Hz. Sa’d ve Annesi
Hz. Sa’d’ın Müslüman olması annesi Hamne’nin hoşuna gitmedi. Oğlu atalarının dinini bırakıp, yeni dine onun rızası olmadan nasıl tâbi olabilirdi? Oğlunun kendisine karşı saygısını ve bağlılığını bilen Hamne, onu İslâmiyetten vazgeçirip tekrar putperestliğe döndürmek için kararlıydı. Bir gün kendisine şöyle dedi:
“Allah’ın, sana hısım ve akraba ile ilgilenmeyi, anne babaya dâimâ iyilik etmeyi emrettiğini söyleyen sen değil misin?”
Hz. Sa’d, “Evet,” dedi.
Bunun üzerine asıl maksadını şu cümlelerle ifâde etti:
“Yâ Sa’d,” dedi. “Vallahi, sen Muhammed’in getirdiklerini inkâr etmedikçe, ben açlık ve susuzluktan helâk oluncaya kadar ağzıma hiç bir şey almayacağım. Sen de bu yüzden anne katili olarak insanlarca ayıplanacaksın.”
O güne kadar, Hz. Sa’d, annesinin her isteğine boyun eğmişti. Bir dediğini iki etmemişti. Fakat, artık o, Allah’a îmân etmiş ve Resûlüne kalbinin bütün samimiyetiyle teslim olmuştu. Elbette, herşeyini bu îmân ölçüsü içinde değerlendirecekti.
Annesinin yememekte ve içmemekte inad ettiğini görünce yanına vardı ve “Ey anne,” dedi. “Senin yüz canın olsa ve her birini İslâmiyeti bırakmam için versen, ben yine dinimde sabit kalırım. Artık ister ye, ister yeme.”1
Bu cevap üzerine anne Hamne’nin inadı, Hz. Sa’d’ın hakta sebâtı karşısında eridi; hem yemeğe, hem de içmeye başladı. Böylece bir kere daha küfür îmânın, şirk Tevhid’in azameti karşısında ezildi ve mağlubiyetini ilân etti.
Hz. Sa’d ile annesi arasında geçen bu hâdise üzerine Cenâb-ı Hak, Ankebut Sûresinin 8. âyetini göndererek, mü’minlere ebedî bir ölçü verdi:
“Biz insana, anne ve babasına güzel davranmasını emrettik. Eğer onlar, ilâh olduğuna dâir hiçbir delil bulunmayan birşeyi Bana ortak koşman için seni zorlayacak olurlarsa, onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır; yaptıklarınızı o zaman Ben size haber vereceğim.”1
Hamne, oğlunu İslâmdan vazgeçirmek için bu sefer başka bir yol denedi. Bir gün Hz. Sa’d, evde namaz kılarken, konu komşusunu da çağırdı ve hep beraber kapıyı kapatarak onu evde hapsettiler. Ciğerpâresine eziyet edecek kadar şirkin kalbini katılaştırdığı Hamne, o sırada şöyle bağırıyordu:
“Ya o burada girdiği yeni dini terkeder veya ölür gider!”
Şirk ve dalâletin kalbleri nasıl karartıp merhamet ve şefkatten mahrum hale getirdiğini, bir annenin öz evlâdına eziyet etmekten çekinmemesinden anlamamız mümkündür!
Hâdiseler, hep Hamne’nin aleyhinde cereyan ediyordu. Çünkü, İslâmiyetten vazgeçirmek için çırpınıp durduğu Hz. Sa’d’ın peşini oğlu Amir de takib etmiş ve Müslüman olmuştu...
Büs bütün hırçınlaşan Hamne, bu sefer Amir’in yakasına yapıştı:
“Tuttuğun dini bırakmadıkça, şu hurma ağacının altında gölgelenmeyecek ve yiyip içmeyeceğim!” dedi.
Allah’a îmânın ve Resûlüne tâbi olmanın hadsiz zevkini tadan ve İslâmın emirlerini ihlâs ve samimiyetle yaşayan Hz. Sa’d, annesinin bu yeminini duyar duymaz yanına vardı:
“Ey anne,” dedi. “Cehennem ateşi durağın oluncaya kadar sakın gölgeleneyim, yiyip içeyim” deme.”2
Bu hârika îmân, sarsılmaz azim ve irade karşısında anne Hamne’nin elinden susmaktan başka bir şey gelmedi.
Hz. Sa’d’ın Cesareti
Müslümanların, müşrikler tarafından işkence ve eziyet cenderesine alındıkları en çetin bir sırada idi.
Hz. Sa’d, ilk Müslümanlardan bir kaçı ile Mekke’nin Ebû Dübb Vadisinde namaz kılmakta idiler. Müşriklerin ileri gelenlerinden Ebû Süfyan bir kaç müşrikle yanlarına geldi. Yaptıkları ibâdetin asılsız bir şey olduğunu iddiâya kalkışınca, yaka paça birbirlerine girdiler. Hz. Sa’d, eline geçirdiği bir deve çenesi kemiği ile müşriklerden birinin başını yardı. Bunu gören diğer müşrikler cesaretlerini kaybettiler ve kaçmaya başladılar. Müslümanlar da onları vadiden çıkıncaya kadar kovaladılar.
Böylece Hz. Sa’d, Allah yolunda ilk kan döken Sahabî ünvânını almış oldu. İslâm tarihinde dökülen ilk kan budur.
Aynı zamanda son derece cömert olan Hz. Sa’d bin Ebî Vakkas, Cennetle müjdelenen on Sahabîden biridir. Allah Resûlü zamanında bütün gazâlara katıldı. Uhud Harbinde Fahr-i Kâinata vücudunu siper etti ve müşriklere öylesine ok attı ki, Allah Resûlünün, hiçbir fâniye nasib olmayan şu hitabına mazhar oldu:
“Anam babam, sana fedâ olsun yâ Sa’d, durma at!”1
Hz. Ali der ki:
“Resûlullah (a.s.m.), “Fedâke ebî ve ümmi”2 (Anam babam sana fedâ olsun) cümlesini sadece Uhud günü Hz. Sa’d için söyledi.”3
Aynı muharebede, Hz. Sa’d, her ok attıkça, Allah Resûlü, “İlâhi bu senin okundur,” diyor,” ve onun için şöyle duâ ediyordu:
“Allah’ım! Sana, duâ ettiğinde, Sa’d’ın duâsını kabul et. Atışını da doğrult.”1
Allah Resûlünün, “Allah’ım, onun duasını kabul et” buyurması sebebiyledir ki, kahramanlığı, cesareti ve ok atmadaki mahareti yanında duâsının kabûlüyle de şöhret bulmuştur. İslâm düşmanları onun kılıç ve okundan korktukları gibi, Müslümanlar da bu sebeple onun duâ oklarından korkarlardı. Onu üzmekten son derece çekinirlerdi.2
İslâma davetin henüz gizli devresinde, ömrünün baharında Müslüman olan Hz. Sa’d, o genç yaşından itibaren bütün ömrünü İslâma hizmette geçirdi. Hz. Ömer devrinde İran’a gönderilen ordunun kumandanlığına tayin edildi ve Kadisiyye Zaferinin kumandanlığını yürüterek Kisra Ülkesini fethedip İslâm topraklarına kattı. Bu sebeple ona “İran Fatihi” ünvânı verildi.
Ebû Zer-i Gıfarî'nin İslâmla Şereflenmesi
İslâmın ebedî nûru, gizliden gizliye ruhları sarmaya ve gönülleri fethetmeye devam ediyordu. İlk Müslümanlar bütün samimiyetleriyle Hazret-i Resûlullahın muallimliğinde İlâhî davayı öğrenme ve yaşamaya çalışıyorlardı.
Peygamber Efendimiz, henüz davasını aşikâre ilân etmemişti, ama buna rağmen, Mekke’nin dışında da bir çok yerden, beklenen Son Peygamberin zuhur ettiğine dâir haber duyanlar vardı. Bunlardan biri de, Gıfar Kabilesine mensup Ebû Zerr idi.
Ebû Zerr, Cahiliyye Devrinde de putlara tapmaktan nefret eden ve senelerden beri hak ve hakikatı arayan, Arabın güzîde şÃ¢irlerinden biri idi. Duyduğu haber üzerine önce, aradığı rehber zâtın Mekke ufuklarında parlayan zât olup olmadığını anlamak maksadıyla kendisinden de üstün bir şÃ¢ir olan kardeşi Üneys’e, “Haydi, Mekke’de zuhur ettiği söylenen zâta git. Kendisiyle bir görüş ve onun hakkında bana haber getir” diyerek onu Mekke’ye gönderdi.
Üneys, kardeşinin bu ta’limatı üzerine Mekke’ye geldi ve Peygamber Efendimizle görüşüp konuştuktan sonra geri döndü.
Ebû Zerr, “Ne haber getirdin? Halk onun hakkında ne söylüyor?” diye sordu.
Üneys, “Gördüğüm zât, halka iyilikte bulunmayı, kötülükten sakınmayı tavsiye ediyor ve güzel ahlâkı duyuruyor” dedikten sonra, sözlerine şöyle devam etti:
“Halk, ‘ŞÃ¢irdir, kâhindir, sâhirdir’ diyor. Ama ben, kâhinlerin sözlerini işittim. Onun söyledikleri katiyyen kâhinlerin sözlerinden değildir. Söylediklerini, şÃ¢irlerin de her türlü şiirleriyle kıyas ettim. Aralarında hiç bir benzerlik görmedim. Onun söyledikleri şiirden başka, ap ayrı birşey. Bundan sonra ona şÃ¢ir demek kimsenin ağzına yakışmaz.
“Hülâsa, yeminle derim ki, Muhammed (a.s.m.) sâdıktır. Ona çeşitli ithamlara yeltenenler ise kâziptir, yalancıların tâ kendileridir.”1
Ebû Zerr, kardeşine, “Sen,” dedi, “beni rahatlatıcı fazla bir mâlumat getirmedin. Ama yine de gidip onu bizzat, görmeliyim.”
Üneys, onu ikaz etti:
“Gitmesine git, ama kendini Mekke halkından kolla. Çünkü, onlar Muhammed’e karşı düşman cephesi kurmuşlardır.”
Bundan sonra Ebû Zerr, eline asâsını, sırtına bir su kırbası ile bir azık dağarcığı alarak yola düştü. Çölleri aşa aşa gelip Mekke’ye kavuştu ve doğruca Kâbe’ye gitti. Resûl-i Ekremi aradı, fakat tanımadığı için bulamadı. Kimseye sormaya da cesaret edemedi, hem de uygun bulmadı. Çünkü, kardeşinin de söylediği gibi Mekke’de Müslümanlarla müşrikler arasında şiddetli bir mücadele vardı ve Müslümanlar çok nazik bir devreyi yaşıyorlardı.
Mescid-i Haramda kalmaktan başka bir çaresi yoktu. Öyle yaptı. Açlığını ise Zemzem suyu içerek gideriyordu.
Bir aralık Hz. Ali, onu Mescid-i Haramın bir köşesinde büzülmüş halde gördü. Yanından geçerken, kendi kendine: “Zannımca bu adam uzak bir yoldan gelmiştir” diye konuşunca, Ebû Zerr, “Evet,” dedi, “uzak bir yoldan gelmişim.”
Hz. Ali, “Gel, evimize gidelim” dedi ve onu alıp evinde misafir etti. İkisi de ihtiyatlı ve tedbirli davrandıklarından o geceyi birbirlerine açılmadan geçirdiler.
Sabah olunca, Ebû Zerr, yine Resûlullah Efendimizi sorup bulmak için Mescid-i Harama gitti. Fakat, aynı şekilde hiç kimseden Efendimiz hakkında bir mâlumat alamadı.
Yine aynı köşede ümitsiz bir vaziyette beklerken yanına Hz. Ali uğradı tekrar kendi kendine: “Bu adamcağızın hâlâ nereye gideceğini öğrenmek zamanı gelmedi mi?” dedi. Bunu duyan Ebû Zerr; “Hayır” dedi.
Bunun üzerine Hz. Ali, aynı şekilde, “Haydi, öyle ise bize gidelim” dedi ve alıp evine misafir götürdü.
Bu sefer birbirlerine açıldılar. Önce Hz. Ali, “Nereden ve niçin geliyorsun?” diye sordu.
Ebû Zerr, “Eğer, gizli tutacağına söz verirsen, sana anlatırım” dedi.
Hz. Ali, “Emin olabilirsin” karşılığını verince, Ebû Zerr asıl maksadını açıkladı:
“Ben Gıfar Kabilesindenim. Buradan peygamberlik ilân eden bir zâtın zuhur ettiği haberini duydum. Bizzat onu görüp konuşayım diye geldim.”
Samimî maksadını anlayan Hz. Ali, “Sen bu hareketinle akıllılık ettin, doğruyu buldun” diye konuştuktan sonra, “Ben şimdi Resûlullahın yanına gidiyorum. Sen de peşimden gel. Benim girdiğim yere sen de gir. Eğer ben, yolda sana zarar vereceğinden korktuğum birisini görürsem, papucumu düzeltir gibi bir duvara yönelir dururum. O zaman sen beni beklemezsin, yürür gidersin.”
Evden çıktılar. Hz. Ali önde, Ebû Zerr ise onu arkadan takib ediyordu. Hiçbir anormal durumla karşılaşmadan Hazret-i Resûlullahın huzuruna vardılar.
Ebû Zerr,“Selâm sana olsun, ey Allah’ın Resûlü” dedi. Bu türlü selâmı İslâmda ilk veren zât, Ebû Zerr Hazretleridir.
Resûl-i Ekrem, “Allah’ın rahmeti senin üzerine de olsun” dedikten sonra, “Sen kimsin?” diye sordu.
Ebû Zerr, “Ben, Gıfar Kabilesindenim” diye cevap verdi.
“Ne zamandan beri buradasın?”
“Üç gün, üç geceden beri buradayım.”
“Seni kim doyuruyor?”
“Tek yiyeceğim Zemzem suyu idi. Şişmanladım bile. Hiç açlık ve susuzluk duymadım.”
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Zemzem, mübârek, doyurucu bir yiyecektir” buyurdu.
Sonra Ebû Zerr, “Yâ Resûlallah, bana İslâmı anlat” dedi.
Resûlullah Efendimiz, İslâmiyeti kendilerine anlatınca, derhal şehâdet getirerek Müslüman oldu.1
Müslümanlığını ilân etti
Şehâdet getirerek, İslâmla şerefyâb olan Hz. Ebû Zerr’e, ihtiyat ve tedbiri asla elden bırakmayan Resûlullahın tavsiyesi şu oldu:
“Yâ Ebâ Zerr, sen, şimdilik bu işi gizli tut! Ve memleketine dön, git! İşi açığa vurduğumuzu haber aldığın zaman gel!”
Vecd ve heyecan mâdeni haline gelen Hz. Ebû Zerr, “Yâ Resûlallah,” dedi, “seni hak peygamber olarak gönderen Allahü Teâlaya yemin olsun ki, ben bunu müşriklerin arasında açıkça ilân edeceğim.”
Sonra da kalkıp doğruca Kâbe’ye koştu ve müşriklere karşı pervasızca, “Ey Kureyş topluluğu! Ben şehâdet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yok ve Muhammed Onun resûlüdür!” diye haykırdı.
Bu kahramanca haykırış, müşrikleri hiddetlendirdi. Hep birden üzerine çullandılar ve onu bayıltıncaya kadar dövdüler. Eğer, henüz o sırada İslâmiyete girmemiş olan Hz. Abbas yetişip, Gıfar Kabilesine mensup olduğunu ve bu kabilenin de ŞÃ¢m ticâret yoluna hâkim bulunduğunu söylemeseydi, onu öldüreceklerdi!
Fakat, îmânın verdiği cesaret ve heyecana sahip Hz. Ebû Zerr’i, bu darbeler de yıldırmadı. İkinci gün aynı şekilde ve aynı yerde, yine müşriklere karşı Allah’ın varlık ve birliğini, Hz. Resûlullahın da Onun hak peygamberi olduğunu pervasızca haykırdı. Tekrar müşriklerin ağır darbelerine maruz kaldı. Yine araya Hz. Abbas girdi ve “Yazıklar olsun size! Siz, Gıfar Kabilesinden birini mi öldürmek istiyorsunuz? Onların sizin ticâret yeriniz ve yolunuz üzerinde bulunduğunu bilmiyor musunuz?” diyerek onu müşriklerin merhametsizce savurdukları darbelerden kurtardı.1
Bu hâdiseden sonra, Hz. Ebû Zerr, kavim ve kabilesini hak dine davet etmek üzere yurdunun yolunu tuttu. Hicretin altıncı yılına kadar da orada kaldı. Bu sebeple Bedir, Uhud ve Hendek gazâlarında bulunamadı. Fakat bunlardan sonraki gazâlarda Resûl-i Ekrem Efendimizin yanından ayrılmadı.
Habbab bin Eret'in Müslüman Olması
Habbab bin Eret, Ümmü Anmar adında İslâm düşmanı bir kadının azadlı kölesi idi. Demirci idi, kılıç yapardı. Peygamber Efendimizle öteden beri görüşür ve konuşurdu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz henüz Dârü’l-Erkam’a yerleşmediği bir sırada gelip Müslüman oldu.
O günlerde Müslüman olmak ve hele Müslümanlığını ilân etmek demek, malından ve canından olmayı göze almak demekti. Buna rağmen, Hazret-i Habbab, zerre kadar korku eseri göstermeden İslâmla şereflendiğini kahramanca ilân ve izhar etti.
Kureyşli müşrikler, Müslüman olduğunu duyunca onu da eziyet ve işkencelere tabi tuttular. Ümmü Anmar hiddetinden çıldıracak gibiydi. Onu bağlattı, ateşte kızdırttığı demirle başını dağlattı. Hazret-i Habbab, geçim vasıtası olan mesleğiyle şimdi işkenceye uğruyordu! Ama nafileydi! Onun gönlü îmân ateşiyle çoktan tutuşmuştu.
Bir gün çıkıp Resûlullahın huzuruna geldi. Ümmü Anmar’dan ve başının ızdırabından şikâyet etti. Peygamber Efendimiz:
“Ya Rab! Habbab’a yardım et!” diye duâ etti.
Bu duânın hemen akabinde Ümmü Anmar şiddetli bir baş ağrısına mübtelâ oldu. Ağrının ızdırabından inler dururdu. Sonunda kendisine, başını ateşle dağlaması tavsiye edildi. Hz. Habbab da bir müddet onun başını dağladı.
Hz. Habbab ateş alevi içinde
Merhametten mahrum müşrikler, bir gün Hz. Habbab’ın gözleri önünde kocaman bir ateş yaktılar. Onu ateşin üzerine yatırıp, ayaklarıyla göğsüne bastılar. Bir müddet öyle bıraktılar.1
Seneler sonraydı… Hz. Ömer, İslâmın halifesi idi. Yanında Hz. Habbab bulunduğu bir sırada, İslâm uğruna çektikleri ezâ ve cefâyı kastederek:
“Yeryüzünde şu meclise bundan daha layık ve müstehak olan, sadece bir tek adam vardır,” diye konuştu. Hz. Habbab merak edip, “Yâ Emire’l-Mü’minîn! Kimdir o?” diye sordu.
Hz. Ömer, “Bilâl’dir” diye cevap verdi.
Hz. Habbab, “Yâ Emîre’l-Mü’minîn! O benim kadar işkence çekmemişti. Çünkü, müşriklerin eziyetlerinden Bilâl’i koruyan vardı. Benim ise, koruyucu hiçbir kimsem yoktu ve olmadı da” dedikten sonra müşrikler tarafından ateş içine yatırılmasını şöyle anlatmıştı:
“Birgün müşrikler beni tuttular. Ateş yaktılar. Ateşin içine beni sırt üstü yatırdılar. Sonra adamın biri göğsümün üzerine bastı. Yer soğuyuncaya kadar da beni bırakmadı!”
Bu sözlerinden sonra da Hz. Habbab, sırtını açtı. Ateş yanıklarından sırtı alaca olmuştu.
Peygamberimize başvurması
Her türlü eziyet ve işkenceye rağmen Hz. Habbab, îmân ve İslâmiyetinden zerre kadar ta’viz vermiyor, Allah ve Resûlüne sonsuz muhabbetini izhar etmekten çekinmiyordu.
O, bir köle idi. Müşriklerle başa çıkacak durumda değildi. Maruz kaldığı ezâ ve cefâlardan dolayı Resûlullaha başvurmaktan başka elinden hiç bir şey gelmiyordu. Bir gün öyle yaptı. Efendimizin huzuruna çıkarak, “Ya Resûlallah! Çektiğimiz şu işkencelerden kurtulmamız için Allah’a duâ etmez misin?” dedi.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, hem ibret, hem de müjde dolu şu cevabı verdi:
“Sizden önceki ümmetler içinde öyle kimseler vardı ki, demir tarakla bütün derileri, etleri soyulup, kazınırdı da bu işkence yine onu dininden döndüremezdi. Testere ile tepesinden ikiye bölünürlerdi de, yine bu işkenceler onları dinlerinden geri çeviremezdi.
Allah, elbette bu işi (İslâmiyeti) tamamlayacaktır ve bütün dinlerden üstün kılacaktır. Öyle ki, hayvanına binip San’a’dan Hadramut’a kadar tek başına giden bir kimse, Allah’tan başkasından korkmayacak, koyunları hakkında da kurt saldırmasından başka hiç bir endişe duymayacaktır. Fakat siz acele ediyorsunuz.”1
As bin Vail’e verdiği cevap
Hz. Habbab’ın azılı müşriklerden As b. Vâil’den mühimce bir alacağı vardı. Birgün gidip alacağını istedi. Bu azılı müşrik, “Muhammed’i inkâr etmedikçe, sana olan borcumu ödemeyeceğim” dedi.
Hz. Habbab, “Ben herşeyimden vazgeçerim, yine de ölünceye kadar ve öldükten sonra dirilinceye kadar onu red ve inkâr etmem” diye cevap verdi.
Bunun üzerine As bin Vâil, “Ben, öldükten sonra dirilecek miyim?
Eğer böyle birşey olacaksa, sabret. Diriltilip, malıma ve evlâdıma tekrar kavuştuğum o gün sana olan borcumu öderim”2 diye küstahça konuştu.
As bin Vâil’in bu sözleri üzerine Cenâb-ı Hak, indirdiği âyet-i kerimelerde şöyle buyurdu:
“Şimdi şu âyetlerimizi ve ‘Elbette bana mal ve evlad verilecektir!’ diyen adamı gördün mü?
“O, gayba muttali mi olmuş? Yoksa Rahmânın huzurunda bir söz mü almış?
“Hayır, öyle değil, biz onun dediğini yazacağız ve azabını da çoğalttıkça çoğaltacağız.
“Ve o söylediği şeyleri hep elinden alacağız da, o bize tek başına gelecektir.”1
Hz. Habbab, her türlü tehlikeyi göze alarak Müslümanlığını ilân ettiği gibi, çekinmeden yeni Müslümanlara Kur’ân-ı Kerimi okutmak ve öğretmekle de meşgul olurdu.
Hz. Ömer, elinde yalın kılıç, eniştesi ve kızkardeşinin evine hışımla girdiği zaman da yine bu fedakâr Sahabî onlara yeni inen âyetleri okuyor ve öğretiyordu.