Kendi bildiğim sporu yapıyordum. Öyle müzik dinleyip, koştur koştur, kafadan on bin şeyi geçir, gemiler ayrılsın zihin limanından filan...
Boynum ve belimdeki fıtıklaşmalar sonunda ara vermek zorunda kalmıştım. Boynumda ciddi bir düzleşme hatta hafifçe öne doğru bir eğilim var. (Ah, başım öne eğilmesin Allahım!)
Bugünlerde bir doktor antrenörle çalışıyorum. Oracığımda bir kas olduğundan bile haberdar olmadığım yanlarım ağrı içinde. O ise gayet sakin, eşinden, eşinin benim yazılarımı nasıl okuduğundan ama kendisinin dizilerimi daha çok sevdiğinden söz ederken “Hadi 20 tane daha” diyor arada...
Ben orada ruhumu teslim etmek üzereyim ama yiğitliğe de leke süremediğimden yapmamı istediği hareketleri canımı dişime takarak tamamlıyorum... Kendimi Siyah Kuğu filmindeki balerin rolüne hazırlanan bir Natalie Portman, Milyonluk Bebek’teki hırslı boksör rolüne hazırlanan bir Hilary Swank, en kötü olimpiyata gitmeye hazırlanan bir Naim Süleymanoğlu gibi düşünüyorum o sırada... Bak bak...
(En kötüsü olimpiyata hazırlanan Naim’miş) Doksanlarda kalan beynim bu kadar çalışıyor işte. Halter sporunda “Nayım”dan sonrası finiş...
Lafı dolandırmayayım; kendimi kim olarak düşünürsem düşüneyim, her dersin sonunda sürünerek arabama biniyor, direksiyonu tutan ellerimin bağlı olduğu kollarıma bağırarak komutlar veriyorum! “Yanma, sola çevir şimdi, düz tut, kırma kendini...”
Acıyan kaslarıma aldırmadan delikanlı takılmaya çalışıyor ve hayatımı normal şekilde sürdürmeye gayret ediyorum.
Kaslarıma karşı iradem yani!
***
Aslında...
Tuhaf işler oluyor... Nicedir oluyor...
Siz de biliyorsunuz...
Bir gazetecinin bilgisayarına girip “sil” emri veriyor otorite.
“Yazma, düşünme, yapma” diyor.
Hür iradeye karşı “otorite” yani...
Bilgisayarım ya da cep telefonum bozulduğunda tamire vermek yerine yenisini almak daha güvenli geliyor bana... Ben kimim? Hiç kimse!
Bir notun, bir fotoğrafın, bir mesajın ya da bir e-postanın “nelere sebep olabileceğini” kestirebilen var mı içinizde? Son derece masum görünen, sıradan günlük konuşmaların arasından kendimiz için değilse bile bir başkası için delil üretilmeyeceğini, üretilemeyeceğini nereden biliyoruz?
Paranoyak mı olduk cümleten?
***
Ağrıyan tek yanım kaslarım değil elbette...
Oracığımda bir “bilinmez” olduğundan habersiz olduğum yanlarım ağrıyor. Bir baş ağrısı gibi, bir boyun ağrısı gibi, bir diş ağrısı gibi... Çıktığı yerde sabit kalmayan başka tarafları da tetikleyen, sıçraya sıçraya giden bir ağrı bu...
İlk defa canım benim, biriciğim sevgili “oy”um için sandığa gitmek istemiyor canım. İzlediğim, gördüğüm her şey “ağrı” yapıyor, “ağır” geliyor...
Türbanlı kadının mecliste duruşuyla ilgili komik formüller, Kürt milletvekillerinin patlayan öfkeleri, iç fokurdaması hiç-bir-zaman-bitmeyen-CHP... Basılamayan kitaplara karşın, baskına uğrayan gazeteler, gazeteciler...
Gülmek istiyorum oysa. Şakalar yapmak istiyorum. Ama gel gör ki ne dünya ne ülkem buna izin veriyor... Kollarıma komut veren yüksek sesim “hadi diyor, dik tut kollarını, kırma kendini” diyor...
Ama ne zaman bir “şaka yapsam” hemen ardından gelen bir cümle yeni bir haber insanlığımdan utandırıyor beni...
Doksanlarda “Nayım”da kalmış zihnim keşke hep orada kalsaydı...
İşte gördünüz... Hepimizin her günü aha işte bu yazı gibi gelişiyor.
Nasıl başladığı ayrı, nasıl bittiği ayrı mevzu.. Oysa gülmek için başlamıştık güne...
Komut: Kırma kendini, çeneni kaldır ve en zor hareketi yaparken uzun uzun nefes ver. “Başın öne eğilmesin” elbette...
Boynum ve belimdeki fıtıklaşmalar sonunda ara vermek zorunda kalmıştım. Boynumda ciddi bir düzleşme hatta hafifçe öne doğru bir eğilim var. (Ah, başım öne eğilmesin Allahım!)
Bugünlerde bir doktor antrenörle çalışıyorum. Oracığımda bir kas olduğundan bile haberdar olmadığım yanlarım ağrı içinde. O ise gayet sakin, eşinden, eşinin benim yazılarımı nasıl okuduğundan ama kendisinin dizilerimi daha çok sevdiğinden söz ederken “Hadi 20 tane daha” diyor arada...
Ben orada ruhumu teslim etmek üzereyim ama yiğitliğe de leke süremediğimden yapmamı istediği hareketleri canımı dişime takarak tamamlıyorum... Kendimi Siyah Kuğu filmindeki balerin rolüne hazırlanan bir Natalie Portman, Milyonluk Bebek’teki hırslı boksör rolüne hazırlanan bir Hilary Swank, en kötü olimpiyata gitmeye hazırlanan bir Naim Süleymanoğlu gibi düşünüyorum o sırada... Bak bak...
(En kötüsü olimpiyata hazırlanan Naim’miş) Doksanlarda kalan beynim bu kadar çalışıyor işte. Halter sporunda “Nayım”dan sonrası finiş...
Lafı dolandırmayayım; kendimi kim olarak düşünürsem düşüneyim, her dersin sonunda sürünerek arabama biniyor, direksiyonu tutan ellerimin bağlı olduğu kollarıma bağırarak komutlar veriyorum! “Yanma, sola çevir şimdi, düz tut, kırma kendini...”
Acıyan kaslarıma aldırmadan delikanlı takılmaya çalışıyor ve hayatımı normal şekilde sürdürmeye gayret ediyorum.
Kaslarıma karşı iradem yani!
***
Aslında...
Tuhaf işler oluyor... Nicedir oluyor...
Siz de biliyorsunuz...
Bir gazetecinin bilgisayarına girip “sil” emri veriyor otorite.
“Yazma, düşünme, yapma” diyor.
Hür iradeye karşı “otorite” yani...
Bilgisayarım ya da cep telefonum bozulduğunda tamire vermek yerine yenisini almak daha güvenli geliyor bana... Ben kimim? Hiç kimse!
Bir notun, bir fotoğrafın, bir mesajın ya da bir e-postanın “nelere sebep olabileceğini” kestirebilen var mı içinizde? Son derece masum görünen, sıradan günlük konuşmaların arasından kendimiz için değilse bile bir başkası için delil üretilmeyeceğini, üretilemeyeceğini nereden biliyoruz?
Paranoyak mı olduk cümleten?
***
Ağrıyan tek yanım kaslarım değil elbette...
Oracığımda bir “bilinmez” olduğundan habersiz olduğum yanlarım ağrıyor. Bir baş ağrısı gibi, bir boyun ağrısı gibi, bir diş ağrısı gibi... Çıktığı yerde sabit kalmayan başka tarafları da tetikleyen, sıçraya sıçraya giden bir ağrı bu...
İlk defa canım benim, biriciğim sevgili “oy”um için sandığa gitmek istemiyor canım. İzlediğim, gördüğüm her şey “ağrı” yapıyor, “ağır” geliyor...
Türbanlı kadının mecliste duruşuyla ilgili komik formüller, Kürt milletvekillerinin patlayan öfkeleri, iç fokurdaması hiç-bir-zaman-bitmeyen-CHP... Basılamayan kitaplara karşın, baskına uğrayan gazeteler, gazeteciler...
Gülmek istiyorum oysa. Şakalar yapmak istiyorum. Ama gel gör ki ne dünya ne ülkem buna izin veriyor... Kollarıma komut veren yüksek sesim “hadi diyor, dik tut kollarını, kırma kendini” diyor...
Ama ne zaman bir “şaka yapsam” hemen ardından gelen bir cümle yeni bir haber insanlığımdan utandırıyor beni...
Doksanlarda “Nayım”da kalmış zihnim keşke hep orada kalsaydı...
İşte gördünüz... Hepimizin her günü aha işte bu yazı gibi gelişiyor.
Nasıl başladığı ayrı, nasıl bittiği ayrı mevzu.. Oysa gülmek için başlamıştık güne...
Komut: Kırma kendini, çeneni kaldır ve en zor hareketi yaparken uzun uzun nefes ver. “Başın öne eğilmesin” elbette...