öLümsüz sevgiLer dunağI..
Giderken bana bıraktığın yalnızlık, kudurmuş bir sarmaşık gibi hızla tırmanıyor şimdi içimi! Ve ben tüm şehirlerin adlarını unutmuş bir gezgin gibi ardı ardına başıboş çağrışımlar sıralıyorum şimdi…
Dört dörtlük yazdım gidişine… Tüm dörtlüklerin üstü örtük, tüm mısraların baş harfleri küçük! Dört örtü örttüm yüzümdeki kedere, dört nala saldırırken gözyaşlarım, bakışlarında sakladığın o eski Mezopotamya şehrine… Dört ömür törpüledim bakışlarında, dört dönüp ölümsüz sevgiler sunağında, susuzluğumun suçsuzluğuyla yapıştım dudaklarına…
Bilmezsin, ah bilemezsin ki; nasıl titredim geceler boyu… Nasıl sarılıp sarılıktan beter yokluğuna, darağaçlarında sallandırdım incecik boynumu! Ne zaman ansam adını, dudaklarına yapışıp kalmış katran rengi gözyaşı kanayan bir kargaşa olup döktü içime nehirlerini… Senin nehirlerin çağlayan bir korku oldu, benim bakışlarım çıldırmış bir öfke…
Gittin! Sana beni sevmen için emanet ettiğim sihirli kristal küreyi kırdın; delirmiş kahinlerin cenazelerini kaldırırken yüzündeki eski Türkçe gülümseme… Yarım bırakılmış bir şiir gibi, yarım bırakıp gittin içimdeki gökdelen inşaatını! Şimdi başıboş bıraktığın kalbimin şantiyesinde şehvet oyunları oynamakta eli yüzü çamura bulanmış küçük kız çocukları!
Özlemedim seni, desem büyük bir yalan olacak, belli. Her yanımız karanlık ve yalnızlık ve ıssız sokaklar ve yine yağmur gibi yağan gözyaşlarıyla bezenmiş kutsal mağaralar… Yalnızlık… Suskunluk ve şizofreni… Kopuk kopuk çağrışımlar... Özlemedim seni desem, yalan olacak…
Kim bilir kaçıncı vazgeçiş bu, kim bilir kaçıncı intihar? Soğuk, buz gibi bir yalnızlığa hapsedilmiş sanki tüm duygular… Ve terkedilmiş bir çocuk bahçesindeki salıncaklara asılmış çocuk cesetleri gibi damlıyor gözlerimden kanlar… Unutamıyorum seni… Vazgeçemiyorum… Kahretsin…
“Git buradan…” diye bağırışım en büyük yalanı evrenin ve tütsüler yanan odamın ortasına atom bombası gibi düşen bir yalnızlığa karşı giriştiğim amansız bilek güreşini kaybetmemek için kalkışılmış iftiralar bunlar… Yalan… Yalan… Yalan… Vazgeçemiyorum varlığından…
An be an öldüren suskunluklar ve yalanlar, şehvetli öpüşmelerimizden hatıra kalmış bir tutam hüzün gibi yapışıyorlar dudaklarıma… Özlemedim seni,desem, yalan olacak… Ak kanatlarımız akbabalara yem edilmiş iki ayrı şehirde… Üç noktalar terminalinde soru işaretleri otobüslerine binip dört nala sonsuzluğa dümen kırmışız. Dönüş yok ki geri… Uzun upuzun bir yalnızlığın senfonik geri bildirimlerinde çırpınıyoruz…
Yalnız kalmaktan korkuyoruz… Utanıyoruz yüzümüze radyasyon gibi vurulan kimsesizliğimizden… Kaçıyoruz… Çil yavrusu gibi dağılıyoruz birbirimizin zıt yönlerine… Bir hidrojen bombası gibi aniden ve büyük bir hınçla patlıyoruz… Gece yarısı uzak ve bilinmez ülkelere giden başıboş trenlere binip aldatıyoruz birbirimizi… “Seni çok özledim…” diye başlayan başıboş yalanlar söyleyerek aldatıyoruz kendimizi…
Özlemek? Bu değil elbet! Aşkın ve yalnızlığın alacakaranlığında özlemek bu değil! Aramıza giren bu büyük ihanetle yüzleşmek her şeyden zor geliyor bize! Ben yüzleşiyorum artık! Tüm iftiralar sonu gelmez itiraflara kesin dönüş yaparken yüzleşiyorum içimdeki yetim ve o kimsesiz çocukla!
Senin de yalanlarla avutabileceğin tek şey kendi içindeki o küçük kız çocuğu artık ve ben içimdeki çocuğu seninle öldürmüş azılı bir çocuk katiliyim, biliyorsun!
Kimseye anlatmadığım sırları paylaştım ben seninle! Basit bir beden mi sanıyordun yüz milyonlarca yıldır şehvetle bölüştüğümüz? Aşkın ve acının kimsesiz yıldırımlarına paratoner gibi direnmedik mi seninle biz yüz milyonlarca yıl? Sorular zor ve cevapsız! Soru işaretleri hüzünlü ve çocuk katili! Ama basit değildi hiçbir şey!
Koptun benden, denedim, yapmadık şey bırakmadım belki! Zaman azdı, sabır hiç yoktu! İhanet kara bir leke olup sürülmüştü alınlarımıza! Sen başka bir şehirde gözyaşlarından okyanuslar yaptın 1,5 milyon yıl, ben 15 milyon yıl hasret büyüttüm sürgün bir şehirde… Aramızda sadece 150 km!
Şimdi ben kopuyorum dünyadan… Hep olduğu gibi; hani ilk karşılaştığımız o buhran günlerindeki gibi… Dalıp dalıp gidiyorum… Tutmuyorsun ellerimi… Kahretsin! Yoksun ve korkarım bir daha asla olmayacaksın da! Şimşek şimşek çakan gözlerimden şelale gibi akan gözyaşlarımın seline kapılıyor tüm şehir… Ölüyor tüm duygular, can çekişiyor aşk ve sen yoksun, anlamıyorsun da üstelik!
“Sürgünde iki ayrı şehirde yaşatalım bu aşkı…” diyorsun! Neden ve nasıl geldik buraya kadar? Cevabı belli bir soru ama cevabını vermesi güç! Hani bazen hafızasını kaybediverir ya insan , bilir de söyleyemez ya hani en sevdiğinin öldüğünü bir başkasına, onun kadar zor itiraf etmek ihaneti!
“Bitsin!” ne kadar kolay söyleniyor! “Bitsin!” ne kadar zor yaşanıyor oysa! Biten ne? Bölüşülen yalnızlık mı? Yine karşımıza Azrail gibi dikilen yalnızlık ve karanlık ve intihar mı?
Akıyorum şimdi şimşek şimşek, bir şelale olmuş göz pınarlarından, yanaklarına yüz milyonlarca yıldır hükmeden utangaç peri masalına:
“Bitmesin!... Bitmesin!... Bitmesin!...”
Rahmi VidinLioğLu..
Giderken bana bıraktığın yalnızlık, kudurmuş bir sarmaşık gibi hızla tırmanıyor şimdi içimi! Ve ben tüm şehirlerin adlarını unutmuş bir gezgin gibi ardı ardına başıboş çağrışımlar sıralıyorum şimdi…
Dört dörtlük yazdım gidişine… Tüm dörtlüklerin üstü örtük, tüm mısraların baş harfleri küçük! Dört örtü örttüm yüzümdeki kedere, dört nala saldırırken gözyaşlarım, bakışlarında sakladığın o eski Mezopotamya şehrine… Dört ömür törpüledim bakışlarında, dört dönüp ölümsüz sevgiler sunağında, susuzluğumun suçsuzluğuyla yapıştım dudaklarına…
Bilmezsin, ah bilemezsin ki; nasıl titredim geceler boyu… Nasıl sarılıp sarılıktan beter yokluğuna, darağaçlarında sallandırdım incecik boynumu! Ne zaman ansam adını, dudaklarına yapışıp kalmış katran rengi gözyaşı kanayan bir kargaşa olup döktü içime nehirlerini… Senin nehirlerin çağlayan bir korku oldu, benim bakışlarım çıldırmış bir öfke…
Gittin! Sana beni sevmen için emanet ettiğim sihirli kristal küreyi kırdın; delirmiş kahinlerin cenazelerini kaldırırken yüzündeki eski Türkçe gülümseme… Yarım bırakılmış bir şiir gibi, yarım bırakıp gittin içimdeki gökdelen inşaatını! Şimdi başıboş bıraktığın kalbimin şantiyesinde şehvet oyunları oynamakta eli yüzü çamura bulanmış küçük kız çocukları!
Özlemedim seni, desem büyük bir yalan olacak, belli. Her yanımız karanlık ve yalnızlık ve ıssız sokaklar ve yine yağmur gibi yağan gözyaşlarıyla bezenmiş kutsal mağaralar… Yalnızlık… Suskunluk ve şizofreni… Kopuk kopuk çağrışımlar... Özlemedim seni desem, yalan olacak…
Kim bilir kaçıncı vazgeçiş bu, kim bilir kaçıncı intihar? Soğuk, buz gibi bir yalnızlığa hapsedilmiş sanki tüm duygular… Ve terkedilmiş bir çocuk bahçesindeki salıncaklara asılmış çocuk cesetleri gibi damlıyor gözlerimden kanlar… Unutamıyorum seni… Vazgeçemiyorum… Kahretsin…
“Git buradan…” diye bağırışım en büyük yalanı evrenin ve tütsüler yanan odamın ortasına atom bombası gibi düşen bir yalnızlığa karşı giriştiğim amansız bilek güreşini kaybetmemek için kalkışılmış iftiralar bunlar… Yalan… Yalan… Yalan… Vazgeçemiyorum varlığından…
An be an öldüren suskunluklar ve yalanlar, şehvetli öpüşmelerimizden hatıra kalmış bir tutam hüzün gibi yapışıyorlar dudaklarıma… Özlemedim seni,desem, yalan olacak… Ak kanatlarımız akbabalara yem edilmiş iki ayrı şehirde… Üç noktalar terminalinde soru işaretleri otobüslerine binip dört nala sonsuzluğa dümen kırmışız. Dönüş yok ki geri… Uzun upuzun bir yalnızlığın senfonik geri bildirimlerinde çırpınıyoruz…
Yalnız kalmaktan korkuyoruz… Utanıyoruz yüzümüze radyasyon gibi vurulan kimsesizliğimizden… Kaçıyoruz… Çil yavrusu gibi dağılıyoruz birbirimizin zıt yönlerine… Bir hidrojen bombası gibi aniden ve büyük bir hınçla patlıyoruz… Gece yarısı uzak ve bilinmez ülkelere giden başıboş trenlere binip aldatıyoruz birbirimizi… “Seni çok özledim…” diye başlayan başıboş yalanlar söyleyerek aldatıyoruz kendimizi…
Özlemek? Bu değil elbet! Aşkın ve yalnızlığın alacakaranlığında özlemek bu değil! Aramıza giren bu büyük ihanetle yüzleşmek her şeyden zor geliyor bize! Ben yüzleşiyorum artık! Tüm iftiralar sonu gelmez itiraflara kesin dönüş yaparken yüzleşiyorum içimdeki yetim ve o kimsesiz çocukla!
Senin de yalanlarla avutabileceğin tek şey kendi içindeki o küçük kız çocuğu artık ve ben içimdeki çocuğu seninle öldürmüş azılı bir çocuk katiliyim, biliyorsun!
Kimseye anlatmadığım sırları paylaştım ben seninle! Basit bir beden mi sanıyordun yüz milyonlarca yıldır şehvetle bölüştüğümüz? Aşkın ve acının kimsesiz yıldırımlarına paratoner gibi direnmedik mi seninle biz yüz milyonlarca yıl? Sorular zor ve cevapsız! Soru işaretleri hüzünlü ve çocuk katili! Ama basit değildi hiçbir şey!
Koptun benden, denedim, yapmadık şey bırakmadım belki! Zaman azdı, sabır hiç yoktu! İhanet kara bir leke olup sürülmüştü alınlarımıza! Sen başka bir şehirde gözyaşlarından okyanuslar yaptın 1,5 milyon yıl, ben 15 milyon yıl hasret büyüttüm sürgün bir şehirde… Aramızda sadece 150 km!
Şimdi ben kopuyorum dünyadan… Hep olduğu gibi; hani ilk karşılaştığımız o buhran günlerindeki gibi… Dalıp dalıp gidiyorum… Tutmuyorsun ellerimi… Kahretsin! Yoksun ve korkarım bir daha asla olmayacaksın da! Şimşek şimşek çakan gözlerimden şelale gibi akan gözyaşlarımın seline kapılıyor tüm şehir… Ölüyor tüm duygular, can çekişiyor aşk ve sen yoksun, anlamıyorsun da üstelik!
“Sürgünde iki ayrı şehirde yaşatalım bu aşkı…” diyorsun! Neden ve nasıl geldik buraya kadar? Cevabı belli bir soru ama cevabını vermesi güç! Hani bazen hafızasını kaybediverir ya insan , bilir de söyleyemez ya hani en sevdiğinin öldüğünü bir başkasına, onun kadar zor itiraf etmek ihaneti!
“Bitsin!” ne kadar kolay söyleniyor! “Bitsin!” ne kadar zor yaşanıyor oysa! Biten ne? Bölüşülen yalnızlık mı? Yine karşımıza Azrail gibi dikilen yalnızlık ve karanlık ve intihar mı?
Akıyorum şimdi şimşek şimşek, bir şelale olmuş göz pınarlarından, yanaklarına yüz milyonlarca yıldır hükmeden utangaç peri masalına:
“Bitmesin!... Bitmesin!... Bitmesin!...”
Rahmi VidinLioğLu..