Böyle mi Yaşanır Vedalar?
Dün gece sana yazdıklarımı unut günce, hiç söylenmemiş farz et, hiç yazılmamış, hiç anılmamış…
Gözlerimin içerisine bakıp öyle bir gülümseyişi vardı ki giderken, sanki bir hücre hapsinden kurtulur gibi. Suratında en küçük bir iması yoktu hüznün,
Gitti…
Bir kapı ardı vedası bile yaşanmadan gitti,
Kapıyı araladığında bir daha dönüp bakacağını sandım, bir şiir gibi ayrılık bekliyordum en içli bestelerde tekrar tekrar anımsanacak; bu gece seni de ortak etmek vardı o hüzne, ben yazacağım sen ağlayacaksın, sen teselli edeceksin,ben mutluluk oyunları oynayacağım, sonra…
Sonra o bakışın vesikaları kazınacak hafızama ve hep onu öyle, o kapı aralığında ki suratıyla anımsayacağım…
Neden değişti bu senaryo? Hani bu dramın yürek kanatan sözleri, nerede bu "son" un alçak volümlü titrek notaları…
Baktı…
Gülümseyerek gözlerimin içerisine hissiz bir "hoşçakal"la bir başıma bırakarak kapının "cart" sesiyle çekip gitti. O kadar basit, o kadar sade, o kadar yalın…
Sanki çayının içerisine bir küp şekeri bir hamlede atar gibi, o kadar kolay yani… Sanki bir ağacın altında oturup da yediğin karpuz ekmek gibi, o kadar sade yani, sanki bembeyaz bir kağıdın üzerine bir tek nokta koyar gibi, o kadar yalın yani…
Şimdi fiyakan bozulmasın diye yırtmıyorum dünkü yazdığım sayfalarını, ama dedim ye sen unut onları… Meğer ben sıradan vedaların sıradan figüranı, o yalanların içerisinde en yalan olanı…
Bundan böyle gözlerinin tasvirleriyle dolmayacak satırların, hayali sevişmelerimizin anektodlarına boğulmayacaksın ve dudaklarının kırmızılıklarıyla boyanmayacak sayfaların… Oysa bitmeyecekti bu gidişle her şey, şen şakrak suratı iki saniyeliğine sahte de olsa buruklaşsaydı, çıkarken bir kere daha dönüp baksaydı yüzüme ve biraz daha yavaş kapatsaydı kapıyı giderken, şimdi değişecekti bütün renkler…
Gitti…
Öylesine birleştirerek bakışlarını gözlerimle, adi bir "Hoşçakal"la avutarak, kapının kulak tırmalayan sesiyle bırakıp gitti. O kadar duygusuzca, o kadar umursamazcasına, o kadar anlamsızca…
Sanki mahalle aralarında ellerindeki sapanlarla serçe avına çıkmış serseri çocuklar gibi, o kadar duygusuz yani… Sanki bir körün şaheser bir manzara tablosuna tepkisizliği gibi, o kadar umursamazcasına yani, sanki bir dere kenarındaki kurbağaların hiç bıkmadan aynı sesi çıkarmaları gibi, o kadar anlamsız yani…
Böyle mi olur vedalar, böyle mi yaşanır ayrılıklar? Dün ona aldığım o boncuklu kolye vardı ye, akşam eve dönerken karşıma çıkan bir çingene kızına verdim onu da. O vedanın kapı aralığı sahnesine ayırmıştım o kolyeyi, avucumun içinde kapının "cart" sesiyle öylece kalmıştı ya…
Sen yüreğini ferah tut günce, seninde bitecek sayfaların birgün, seninle de gelecek ayrılık zamanımız, benim vedam böyle olmaz, yani böyle sade, böyle basit, böyle kolay…
Yani fala bakılacak şekersiz, acı bir kahve kadar sade, yani "iki artı iki eşittir" problemi kadar basit, yani uzanıp da yatağına hayallere dalmak kadar basit olmaz benim vedalarım. Hiç olmazsa bir kırmızı gül koyarım son sayfalarına, bir kurumuş gözyaşının iziyle süslerim bir iki satırını yavaşça kapatır kapağını, gürültü yapmadan bırakır giderim…
Gözlerimin içerisine bakıp öyle bir gülümseyişi vardı ki giderken, sanki bir hücre hapsinden kurtulur gibi. Suratında en küçük bir iması yoktu hüznün,
Gitti…
Bir kapı ardı vedası bile yaşanmadan gitti,
Kapıyı araladığında bir daha dönüp bakacağını sandım, bir şiir gibi ayrılık bekliyordum en içli bestelerde tekrar tekrar anımsanacak; bu gece seni de ortak etmek vardı o hüzne, ben yazacağım sen ağlayacaksın, sen teselli edeceksin,ben mutluluk oyunları oynayacağım, sonra…
Sonra o bakışın vesikaları kazınacak hafızama ve hep onu öyle, o kapı aralığında ki suratıyla anımsayacağım…
Neden değişti bu senaryo? Hani bu dramın yürek kanatan sözleri, nerede bu "son" un alçak volümlü titrek notaları…
Baktı…
Gülümseyerek gözlerimin içerisine hissiz bir "hoşçakal"la bir başıma bırakarak kapının "cart" sesiyle çekip gitti. O kadar basit, o kadar sade, o kadar yalın…
Sanki çayının içerisine bir küp şekeri bir hamlede atar gibi, o kadar kolay yani… Sanki bir ağacın altında oturup da yediğin karpuz ekmek gibi, o kadar sade yani, sanki bembeyaz bir kağıdın üzerine bir tek nokta koyar gibi, o kadar yalın yani…
Şimdi fiyakan bozulmasın diye yırtmıyorum dünkü yazdığım sayfalarını, ama dedim ye sen unut onları… Meğer ben sıradan vedaların sıradan figüranı, o yalanların içerisinde en yalan olanı…
Bundan böyle gözlerinin tasvirleriyle dolmayacak satırların, hayali sevişmelerimizin anektodlarına boğulmayacaksın ve dudaklarının kırmızılıklarıyla boyanmayacak sayfaların… Oysa bitmeyecekti bu gidişle her şey, şen şakrak suratı iki saniyeliğine sahte de olsa buruklaşsaydı, çıkarken bir kere daha dönüp baksaydı yüzüme ve biraz daha yavaş kapatsaydı kapıyı giderken, şimdi değişecekti bütün renkler…
Gitti…
Öylesine birleştirerek bakışlarını gözlerimle, adi bir "Hoşçakal"la avutarak, kapının kulak tırmalayan sesiyle bırakıp gitti. O kadar duygusuzca, o kadar umursamazcasına, o kadar anlamsızca…
Sanki mahalle aralarında ellerindeki sapanlarla serçe avına çıkmış serseri çocuklar gibi, o kadar duygusuz yani… Sanki bir körün şaheser bir manzara tablosuna tepkisizliği gibi, o kadar umursamazcasına yani, sanki bir dere kenarındaki kurbağaların hiç bıkmadan aynı sesi çıkarmaları gibi, o kadar anlamsız yani…
Böyle mi olur vedalar, böyle mi yaşanır ayrılıklar? Dün ona aldığım o boncuklu kolye vardı ye, akşam eve dönerken karşıma çıkan bir çingene kızına verdim onu da. O vedanın kapı aralığı sahnesine ayırmıştım o kolyeyi, avucumun içinde kapının "cart" sesiyle öylece kalmıştı ya…
Sen yüreğini ferah tut günce, seninde bitecek sayfaların birgün, seninle de gelecek ayrılık zamanımız, benim vedam böyle olmaz, yani böyle sade, böyle basit, böyle kolay…
Yani fala bakılacak şekersiz, acı bir kahve kadar sade, yani "iki artı iki eşittir" problemi kadar basit, yani uzanıp da yatağına hayallere dalmak kadar basit olmaz benim vedalarım. Hiç olmazsa bir kırmızı gül koyarım son sayfalarına, bir kurumuş gözyaşının iziyle süslerim bir iki satırını yavaşça kapatır kapağını, gürültü yapmadan bırakır giderim…