1933 yılında İstanbul Darülfünûnu ve ona bağlı kurumlar, kadro ve teşkilatları ile birlikte kapatıldı. Maarif Vekaleti yasasının bu hükmü ile kaldırılan İstanbul Darülfünûnu’nun yerine İstanbul Üniversitesi adı altında yeni bir üniversite açıldı” 19
İstanbul Üniversitesi’nin gerçek bir bilim merkezi olmasını isteyen Atatürk, batılı anlamda bilimsel çalışma ortamının sağlanması yanında özellikle Hitler rejiminden kaçan dünyaca ünlü 50\'den fazla yabancı profesörü İstanbul Üniversitesi’nde görevlendirerek bilimde Batıya yönelmenin en somut adımı gerçekleştirilmiş oldu. Bu kadrolar ve görevleri hakkında Türkiye\'ye gelen Prof.Neumark hatıralarında şunları yazmaktadır:
Şüphe yok ki, bu kadar çok sayıda yabancı profesör İstanbul Üniversitesi’nde iz bırakacaktı. Esasen, hükûmet baştan beri sözleşmelerimizde, ana görevimizin yerimize Türk bilim adamı yetiştirme olduğunu da bizlere belirtmişti. Atatürk’ün üniversite reformu ile,
Türkiye’de yüksek öğretimde demokratikleşme, topluma ve dünyaya açılma oldu. Dünyada otorite sayılan ve objektifliği kesin bir kişinin bu tespitini özellikle belirtmek istiyorum. 933 reformunun bir demokratikleşme olmadığını ısrarla iddia etmişlerdir. Şüphesiz, zamanla ciddî etütler ve tarihin hükmü bu noktayı da tartışmasız ortaya koyacaktır.20
Üniversitenin reforme edilmesinin yanında genç bilim adamları yetiştirmek amacıyla özellikle fen bilimleri alanında 1928 yılından itibaren Almanya ve Fransa’ya öğrenciler gönderilmiştir. 1928 yılında, zamanın Milli Eğitim Bakanı Cemal Hüsnü Beyin teklif ettiği ıslahat projesi çerçevesinde, en iyi lise mezunlarından ülke çapında seçilen 15 kadar gencin ilk kafilesi 1928’de Avrupa’ya tahsile gönderilmiştir. Bu proje dahilindeki gençleri seçme çalışmaları ile göndermeler, Atatürk döneminde bir plân dahilinde ve belli aralıklarla yürütülmüştür. Böylece, bu program çerçevesinde toplam 40-50 kadar genç 3-4 defada Avrupa’ya gönderilmiştir.” 21
Kısacası Atatürk; bilimsel düşünce zihniyetini Türk toplumuna yerleştirmek için her türlü reformlar ve çalışmaları vakit geçirmeden tatbik etmiştir.
Bilimsel düşüncenin Türk toplumuna benimsetilmesi için yapılan reform ve çalışmalara değindikten sonra Atatürkçü düşüncede bilimin önemine temas edelim.
“Felsefi anlamda Atatürkçü düşünce, yaşamı ve devleti akıl ve bilim kaynakları ile düzenlemektir; sadece devlet yaşamında değil, kişisel toplumsal yaşayışın her yönünde aklı ve bilimi yol gösterici saymaktadır. Bu nedenle Atatürk, tüm değişim ve eylemlerini , akıl ve mantık çizgisinde, ortamın en uygun olduğu bir zamanda uygulamaya koymuştur. ‘ Dünya da her şey için, uygarlık için, hayat için, başarı için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. ‘ diyerek, ulusun siyasî ve sosyal hayatında, düşünsel eğitiminde bilimi ve fenni rehber olarak göstermiştir.
Atatürk’ün düşünceleri, inanışları ve olaylara yaklaşım tarzı, Onun pozitivist bir görüşe sahip olduğunu göstermektedir. Aslında, akıl ve bilimi ilke olarak kabul eden kişinin pozitivist olmaması mümkün değildir. 22
Atatürk’ün pozitivist anlayışı A.Comt’un inançsızlığa giden anlayışından çok farklı fonksiyonlar da içermekteydi. Bu anlayış, Türk inkılâbının fikrî safhasını hazırlayan Osmanlı aydınları ve Cumhuriyeti ideolojisinde etkin rol oynayan aydınlar arasında etkili olmuştu.
Nitekim, Hilmi Ziya Ülken bu konuda şunları yazmaktadır:
“ Pozitivizm ve dayandığı ilim anlayışı, hem Batının üstünlüğünü açıklamak, hem de Hristiyanlığa bulaşmamış olmak erdemlerine sahipti. Toplumsal ahenk fikri ile de sınıfsal açıdan her türlü uzlaşmaya elverişli olan küçük burjuva özlemlerine cevap veriyordu. A.Comte’tan sonra ikinci ve çok önemli bir pozitivist sosyolog olan Durkheim’ın da Türkiye’de çok tanınmış olması anlamlıdır. İttihat ve Terakkinin fikir babası Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları’nda Durkheim’ın “ kollektif bilinç ” kavramını tarihi maddeciliğin sınıf çelişkisine karşı kullanılmıştır.” 23
Atatürk’ün bilimsel düşünceyi rehber ederken 1920’lerin dünyasında Batıya yönelmesi doğal karşılanmalıdır. Bu yöneliş, Tanzimat dönemi taklitçiliğinden çok farklı anlamlar içermektedir.
Atatürk’e göre, esas olan bilimdir ve nerede ise alınmalıdır. Nitekim Atatürk bu konuyu şöyle ifade etmektedir.
“Bu millet ve memleket ilme irfana çok muhtaç; tahsil yapmış, diploma almış gelmiş olanları korumak kadar doğal ve lüzumlu bir şey olmaktan başka, parti parti eğitim ve öğretim görmek için ilim ve fen almak için Avrupa’ya Amerika’ya her tarafa çocuklarımızı göndermeye mecburuz. İlim ve fen ihtisas nerede varsa gidip öğrenmeye mecburuz.
İlim ve ihtisas nerede varsa , sanat nerede varsa gidip öğrenmeye mecburuz. Bu nedenle artık himaye çok zayıf kalır. Bunun yerine mecburiyet geçerli olur.” 24
Atatürk’ün sözlerinden anlaşıldığı gibi, batıya yönelişin amacı müspet bilimi alabilmektir. Bu hareket aynı zamanda dünyada milletlerin var oluş kavgasıdır. Ona göre cehalet ve taassup içinde yaşayan toplumlar yok olma tehlikesi ile karşı karşıyadır. “Medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki, ona ilgisiz kalanları yok eder. Uygar olmayan insanlar ve toplumlar, daima uygar olanların altında kalmaya mahkûm olacaklardır.” derken bu konuya işaret etmektedir.
Özetle Atatürk, çağdaşlaşmanın ancak bilimsel düşünce metotlarının devlet ve toplum hayatına tatbik edilmesiyle gerçekleştirilebileceğine inanmakta idi. Bu amaçla; Türk milletinin geri kalmasına sebep olmuş, günün koşullarına uymayan kurumlar ortadan kaldırılarak, yerlerine çağın gereklerine uygun kurumlar kurulmuştur. Özellikle, kalkınmanın
ancak eğitimle gerçekleşeceği gerçeği tespit edilmiş bu alanda dünyada az rastlanan köklü reformlar uygulanmıştır.
Günümüzde, özellikle Türkiye’nin bulunduğu bölgelerde cereyan eden hadiseler de Atatürk’ün ne kadar haklı olduğunu göstermiştir.
Günümüzde değişim ve gelişme her geçen gün daha da hızlı bir şekilde gerçekleşmektedir. Eğer, bu değişen dünyada var olma mücadelesini sürdürmek istiyorsak, Atatürk’ün bilimsel düşünce için yaptığı çabaları örnek alıp, bilimsel araştırmalara dünyadaki ülkelerden daha fazla destek ve önem vermeliyiz. Bu konuda başka seçeneğimiz de yoktur.
KAYNAK: Yrd. Doç. Dr. Osman SÖNMEZ
DIPNOTLAR
1 P.Yudin; M.Rosenthal, Felsefe Sözlüğü, İstanbul 1977, s.59
2 Orhan Türkdoğan, Bilimsel Değerlendirme ve Araştırma Metodolojisi, M.E.B.Ank.1988, s.14
3 Orhan Türkdoğan, a.g.e, s.14-15
4 H.Ziya Ülken, Bilim Felsefesi, Remzi Kitabevi, 1983. s.1
5 Adnan Adıvar. Tarih Boyunca İlim ve Din, Remzi Kitabevi, II.Basım, İstanbul 1969, s.98-99.
6 Aydın Sayılı, Ortaçağ Bilim ve Tefekküründe Türklerin Yeri, Atatürk Kültür dil ve tarih Yüksek Kurumu
Ankara 1985, s.1
7 J.D.Bernard, Materyalist Bilimler Tarihi, Sosyal Yayınları, İstanbul 1976, s.215
8 Türkdoğan, a.g.e., s.34
9 Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, (Çeviren, Zeynep Aruoba), Nil Yayınları, İstanbul
1985, s.11.
10 Aydın Sayılı, “Atatürk ve Millî Kültürlerimizin Temel Unsurlarından Bilim ile Entellektüel
Kültür ve Teknoloji, Erdem, C.3, s.9, ****.D.Tv.Y.K, Anakara 1984, s.599.600
11 Sabri F.Ülgener, İktisadî Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, Der Yayınları, İstanbul 1991, s.26
12 Erol Güngör, Kültür Değişimi ve Milliyetçilik, 10.Baskı, Ötüken Yayınları, İstanbul 1996, s.26.
13 Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitabevi, İstanbul 1970, s.197-198.
14 Şerif Mardin , “Yenileşme Dinamiğinin Temelleri ve Atatürk”, Çağdaş Düşünce Işığında Atatürk, Eczacıbaşı
Vakfı yayınları, İstanbul 1983, s.38
15 Bülent Daver, Tekke ve Zaviyelerin Seddi ve Tarikatların Men’i”, Laiklik c.1, Osman Yalın Matbaası,
İstanbul 1954. s.102
16 Kurt Steinhaus, Atatürk Devrimi Sosyolojisi, ( Çev: M.Akkaş) , Sarmal Yayınevi, İstanbul
1995, s.112.
17 Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, M.E.B.Y, İstanbul 1986, s.55
18 Steinhaus, a.g.e, s.112.
19 Yaşar Erjem, “1933 Üniversite Reformu”, (Ata Dergisi, Selçuk Üniversitesi Yayınları, Konya
1994, s.120.
20 Yusuf Vedat; Atatürk ve Bilimde Batılılaşma, Gayretlerimiz, Egebank Yayınları, İzmir 1991, s.30-31.
21 Yusuf Vedat , a.g.e, s.31.
22 Şerafettin Turan, Atatürk’ün Düşünce Yapısını Etkileyen Olaylar, Düşünürler, Kitaplar, T.T.K.B, Ankara 1982, s.54
23 Ülken, a.g.e, s.47.
24 Atatürkçülük, (c.1, M.E.B.Y), İstanbul 1994 s.285
Yudin ve Rosenthal’in Felsefe Sözlüğü’ne göre bilim; toplumun tecrübeleri sırasında doğruluğu ispatlanan ve sürekli güncellenen sosyal bilinç formudur. Bilim; dünyayı mantıksal düşünce kavramları biçiminde ortaya koyar. Bilim, elde ettiği sonuçları olgulara dayandırır. 1
Bilimsel düşüncede sübjektif değerler, metafizik inanışlar ölçüt olarak kabul edilemez. Tarih bize göstermektedir ki, aynı inanç kamu dairesine mensup toplumlarda farklı gelişmişlik örnekleri sergilenmiştir. Bunun temeli, inançtan ziyade bilimsel düşüncelerden kaynaklanmaktadır.
Nitekim, Orhan Türkdoğan’a göre; dünyayı ve evreni tanımak, iç yapısını öğrenmek, onlardan yararlanmak, dışımızdaki olayları yorumlamamıza ve değerlendirmemize bağlıdır. Bilim tabiata hâkim olmamızı sağlar. Az gelişmiş ülkelerle gelişmiş ülkeler arasındaki fark, bilimin etkin biçimde kullanmasıyla doğru orantılıdır. 2
Bilim sayesinde; düşüncede, toplumda, dünyada düzen yaratmak, bunun sonucunda da, kişiden kişiye yargı ve tercihlerimiz yerine, objektif kıstaslar düzenini meydana getirmek mümkün olmaktadır.
Sosyal yapıdaki köklü değişmeler, tekniğin zaferi olarak ortaya çıkmaktadır. İnsanın evrendeki yeri hakkında yeni bir felsefî görüşün doğmasında, bilimsel bilgilerin kazanılması etkili olmuştur.” 3
2500 yıllık geçmişi olan insanlığın ömründe, ancak son 300 yılda bilimde büyük gelişmeler olmuştur. Bilginin etrafını saran ”bilgisizlik” karanlığına bakmak işimizi daha da kolaylaştırmıştır. 4
Bilimsel faaliyetlerin kökeni, İlk Çağ’a kadar gider. İlk çağlarda Babilliler, Keldaniler hatta Sümerliler amelî yollarla ilme başlamışlarsa da, gerçek anlamda ilim eski Yunan’a dayandırılmaktadır. Yunanlıların; özellikle tıp, astronomi ve matematik konusunda önemli ilmî çalışmalar yaptıkları bilinmektedir. Bu arada, Araplar da “El Kimya“ dedikleri bugünkü kimya ilminin temellerini atmışlardır.
Orta Çağ’da Hristiyanlık, Aristo mantığının tesiri altında özgür düşünceye büyük bir taassupla karşı çıkmıştır. “İlim, o vakit adeta Hristiyanlığın mücadeleye giriştiği putperestlikle bir tutuluyordu. Hatta, 390 yılında İskenderiye’de 400.000 cilt kitap, yani o devrin bütün ilim ve marifetini içinde toplayan kütüphanenin Seraphium adındaki kısmı piskopos Theopihias tarafından yaktırılmıştı. Hristiyanlık halk arasında yayıldıkça, ilme karşı alınan bu tavır daha büyük bir şiddet ve dehşet aldı. Meselâ, bu kütüphanenin yakılmasından yirmi beş yıl sonra meşhur astronom Theon’un kızı matematikçi Hypatia ( 370 – 415 ) Başpiskopos Kyril’in kışkırtmasıyla İskenderiye’de halk tarafından parçalanmıştı. Bu kadın, ilmin ilk şehitlerinden biri olarak tanınır. Hatta, bundan dolayı romantik tarzda edebiyata geçmiş, romanlara konu olmuştur. 5
Batı Orta Çağda tarihinin en büyük karanlıklarını yaşarken, İslâm dünyasında bu dönemde bilim ve öğretim kurumlarının doğup, gelişme göstermesi yanında Batı Dünyasını etkileyip Rönesansın doğmasına büyük etki yaptığını söylemek mümkündür. Nitekim bu konuda Aydın Sayılı; “Avrupa, Geç Orta Çağ boyunca İslâm dünyasında etkiler almakta devam etmiştir. Örnek olarak; Kopernik, çift episikl sistemini İbn ŞÃ¢tır’dan; çapları oranı ½ olup biri diğerine içten teğet olan ve onun içinde kaymadan donanım hareketi yapan iki çemberden oluşma sistemini, Nasîruddin-i Tusi’den; parallaktık cetvel aletini belki de Regiomantonus aracılığı ile Uluğ Bey\'in Semerkand çevresinden öğrenmiş olduğu muhtemeldir. Ayrıca, buna benzer bilimsel etkilenmelerin o sıralarda özellikle Osmanlı payitahtı İstanbul aracılığı ile gerçekleşmiş olduğu ileri sürülebilir.” demektedir. 6
Orta Çağ’da İslâm dünyasında; İbn-i Sina, Farabi, Uluğ Bey, İbn-i Rüşd; Hristiyan dünyasında Duns Scotus, Thomas Aguinas Ptoleme, Chauser gibi şahsiyetleri zikretmek gerekmektedir. Fakat, genel bütün içerisinde baktığımızda skolastik düşünce bu dönemde altın çağını yaşamıştır.
Hem Müslümanlık hem de Hristiyanlık bakımından, esaslı unsurları vahiyle belirlenen ve akılla, yani soyut mantık ve felsefe ile desteklenen evrenin tanrısal düzeninin adilliğinin kanıtlanmasından ibaret büyük ödevde müspet bilimler, çok da önemli olmayan bir rol oynuyorlardı. Muhtemelen, Orta Çağ’ın en sağlam düşünen bilgini ve Orta Çağ biliminin gelişmesinde büyük etkinin sahibi olan Rabut Grosseteste; bilimi, esasta teolojik gerçeklerin anlatımında bir araç olarak düşündü. Işığı incelemesinin ve merceklerdeki kırılma olayını gerçek deneylerle kanıtlamasının nedeni, ışığı tanrısal aydınlatmanın bir benzeri olarak tasavvur etmesi idi. 7
Yeni Çağ, aynı zamanda Rönesans’tır; yani yeni bilimin doğuşudur. Hristiyanlığın taassubuna karşı, aklın ve bilimin zaferidir. Bu dönemde, bilim ve gerçekçilik dinî norm ve değerlerin yerini almış, dinî hayat cismanîleşmiş ve dünyevîleşmiştir.
Rönesans, yüz yıllık bir bilim çağı ile Batıda yeni ilerlemenin itici gücünü sağlayacaktır. Dinde reform hareketleriyle, ferdin kilise babaları karşısında kazanmış olduğu ferdî özgürlük, Rönesans’ın katkısıyla akıl çağının zaferini hazırlayacaktır. Rene’ Descartes, Blaissc, Pascal, Spinoza, Thomas, Hobb ve İsaac Newton gibi bilim adamları Rönesans hareketinin önemli simalarıdır. Rönesans hareketi, sanayileşme çağının temellerinin atıldığı çağ olarak kabul edilmektedir. 8
b-) Bilimsel Gelişmeler Karşısında Osmanlı Devleti
Batıda Rönesansla birlikte meydana gelen bu gelişmelere, İslâm ve Doğu dünyası ayak uyduramamıştır. Max Weber, geçerli saydığımız bilimsel anlayışın Batıda bulunma sebebini; deneysel bilgilerin, dünya ve yaşam sorunları üzerinde düşünme ve en yüksek düzeyde felsefî bilgeliğin gelişememesine bağlamaktadır. 9
İslâm dünyasında, belki de direkt temasta bulunduğundan dolayı, Batı dünyasındaki ilerlemeyi fark eden ve onun gelişme vasıtalarını ilk defa tatbik sahasına koyan Osmanlı Devleti olmuştur. Batı modası, yaşayış tarzından esinlenmeyle başlayan, daha sonra teknolojik, siyasal ve bilimsel kurumlarını ithal etme çabalarını içeren Batılılaşma maceramızın, Cumhuriyete kadar istediğimiz gelişme ve faydayı sağlayamadığı bir gerçektir.
Aydın Sayılı’nın belirttiği gibi; Osmanlı Devleti, tüm İslâm Dünyası gibi Avrupa’daki bilimsel gelişme ve dönüşmelere bigâne kalmış, onları değerlendirilememiştir bu gelişmelerle ilgilenebilecek tefekkür kültür ortamının eksikliğinde görmüştür.
“Fakat, Osmanlı İmparatorluğunun savaşlarda o zaman kadar hiç alışılmamış haysiyet kırıcı yenilgilerle karşılaşması ve ticaretle sanayide Avrupa’nın ezici üstünlüğü karşısında ağır darbelerle ezilme durumunda bulunması, Avrupa’nın başarı üstünlüğünü sağlayan hususlarda Osmanlıları Avrupa’yı taklide ve Batı yönetimlerini benimsemede zorlamaya başladı”. 10
Fahri Ülgener bu başarısızlığın en büyük amilinin Batı medeniyetini vücuda getiren zihniyetin anlaşılmamış olmasında yattığını ileri sürmektedir ve “Batıda Machiavelli’den itibaren ilim mantık ahlâk anlayışının her türlü manevîlikten ve gelenekçilikten ayrıldığını, bizde ise geleneğe kayıtsız şartsız bağlanış yüzünden gerçekleştirilemediğini ifade etmektedir. 11
Türk değişimi konusunda kıymetli eserler veren Mümtaz Turhan ve Erol Güngör gibi yazarlar, başarısızlığın sebeplerini izah ederken, en önemli eksikliğin bilimsel düşünce metotlarının alınamamasını göstermektedirler.
Nitekim bu konuda Erol Güngör şunları yazmaktadır:
“Batıda Kopernik’ten Einstein’a, Harvey’den Freud’a kadar ilmin insan düşüncesine ve oradan topluma soktuğu yenilikler bizde de tesirini gösterdi. Fakat, Batının “ilim ve tekniği”tezini ileri sürenler, genellikle gelenekçi tavrın temsilcileriydi ve bunların ilim derken kastettiği şey daha çok fen, yahut uygulamalı ilimdi. Meselâ; tıp, ziraat, fizik, kimya gibikonularda doğrudan doğruya tatbikata, yani keşif ve icatlara, alet ve vasıtaların kullanılmasına yol açan bir ilmî çalışma düşünülüyor, aynı ilmin dünya görüşü ile ilgili konuları adeta akla bile gelmiyordu. Botanik ilminin verdiği bilgilerle bitki yetiştirmeye kimsenin itirazı yoktu, ama meselâ bunlarla birlikte bir Darwin teorisinin düşünce sisteminde yer alması kolay hazmedilir bir şey değildi. Nitekim, Türkiye’de hâlâ bu teorinin tutulmasına karşı çıkan “elit” ve kalkınmacı gruplar vardır. 12
19 yüz yılın ilk yarısında açılan, Mühendishane-i Bahrî Hümayun, Mühendishane-i Berri Hümayun ve Mekteb-i Tıbb-î Adlî Şahane ve Mekteb-i Harbiye gibi okullar; matematik, tıp ve tabiî bilimlerin Osmanlıda gelişmesinde önemli rol oynamıştır.
Adnan Adıvar’ın da belirttiği gibi; XIX .yüzyılın ikinci yarısında Türkiye’de müspet ilimler gerek yüksek ve gerek orta okullarda okutulmaya başlanmış ve hatta bir de üniversite (darülfünûn) taslağı açılmış ve ilmî dergiler çıkarılmış olduğu gibi; edebi dergilerde, hatta gündelik gazetelerde bile. artık bu ilimler hakkında makalelere rastlanmaya başlanmıştır. Fakat, öte yandan, medreselerde duraklama ve hatta çökme içinde bile olsa öğretim devam ediyor ve hâlâ bu medrese mezunlarına “âlim“ , okudukları derslere “ilim” adı verildiği hâlde, okullarda müspet ilimlere fen kelimesi yeterli görülüyordu. 13
Bu dönemde yakalanan ivme, Balkan Savaşı’nın ve I. Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla akamete uğrayacaktır.
c-)Atatürk ve Bilimsel Düşünce
En kısa ifade ile Atatürk; Türkiye’nin oryantasyon sorununu çözmüş, üniversal dinî imparatorluk yerine, milliyetçi bir devlet vücuda getirirken, bu devletin kurumları ve zihniyetiyle çağdaş kültür ve medeniyet dairesi içerisinde yer alması gerektiğine inanmıştır. Bunun için geleneksel Osmanlı kurumları yerine, o dönem de gelişmişliği ifade eden, sanayi toplumunun kurumları yeni Türkiye Cumhuriyeti’ne adapte edilmeye başlanmış, bu harekete de “çağdaşlaşma” adı verilmiştir.
Yine Tanzimat’tan cumhuriyete kadar olan batılılaşma, en büyük eksikliğin; batı ile ifade edilen çağdaş medeniyeti meydana getiren temel unsurun; bilimsel düşünce eksikliği olduğunu çok iyi tespit edebilmiştir.
Atatürk: Osmanlı yenileşme önderlerine göre, çok daha şanssız bir durumda idi. Her şeyden önce uzun yıllar süren savaşlar sonucunda memlekette elle tutulur bir aydın kitlesi mevcut değildi. Nitekim, Şerif Mardin bu konuda şunları yazmaktadır:
Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk büyük aydın kaybı Çanakkale’de oldu. Yüzlerce yetişmiş aydın savaşta öldü; öteki savaşlar daha sonraki yıllarda geriye kalanların bir bölümünü daha aldı. İkinci bir kayıp, imparatorluk parçalanınca ondan kopan topraklarda kalan aydınlardı. Son olarak, “Ankara” egemen durumuna geldiği zaman, “İstanbul” aydınları bir ölçüye kadar saf dışı tutuldu. Bürokrasi aynı düzeyde kayıplara uğramadı, aşırı fire vermeden yeni devletin yapısına aktarıldı. 14
İşte yeni Türkiye; hem yeni bir aydın kütlesi meydana getirmek, hem de sayıca çok olmayan eğitimli kadroyu yenileşme hareketlerinin fikrî yandaşı olabilecek, eğitilmiş kadroyu bilimsel düşünce etrafında birleştirmek zorundaydı.
İlk önce Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile öğretim kurumları birleştirilerek; öğretimin çağın gereklerine göre organize edilmesi hedefi güdülmüştür.
Atatürk; öncelikle Osmanlı döneminde yenileşme hareketlerinin daima karşısında olan medrese ve tekkelerin kaldırılması kanaatini taşımaktaydı. Bu iş için çok beklenmedi. Cumhuriyetin kurucusu Atatürk; “ Tarikat ve tekkeler behemehal kapatılmalıdır, Türk Cumhuriyeti her şubede irşatlarda bulunacak kudreti haizdir. Hiçbirimiz tekkelerin irşadına muhtaç değiliz, biz medeniyet, ilim ve fenden kuvvet alıyoruz, başka bir şey tanımıyoruz. Tekkelerin gayesi halkı meczup ve aptal yapmaktır. Hâlbuki, halk meczup ve aptal olmamaya karar vermiştir.” 15
Bilimsel düşüncenin karşısında engel olarak görülen eski eğitim ve öğretim kurumları kaldırılırken, fikrî anlamda düalizmin de önüne geçilmek istenmiştir. Fakat, bununla yetinilmeyip 1928 yılında Lâtin alfabesi kabul edilerek, batı düşüncesine intibak kolaylaştırılmak istenmiştir. Arapça ve Farsça dil bilgisi kuralları terk edildi. Buna karşı bilim, ekonomi ve teknik alanlardaki bilimsel kavramlar Avrupa dillerinden özellikle Fransızca ve İtalyanca’dan alındı; Okur yazar sayısını arttırmak için büyük bir kampanya başlatıldı.
Devlete bağlı olmayan bir örgüt tarafından, on altı ilâ kırk yaşları arasındaki okuma yazma bilmeyenler dört aylık, Arap alfabesini bilenler ise “millet mekteplerinde” iki aylık kurslardan geçirildiler. 16
Halkın aydınlatılması amacına yönelik bu faaliyetler hakkında Atatürk şunları belirtmekte idi;“Büyük davamız, en medenî ve en müreffeh millet olarak varlığımızı yükseltmektir. Bu yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde temelli inkılâp yapmış olan büyük Türk milletinin dinamik idealidir. Bu ideali en kısa zamanda başarmak için, fikir ve hareketi beraber yürütmek mecburiyetindeyiz. Bu teşebbüste başarı ancak türeli bir plânda ve en rasyonel tarzda çalışmakla mümkün olabilir. Bu sebeple okuyup yazmak bilmeyen tek vatandaş bırakmamak; memleketin büyük kalkınma savaşının ve yeni çatısının istediği teknik elemanları yetiştirmek; memleket davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, nesilden nesile yaşatacak fert ve kurumları yaratmak işte bu umdeleri en kısa zamanda temin etmek, Kültür Vekaleti’nin üzerine aldığı büyük ve ağır mecburiyettir.” 17
Netice olarak; kentli aydınların da gayretiyle, alfabe değişikliği Anadolu’da kolayca yerleşti ve 1927’de 1.1 milyon olan okur yazar sayısı, 1935’te 2.5 milyona yükselmiştir. 18
Bütün bu çabalar, muhakkak halkın zihniyetini değiştirme açısından çok önemli reformlardı. Bilim yuvası dediğimiz, bilimsel düşüncenin teoriden tatbik sahasına konduğu Üniversitenin de reforma ihtiyacı vardı.
O dönemde memlekette bulunan, modern Üniversitenin öncüsü sayılan Darülfünûn, ne yazık ki, hem reformlara karşı pasif bir direnişe geçmiş, hem de bilimsel çalışmalardan uzaklaşmış bulunuyordu. Bu kurumun, bilimsel düşüncede öncü rolünü üstlenebilmesi için, çağın gereklerine uygun hâle getirilmesi gerekiyordu. Darülfünûn reformu için 1932 yılında görevlendirilen İsviçreli Profesör Albert Melche raporunda; “Darülfünûn ilmi düşünceyi yaratmakla yükümlüdür. Bunun dışında selâmet yoktur. Bu düşünüş öğrenciyi kişisel araştırmaya yöneltme yoluyla ve onlar tarafından ciddi gayret sarfıyla meydana getirilebilir. ” demekteydi.
Atatürk’ün de uygun görmesiyle , 1933 yılında İstanbul Darülfünûnu ve ona bağlı kurumlar, kadro ve teşkilatları ile birlikte kapatıldı. Maarif Vekaleti yasasının bu hükmü ile kaldırılan İstanbul Darülfünûnu’nun yerine İstanbul Üniversitesi adı altında yeni bir üniversite açıldı” 19
İstanbul Üniversitesi’nin gerçek bir bilim merkezi olmasını isteyen Atatürk, batılı anlamda bilimsel çalışma ortamının sağlanması yanında özellikle Hitler rejiminden kaçan dünyaca ünlü 50\'den fazla yabancı profesörü İstanbul Üniversitesi’nde görevlendirerek bilimde Batıya yönelmenin en somut adımı gerçekleştirilmiş oldu. Bu kadrolar ve görevleri hakkında Türkiye\'ye gelen Prof.Neumark hatıralarında şunları yazmaktadır:
Şüphe yok ki, bu kadar çok sayıda yabancı profesör İstanbul Üniversitesi’nde iz bırakacaktı. Esasen, hükûmet baştan beri sözleşmelerimizde, ana görevimizin yerimize Türk bilim adamı yetiştirme olduğunu da bizlere belirtmişti. Atatürk’ün üniversite reformu ile,
Türkiye’de yüksek öğretimde demokratikleşme, topluma ve dünyaya açılma oldu. Dünyada otorite sayılan ve objektifliği kesin bir kişinin bu tespitini özellikle belirtmek istiyorum. 933 reformunun bir demokratikleşme olmadığını ısrarla iddia etmişlerdir. Şüphesiz, zamanla ciddî etütler ve tarihin hükmü bu noktayı da tartışmasız ortaya koyacaktır.20
Üniversitenin reforme edilmesinin yanında genç bilim adamları yetiştirmek amacıyla özellikle fen bilimleri alanında 1928 yılından itibaren Almanya ve Fransa’ya öğrenciler gönderilmiştir. 1928 yılında, zamanın Milli Eğitim Bakanı Cemal Hüsnü Beyin teklif ettiği ıslahat projesi çerçevesinde, en iyi lise mezunlarından ülke çapında seçilen 15 kadar gencin ilk kafilesi 1928’de Avrupa’ya tahsile gönderilmiştir. Bu proje dahilindeki gençleri seçme çalışmaları ile göndermeler, Atatürk döneminde bir plân dahilinde ve belli aralıklarla yürütülmüştür. Böylece, bu program çerçevesinde toplam 40-50 kadar genç 3-4 defada Avrupa’ya gönderilmiştir.” 21
Kısacası Atatürk; bilimsel düşünce zihniyetini Türk toplumuna yerleştirmek için her türlü reformlar ve çalışmaları vakit geçirmeden tatbik etmiştir.
Bilimsel düşüncenin Türk toplumuna benimsetilmesi için yapılan reform ve çalışmalara değindikten sonra Atatürkçü düşüncede bilimin önemine temas edelim.
“Felsefi anlamda Atatürkçü düşünce, yaşamı ve devleti akıl ve bilim kaynakları ile düzenlemektir; sadece devlet yaşamında değil, kişisel toplumsal yaşayışın her yönünde aklı ve bilimi yol gösterici saymaktadır. Bu nedenle Atatürk, tüm değişim ve eylemlerini , akıl ve mantık çizgisinde, ortamın en uygun olduğu bir zamanda uygulamaya koymuştur. ‘ Dünya da her şey için, uygarlık için, hayat için, başarı için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. ‘ diyerek, ulusun siyasî ve sosyal hayatında, düşünsel eğitiminde bilimi ve fenni rehber olarak göstermiştir.
Atatürk’ün düşünceleri, inanışları ve olaylara yaklaşım tarzı, Onun pozitivist bir görüşe sahip olduğunu göstermektedir. Aslında, akıl ve bilimi ilke olarak kabul eden kişinin pozitivist olmaması mümkün değildir. 22
Atatürk’ün pozitivist anlayışı A.Comt’un inançsızlığa giden anlayışından çok farklı fonksiyonlar da içermekteydi. Bu anlayış, Türk inkılâbının fikrî safhasını hazırlayan Osmanlı aydınları ve Cumhuriyeti ideolojisinde etkin rol oynayan aydınlar arasında etkili olmuştu.
Nitekim, Hilmi Ziya Ülken bu konuda şunları yazmaktadır:
“ Pozitivizm ve dayandığı ilim anlayışı, hem Batının üstünlüğünü açıklamak, hem de Hristiyanlığa bulaşmamış olmak erdemlerine sahipti. Toplumsal ahenk fikri ile de sınıfsal açıdan her türlü uzlaşmaya elverişli olan küçük burjuva özlemlerine cevap veriyordu. A.Comte’tan sonra ikinci ve çok önemli bir pozitivist sosyolog olan Durkheim’ın da Türkiye’de çok tanınmış olması anlamlıdır. İttihat ve Terakkinin fikir babası Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları’nda Durkheim’ın “ kollektif bilinç ” kavramını tarihi maddeciliğin sınıf çelişkisine karşı kullanılmıştır.” 23
Atatürk’ün bilimsel düşünceyi rehber ederken 1920’lerin dünyasında Batıya yönelmesi doğal karşılanmalıdır. Bu yöneliş, Tanzimat dönemi taklitçiliğinden çok farklı anlamlar içermektedir.
Atatürk’e göre, esas olan bilimdir ve nerede ise alınmalıdır. Nitekim Atatürk bu konuyu şöyle ifade etmektedir.
“Bu millet ve memleket ilme irfana çok muhtaç; tahsil yapmış, diploma almış gelmiş olanları korumak kadar doğal ve lüzumlu bir şey olmaktan başka, parti parti eğitim ve öğretim görmek için ilim ve fen almak için Avrupa’ya Amerika’ya her tarafa çocuklarımızı göndermeye mecburuz. İlim ve fen ihtisas nerede varsa gidip öğrenmeye mecburuz.
İlim ve ihtisas nerede varsa , sanat nerede varsa gidip öğrenmeye mecburuz. Bu nedenle artık himaye çok zayıf kalır. Bunun yerine mecburiyet geçerli olur.” 24
Atatürk’ün sözlerinden anlaşıldığı gibi, batıya yönelişin amacı müspet bilimi alabilmektir. Bu hareket aynı zamanda dünyada milletlerin var oluş kavgasıdır. Ona göre cehalet ve taassup içinde yaşayan toplumlar yok olma tehlikesi ile karşı karşıyadır. “Medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki, ona ilgisiz kalanları yok eder. Uygar olmayan insanlar ve toplumlar, daima uygar olanların altında kalmaya mahkûm olacaklardır.” derken bu konuya işaret etmektedir.
Özetle Atatürk, çağdaşlaşmanın ancak bilimsel düşünce metotlarının devlet ve toplum hayatına tatbik edilmesiyle gerçekleştirilebileceğine inanmakta idi. Bu amaçla; Türk milletinin geri kalmasına sebep olmuş, günün koşullarına uymayan kurumlar ortadan kaldırılarak, yerlerine çağın gereklerine uygun kurumlar kurulmuştur. Özellikle, kalkınmanın
ancak eğitimle gerçekleşeceği gerçeği tespit edilmiş bu alanda dünyada az rastlanan köklü reformlar uygulanmıştır.
Günümüzde, özellikle Türkiye’nin bulunduğu bölgelerde cereyan eden hadiseler de Atatürk’ün ne kadar haklı olduğunu göstermiştir.
Günümüzde değişim ve gelişme her geçen gün daha da hızlı bir şekilde gerçekleşmektedir. Eğer, bu değişen dünyada var olma mücadelesini sürdürmek istiyorsak, Atatürk’ün bilimsel düşünce için yaptığı çabaları örnek alıp, bilimsel araştırmalara dünyadaki ülkelerden daha fazla destek ve önem vermeliyiz. Bu konuda başka seçeneğimiz de yoktur.
KAYNAK: Yrd. Doç. Dr. Osman SÖNMEZ
DIPNOTLAR
1 P.Yudin; M.Rosenthal, Felsefe Sözlüğü, İstanbul 1977, s.59
2 Orhan Türkdoğan, Bilimsel Değerlendirme ve Araştırma Metodolojisi, M.E.B.Ank.1988, s.14
3 Orhan Türkdoğan, a.g.e, s.14-15
4 H.Ziya Ülken, Bilim Felsefesi, Remzi Kitabevi, 1983. s.1
5 Adnan Adıvar. Tarih Boyunca İlim ve Din, Remzi Kitabevi, II.Basım, İstanbul 1969, s.98-99.
6 Aydın Sayılı, Ortaçağ Bilim ve Tefekküründe Türklerin Yeri, Atatürk Kültür dil ve tarih Yüksek Kurumu
Ankara 1985, s.1
7 J.D.Bernard, Materyalist Bilimler Tarihi, Sosyal Yayınları, İstanbul 1976, s.215
8 Türkdoğan, a.g.e., s.34
9 Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, (Çeviren, Zeynep Aruoba), Nil Yayınları, İstanbul
1985, s.11.
10 Aydın Sayılı, “Atatürk ve Millî Kültürlerimizin Temel Unsurlarından Bilim ile Entellektüel
Kültür ve Teknoloji, Erdem, C.3, s.9, ****.D.Tv.Y.K, Anakara 1984, s.599.600
11 Sabri F.Ülgener, İktisadî Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, Der Yayınları, İstanbul 1991, s.26
12 Erol Güngör, Kültür Değişimi ve Milliyetçilik, 10.Baskı, Ötüken Yayınları, İstanbul 1996, s.26.
13 Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitabevi, İstanbul 1970, s.197-198.
14 Şerif Mardin , “Yenileşme Dinamiğinin Temelleri ve Atatürk”, Çağdaş Düşünce Işığında Atatürk, Eczacıbaşı
Vakfı yayınları, İstanbul 1983, s.38
15 Bülent Daver, Tekke ve Zaviyelerin Seddi ve Tarikatların Men’i”, Laiklik c.1, Osman Yalın Matbaası,
İstanbul 1954. s.102
16 Kurt Steinhaus, Atatürk Devrimi Sosyolojisi, ( Çev: M.Akkaş) , Sarmal Yayınevi, İstanbul
1995, s.112.
17 Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, M.E.B.Y, İstanbul 1986, s.55
18 Steinhaus, a.g.e, s.112.
19 Yaşar Erjem, “1933 Üniversite Reformu”, (Ata Dergisi, Selçuk Üniversitesi Yayınları, Konya
1994, s.120.
20 Yusuf Vedat; Atatürk ve Bilimde Batılılaşma, Gayretlerimiz, Egebank Yayınları, İzmir 1991, s.30-31.
21 Yusuf Vedat , a.g.e, s.31.
22 Şerafettin Turan, Atatürk’ün Düşünce Yapısını Etkileyen Olaylar, Düşünürler, Kitaplar, T.T.K.B, Ankara 1982, s.54
23 Ülken, a.g.e, s.47.
24 Atatürkçülük, (c.1, M.E.B.Y), İstanbul 1994 s.285