Ne zaman beyaz bir sayfanın bomboşluğuna takılsa gözüm canım şarkı söylemek istiyor. Ne zaman imkansızlaşmaya ve uzaklaşmaya başlasa sevdiğim insan kumsallarda, tepelerde, soğuk sokaklarda ellerim cebimde yürümek istiyor canım.
Sana gelene kadar kat ettiğim mesafe “bin çiçek yılı”...
Yeniden anlatmam mı gerek yolculuğu... Yeniden ölmem mi gerek inandırmam için... Hep yanılıp hep yeniden mi denemem gerek... Taşan bir ırmağı geri çekmem mi gerek... Oyun mu gerek... Yorgun bedenine ve ruhuna zarar vermeyeceğime yemin mi etmem gerek... . Saf bir dille üç yaş heyecanıyla söylediklerini hep kendi kendime tekrarlamam mı gerek... Bunları yazarken çektiğim azaptan söz etmem mi gerek... Biliyorum, her şeyi biliyorum mu demem gerek... Yoksa Araf tedirginliğini hissettiğim an bende yarattığı sarsıntıyla çöllere kaçmam mı gerek... Ne gerek?..
Sana ulaşınca telgraf çektim kendime... .
Varsın. Sınırları geçiverdin gülümsemenle. Tüm tarihler tüm öğrendiklerim, tüm tecrübeler, tüm yaşantılar, tüm hayaller silindi aklımdan. Bir süre durdum. Bekledim ve düşündüm. Karşılığı olmayacaktı yine yansımaların. Yanlış anlaşılacaktım ve bir adım geri çekilmeye mecbur bırakacaktı bizi bu duygu birbirimizden. Kimsesizlik her zaman ki gibi, yalnızlık her zamanki gibi, her şey her zamanki yerinde duracaktı. Şimdiki gibi. Cinayet işlemesine çok az kalmış bir katil gibi son ayrıntıları gözden geçirecektim. Ya da bıçağımı cebime saklayıp unutacaktım her şeyi. Eskisi gibi devam edecektim sevmemeye.
Sana benziyordu her kelimem kendi içimde...
Acelen olduğunu söylüyorsun. Aslında burada kalmayı istediğini biliyorum. Uçurumun kenarı uçurumun dibinden farksız. Karşılıklı kıyılarda duramam ben. Ya atlarım, ya giderim. Esas tedirginlik bu değil mi? Senden hiçbir şey isteyemeyeceğimi anladım. İsteyemem. Kendimden de isteyecek gücüm yok. Her şey o kadar mükemmel gelirken birden hatırlamak ve sormak beni hep uzaklaştırdı. Şimdi de aynı. Ama tek fark sensin. Artık sana seni anlatmak istemiyorum. Rastlayabileceğim biri değilsin. Belki de o tanrılar bu yüzden daha önce yan yana getirmedi bizi. Korktukları için...
Çocuk parkında salıncak sırasındayım kelimelerinde...
Sana gelene kadar kat ettiğim mesafe “bin çiçek yılı”...
Yeniden anlatmam mı gerek yolculuğu... Yeniden ölmem mi gerek inandırmam için... Hep yanılıp hep yeniden mi denemem gerek... Taşan bir ırmağı geri çekmem mi gerek... Oyun mu gerek... Yorgun bedenine ve ruhuna zarar vermeyeceğime yemin mi etmem gerek... . Saf bir dille üç yaş heyecanıyla söylediklerini hep kendi kendime tekrarlamam mı gerek... Bunları yazarken çektiğim azaptan söz etmem mi gerek... Biliyorum, her şeyi biliyorum mu demem gerek... Yoksa Araf tedirginliğini hissettiğim an bende yarattığı sarsıntıyla çöllere kaçmam mı gerek... Ne gerek?..
Sana ulaşınca telgraf çektim kendime... .
Varsın. Sınırları geçiverdin gülümsemenle. Tüm tarihler tüm öğrendiklerim, tüm tecrübeler, tüm yaşantılar, tüm hayaller silindi aklımdan. Bir süre durdum. Bekledim ve düşündüm. Karşılığı olmayacaktı yine yansımaların. Yanlış anlaşılacaktım ve bir adım geri çekilmeye mecbur bırakacaktı bizi bu duygu birbirimizden. Kimsesizlik her zaman ki gibi, yalnızlık her zamanki gibi, her şey her zamanki yerinde duracaktı. Şimdiki gibi. Cinayet işlemesine çok az kalmış bir katil gibi son ayrıntıları gözden geçirecektim. Ya da bıçağımı cebime saklayıp unutacaktım her şeyi. Eskisi gibi devam edecektim sevmemeye.
Sana benziyordu her kelimem kendi içimde...
Acelen olduğunu söylüyorsun. Aslında burada kalmayı istediğini biliyorum. Uçurumun kenarı uçurumun dibinden farksız. Karşılıklı kıyılarda duramam ben. Ya atlarım, ya giderim. Esas tedirginlik bu değil mi? Senden hiçbir şey isteyemeyeceğimi anladım. İsteyemem. Kendimden de isteyecek gücüm yok. Her şey o kadar mükemmel gelirken birden hatırlamak ve sormak beni hep uzaklaştırdı. Şimdi de aynı. Ama tek fark sensin. Artık sana seni anlatmak istemiyorum. Rastlayabileceğim biri değilsin. Belki de o tanrılar bu yüzden daha önce yan yana getirmedi bizi. Korktukları için...
Çocuk parkında salıncak sırasındayım kelimelerinde...