Söylemişlerdi, bu şehir yavaş yavaş eritir adamı, bir kere anlamaya görsün güçsüzlüğünü, bir kere sezsin çaresizliğini, çöker boğazına adamın, ağır ağır keser nefesini...
Ben de söylemiştim, anlatmıştım da çarkların nasıl işlediğini, ayan bir gülümsemeyle bakıp suratıma sonra kaçırmıştın gözlerini benim olmadığım taraflara...
Hepimiz kurtlar sofrasının bir misafiriyiz demiştim, "ya kurt olacağız, ya sofradan kalkıp aç kalacağız"; sağ elinin işaret parmağını ala al parlayan dudaklarınla birleştirip susmamı istemiştin...
-Hadi boşver bunları, güzel şeylerden bahsedelim...
Haklıydın belki de, çünkü bilmiyordun ki çaresiz ve güçsüz olmanın, hem de bu şehirde ne demek olduğunu. Sen sonu güzel biten hikayeleri seviyordun, sonunda bir padişahın oğluyla evlenen peri kızı kadar güzel bir köylü kızının masalı gibi. Masal bu ya, en güzel yerinde bitiverirdi işte, kimse merak etmezdi sonrasını...
Söylemişlerdi şu şehrin derinliklerinde ne yitik hikayelerin yaşandığını, üstelik hiçbiri benzemiyordu o peri kızının hikayesine... Ben de söylemiştim, anlatmıştım o hikayelerin her birini de işveli tavırlarınla değiştirmiştin konuyu ve bir öpücük kondurup da alnıma, demiştin; -Saat geç oldu, haydi uyu...
Şimdi o boyalı suratın sanki sana gerçeklerini anlatmaya çalıştığım bu şehir gibi. Sen süslü şehrin makyajına aldandın ya, ne de kolay benzetti seni kendisine, artık ikinizin de sadece ve sadece tasviri güzel...
Keşke karşına geçip de diyebilseydim "ben söylememiş miydim sana, bu şehir yutar adamı, bu çarklar öğütür un ufak eder insanı, sonra bunları ilk söylediğimde ki tebessümlerinin yerini alan kızaran suratının ifadeleriyle baş başa bırakıp çekip gitsem seni...
Ya vicdan! Taşır mı ki o bırakıp giderken ki mazlum halinin hayalini?...
Belki de vicdan bahane, belki de hala kıpırdayan bir şeyler var içerimde!
Ah be güzelim, söylemiştim, sen istedikçe verir bu şehir, verir vermesine de sonra alır birer birer karşılığını böyle. Ne olurdu sanki her şeyin "az buçuk" olsaydı? Sen kafa tutabilir misin ki şu kalabalık şehre, pes ettirebilir misin onu, alabilir misin hak ettiklerini sorgusuz sualsiz?...
Söylemişlerdi, mangal gibi yürek ister kavgaya tutuşmak için bu şehirde; ne başrol kapmak isteyen figüranlar harcanır bu sokaklarda, ne devler çöker, yıkılır bir zayıf yanı bulununca... Ben de söylemiştim, söylemiştim de bir daha konuşmamıştın benimle...
Şimdi sen o beraber yürüdüğümüz kaldırımlarda topuklarının yankıları gecenin sessizliğini yırtan ve ojeli parmaklarıyla içki sofraların kahkahası olan yüzlerce kadından biri...
Belki de haklıydın, ille de boğulmak gerekiyorsa büyük denizde boğulacaksın ve kaderine razı olarak yaşamaktansa ne kadar kaybetsen de devam edeceksin oyunlar oynamaya.
Ne belli, belki birgün kazanırsın; bütün kaybettiklerini bir çırpıda geri alırsın tabi bu şehir harcamamışsa hala senden aldıklarını...
Ben de söylemiştim, anlatmıştım da çarkların nasıl işlediğini, ayan bir gülümsemeyle bakıp suratıma sonra kaçırmıştın gözlerini benim olmadığım taraflara...
Hepimiz kurtlar sofrasının bir misafiriyiz demiştim, "ya kurt olacağız, ya sofradan kalkıp aç kalacağız"; sağ elinin işaret parmağını ala al parlayan dudaklarınla birleştirip susmamı istemiştin...
-Hadi boşver bunları, güzel şeylerden bahsedelim...
Haklıydın belki de, çünkü bilmiyordun ki çaresiz ve güçsüz olmanın, hem de bu şehirde ne demek olduğunu. Sen sonu güzel biten hikayeleri seviyordun, sonunda bir padişahın oğluyla evlenen peri kızı kadar güzel bir köylü kızının masalı gibi. Masal bu ya, en güzel yerinde bitiverirdi işte, kimse merak etmezdi sonrasını...
Söylemişlerdi şu şehrin derinliklerinde ne yitik hikayelerin yaşandığını, üstelik hiçbiri benzemiyordu o peri kızının hikayesine... Ben de söylemiştim, anlatmıştım o hikayelerin her birini de işveli tavırlarınla değiştirmiştin konuyu ve bir öpücük kondurup da alnıma, demiştin; -Saat geç oldu, haydi uyu...
Şimdi o boyalı suratın sanki sana gerçeklerini anlatmaya çalıştığım bu şehir gibi. Sen süslü şehrin makyajına aldandın ya, ne de kolay benzetti seni kendisine, artık ikinizin de sadece ve sadece tasviri güzel...
Keşke karşına geçip de diyebilseydim "ben söylememiş miydim sana, bu şehir yutar adamı, bu çarklar öğütür un ufak eder insanı, sonra bunları ilk söylediğimde ki tebessümlerinin yerini alan kızaran suratının ifadeleriyle baş başa bırakıp çekip gitsem seni...
Ya vicdan! Taşır mı ki o bırakıp giderken ki mazlum halinin hayalini?...
Belki de vicdan bahane, belki de hala kıpırdayan bir şeyler var içerimde!
Ah be güzelim, söylemiştim, sen istedikçe verir bu şehir, verir vermesine de sonra alır birer birer karşılığını böyle. Ne olurdu sanki her şeyin "az buçuk" olsaydı? Sen kafa tutabilir misin ki şu kalabalık şehre, pes ettirebilir misin onu, alabilir misin hak ettiklerini sorgusuz sualsiz?...
Söylemişlerdi, mangal gibi yürek ister kavgaya tutuşmak için bu şehirde; ne başrol kapmak isteyen figüranlar harcanır bu sokaklarda, ne devler çöker, yıkılır bir zayıf yanı bulununca... Ben de söylemiştim, söylemiştim de bir daha konuşmamıştın benimle...
Şimdi sen o beraber yürüdüğümüz kaldırımlarda topuklarının yankıları gecenin sessizliğini yırtan ve ojeli parmaklarıyla içki sofraların kahkahası olan yüzlerce kadından biri...
Belki de haklıydın, ille de boğulmak gerekiyorsa büyük denizde boğulacaksın ve kaderine razı olarak yaşamaktansa ne kadar kaybetsen de devam edeceksin oyunlar oynamaya.
Ne belli, belki birgün kazanırsın; bütün kaybettiklerini bir çırpıda geri alırsın tabi bu şehir harcamamışsa hala senden aldıklarını...