KÖTÜ HUYUN ZARARI
"Muhammed Sıbgatullah", Allah adamlarından.
Bir gün Ona sordular, "Kötü huylu" olmaktan.
Buyurdu: ("Kötü insan", kötü bilir herkesi.
Bulunmaz kendisinde, merhametin zerresi.
Nankördür, eşe dosta hiç değildir vefâkâr.
Bir iyilik yapsa da, sonradan başa kakar.
Tanımaz helâl harâm, sakınmaz günâhlardan.
Kimseyle geçinemez, incinir herkes ondan.
Hattâ o, çok yapsa da nâfile ibâdeti,
Alamaz sevâp ecir, boşa gider zahmeti.
Hadîste buyuruldu: (Kötü huylu kimseler,
Huyları sebebiyle, Cehenneme girerler.)
Kötü huylu bir kişi, benzer "kırık testi"ye.
Ne yama kabûl eder, ne de döner eskiye.
Öyle fenâlıktır ki "kötü huy" bir insanda,
Görmez iyiliğinin faydasını Mîzânda.
İster ki, başkasına zarar versin durmadan.
Zîrâ böyle kişiler, zevk alır hep bunlardan.
Hâlbuki kuyu kazsa, birine, biri eğer,
Kazdığı o kuyuya, evvelâ kendi düşer.
Vaktiyle garip biri, bir köyden geçer iken,
Bir fırına uğrayıp, "ekmek" ister içerden.
Velâkin parasını vermek istediğinde,
Bakar ki, hiç parası kalmamış üzerinde.
Bir "Dilenci" zanneder, fırıncı onu o an.
Kalbinden geçirir ki: "Bıktım artık bunlardan".
Bir ekmeğin içine, bolca Zehir koyarak,
Verir o zavallıya, Allah'tan korkmıyarak.
Hiç bir şeyden haberi olmayan o müslümân,
O "Zehirli ekmeği", alıp gider oradan.
Bir köye girdiğinde, rast gelir Genç birine.
Askerden terhis olmuş, dönüyormuş evine.
Acıkmış olduğunu söyleyince genç kişi,
Ona merhametinden, acır ve yanar içi.
Fırıncıdan aldığı ekmeği verir ona.
Gönül râhatlığıyla, devâm eder yoluna.
Genç, orada oturup, o ekmeği yiyerek,
Yürür gider evine, hiç bir şey bilmiyerek.
Lâkin başlar içinde o Zehirin tesiri.
Ve başlar titremeye vücûdunun her yeri.
Artık son nefesini alırken o genç adam,
Der ki: (Ben, köyümüze yeni girmiştim ki tam,
Yolcunun birisinden, bir ekmek alıp yedim.
Ondan sonra başladı titremeye her yerim.)
Bunu duyan fırıncı, başlar bir dövünmeye.
Der: (Eyvâh, o zehiri ben koydum o ekmeğe.
Keşke yapmaz olaydım, yaptığım iş doğru mu?
Ben, kendi elim ile zehirledim oğlumu.)
Ne kadar pişmân olup, üzüldüyse de içten,
Lâkin oğlu ölmüştü, geçmiş idi iş işten.)
MÜFLİS KİMDİR?
"Abdurrahmân Kerkûkî", âlim ve velî bir zât.
Bir gün sevdiklerine, şöyle etti nasîhat:
(Kardeşlerim, kaçının her günâh ve harâmdan.
Bilhassa titizlikle, sakının Kul hakkından.
Nitekim Resûlullah, hitâb edip eshâba,
(Müflis kimdir?) diyerek, suâl etti bir defâ.
Dediler ki: (Müflisin, şu ki bizce mânâsı,
Kalmamıştır elinde, hiç malı ve parası.)
Buyurdu: (Asıl müflis, şu kuldur ki ey eshâb!
O, dünyâ hayâtında kazanmıştır çok sevâb.
Namâz oruç, hac zekât, yapmıştır çok hasenât.
O, bu sevaplarıyla mahşere gelir, fakat,
Onun bunun hakkına, tecâvüz eylemiştir.
Kiminin arkasından, gıybetini etmiştir.
Kimisini dövmüş ve sövmüştür diğerini.
Veyâhut incitmiştir, bâzısının kalbini.
Türlü Kul haklarıyla, gelir mahşer yerine.
Verilir sevapları, bu hak sâhiplerine.
Lâkin öyle çoktur ki alacaklı olanlar,
Hepsini ödemeden, tükenir o sevaplar.
Verecek sermâyesi kalmayınca onlara,
O hak sâhiplerinin günâhları, bu defâ,
Onlardan alınarak, bu kula yükletilir.
Hor ve zelîl olarak, Cehenneme itilir.)
Eshâb, bunu duyunca Allah'ın Resûlü'nden,
Ağladılar herbiri, bunun üzüntüsünden.
Bir gün de, eshâbına, Allah'ın sevgilisi,
Buyurdu: (Çok seviniz siz birbirlerinizi.
Vazîfeli bir melek, nidâ eder mahşerde:
(Allah rızâsı için sevişenler nerede?)
Arş-ı âlâ altında, toplanarak o zevât,
Nûrdan kürsîlerinde, beklerler gâyet râhat.)
Bir gün de buyurdu ki: (Birinizin, faraza,
Kapısının önünde, akan bir Nehir" olsa,
O kişi, o nehirde, beş defâ günde eğer,
Yıkansa, üzerinde kalır mı kirden eser?)
Arz ettiler ki: (Hayır, o böyle yapsa şÃ¢yet,
Kir kalmaz üzerinde, temiz olur o gâyet.)
Buyurdu ki: (Beş vakit namâz dahî böyledir.
Onu güzel kılanlar, günâhtan temizlenir.)
Bir gün de buyurdu ki: (Ey eshâbım, şimdi siz,
Bir koyun sürüsü'nün "Çoban"ı gibisiniz.
Nasıl ki mes'ûl ise her çoban, sürüsünden,
Siz dahî mesulsünüz, kendi iyâlinizden.
Evlâtları yüzünden, çok anne ve babalar,
O gün, "Veyl" ismindeki Cehennemde yanarlar.
Zîrâ öğretmediler dînini çocuklara.
Sırf "Para kazanma"yı, öğrettiler onlara.
Ben onlardan uzağım, onlar da benden uzak.
Merhamet etmiyecek onlara cenâb-ı Hak.)
MÜNÂKAŞA ZARARLIDIR
"Abdül'azîz Dehlevî", büyük âlimlerdendi.
Bir gün sevdiklerine, sohbette şöyle dedi:
(Kötü huylardan biri, "Münâkaşa etmek"tir.
Yâni her meselede (Ben haklıyım) demektir.
Hâlbuki münâkaşa, netîceye götürmez.
Hattâ fayda yerine, zarar verir çoğu kez.
Dost ile münâkaşa, azaltır muhabbeti.
Düşmân ile olursa, çoğaltır adâveti.
Münâkaşa sonunda, dostun kalbi incinir.
Hâlbuki gönül yıkmak, "Kâbe yıkmak" gibidir.
Hâlis mü'min, kaçınır münâkaşa etmekten.
Titrer, bir müslümânın kalbini incitmekten.
Vaktiyle bir müslümân, gider bir medreseye.
Bir âlimin yanında, ilim tahsîl etmeye.
Çalışır gece gündüz, aylar geçer aradan.
Lâkin hiç istifâde edemez üstâdından.
Çalışır, gayret eder her gün daha ziyâde.
Yine hiç hocasından edemez istifâde.
En nihâyet üstâdı, çağırır o kimseyi.
Der ki: (Çalışıyorsun dersine gâyet iyi.
Lâkin hiç istifâde etmedin, biliyorsun.
Ve bunun sebebini, çok merak ediyorsun.
Buna sebep şudur ki, gelirken sen bu il'e,
Münâkaşa etmiştin yolda bir mü'min ile.
O mü'minin kalbini kırmış idin bu yüzden.
Hâlbuki kalp kıranlar, mahrum kalır feyizden.
Helâllık almadıkça, gidip ondan ihlâsla,
Bizden, bir istifâden olamaz senin aslâ.)
O da gidip, onunla konuştu, helâllaştı.
Yüksek mertebelere, bir kaç günde ulaştı.
Bir gün de Resûl ile, hazreti Ebû Bekir,
Dururken, yanlarına hayâsız biri gelir.
Hakârette bulunur Allah'ın Resûlü'ne.
Sabreder Resûlullah onun bu sözlerine.
Sıddîk dahî sabreder buna mütemâdiyen.
Sonra dayanamayıp, cevap verir âniden.
Ve der ki: (Ey hayâsız, hiç utanmıyor musun?
Allah'ın Resûlü'ne hakâret ediyorsun.)
Hazreti Ebû Bekir böyle cevap verince,
Resûlullah, oradan ayrılırlar hemence.
Sıddîk bunu görünce, koşup hemen peşinden,
Niçin ayrıldığını sorunca kendisinden,
Buyurur: (Ey kardeşim, o hakâret ettikçe,
Melekler bizimleydi, biz cevap vermedikçe.
Hattâ o, bize öyle hakâretler ederken,
Melekler, (Sen öylesin!) derlerdi ona hemen.
Ne zaman ki sen ona cevap verdin kızarak,
Şeytânlar geldi hemen, melekler ayrılarak.)
Hazreti Ebû Bekir üzülür yaptığına.
O günden îtibâren, Taş koyardı ağzına
MUVAFFAK OLMANIN SIRRI
"Abdülhakîm Arvâsî", şÃ¢nı büyük bir velî.
ÃŽmânı anlatırdı, cemâate ekserî.
Buyurdu: (Bir kula ki, Rabbimiz verdi "îmân",
Öyle ise, nedir ki etmedi ona ihsân?
Ve Allah, bir kula ki, "îmân"ı vermemiştir,
Böyle olduktan sonra, ne ki ona vermiştir?
Ayrıca, Âmentüyü bilip ezberlemekle,
ÃŽmânın hakîkati, kolayca geçmez ele.
Asıl îmân şudur ki, kul, korkarak Allah'tan,
Çok küçük olsa bile, kaçınır her günâhtan.)
Bir gün de buyurdu ki: (Olmak için muvaffak,
Tam riâyet ediniz iki şeye muhakkak.
Birincisi şudur ki, işlemeyin hiç "günâh".
Zîrâ günâhkârları, muvaffak etmez Allah.
İkincisi "Duâ"dır, bakın duâ almaya.
Gariplerin duâsı, mühimdir elbet daha.
Kim, bir kulun gönlünü ferahlatırsa eğer,
Yüz senelik teheccüd sevâbı elde eder.
Allah dostu olmayı istiyorsa bir insan,
Cömert olup, kullara eylesin dâim ihsân.)
Bir kişi anlatır ki: (Ben bir ateşperesttim.
Kızımı, oğlum ile evlendirecek idim.
Kesildi düğün günü, çok koyun ve inekler.
Yapıldı çeşit türlü, gâyet nefis yemekler.
Bitişik bir komşumuz, müslümân kadın vardı.
Yetîm çocuklarına, sıkıntıyla bakardı.
Bu kadın, düğün günü gelerek evimize,
Dedi ki: (Biraz ateş verir misiniz bize?)
Lâkin o, esâsında ateş için gelmemiş.
"Belki yemek veririz, diyerek ümitlenmiş.
Benimse, mü'minlere düşmânlığım vardı pek.
Gönderdim onu geri, hiçbir şey vermiyerek.
Bir kaç kere gelince kadın "ateş almaya",
Çalıştım o kadının hâlini anlamaya.
Dehlizdeki deliğe yaklaşıp kulak verdim.
Yetîmciğin sesini, kulağımla dinledim:
(Anneciğim ne olur, son bir defâ gidiver.
Belki bu gidişinde, biraz yemek verirler.)
Annesi diyordu ki: (Ey benim güzel yavrum!
Üç sefer gidip geldim, artık utanıyorum.)
Gördüğüm bu acıklı manzara üzerine,
Bir Sofra hazırlayıp, gönderdim evlerine.
Girdim yine dehlize, gözledim hâllerini.
Yetîmlerin küçüğü, kaldırdı ellerini:
(Yâ Rab, nasıl o bize ettiyse ikrâm, izzet,
Sen de o komşumuzu, islâm ile azîz et.)
Yemin ediyorum ki, bu duâsı bitmeden,
Hidâyet geldi bana, değişti kalbim hemen.
"Şehâdet"i getirip, girdim islâm dînine.
Kurtuldum yetîmlerin duâsı hürmetine.
KİBİRLİ HÜKÜMDÂR
"Veliyyullah Dehlevî", âlim ve velî bir zât.
Bir gün sevdiklerine, anlattı şunu bizzât:
Vaktiyle çok gururlu ve kibirli bir Sultân,
Ülkesini gezmeyi, arzu eder bir zaman.
Ata binip, yanına, alır avanesini.
Çıkar bir gezintiye, dolaşır ülkesini.
Giderken bir haşmetle, hem de gururlanarak,
Karşısına, bir kimse çıkar âni olarak.
Yamalı elbiseli, ihtiyar bir kimsedir.
Yanına yaklaşarak, evvelâ selâm verir.
Sultân, almaz selâmı kibir ve gurûrundan.
O der ki: (Senin ile bir işim var ey sultân!)
Sultân ona kızarak, der ki: (Ne istiyorsun?
Sen, hangi cesâretle bana söz söylüyorsun?)
Atının dizginini tutarak o ihtiyar,
Der ki: (Ey mağrur sultân, seninle bir işim var!)
Çâresiz kalan sultân, ondan kurtulmak için,
Der ki: (Söyle bakalım, benimle neymiş işin?)
Der ki: (Bu, âşikâre söylenecek şey değil.
Gizlidir, onun için bana doğru az eğil.)
Sultân, ister istemez eğilince o yana,
(Ben Azrâil'im!) diye, bildirir o sultâna.
O bunu öğrenince, soğur eli ayağı.
Üzülür, rengi kaçar, çözülür dizi bağı.
Kekeliyerek der ki hazreti Azrâil'e:
(İzin ver, görüşeyim gidip âilem ile.)
Lâkin O, bir an bile sultâna vermez izin.
Alır hemen rûhunu, bir an beklemeksizin.
Sonra o kıyâfetle, oradan ayrılarak,
Bu sefer bir Mü'mine, gelir âni olarak.
Ona yaptığı gibi, selâm verir ilk önce.
O, tebessüm ederek, cevap verir hemence.
Azrâil, ona dahî hitâb edip o zaman,
Der ki: (Biraz işim var seninle ey müslümân!)
O der: (Hay hay efendim, emrin baş üzerine.
Ne gibi hizmet varsa, getireyim yerine.)
O zaman Melek der ki: (Ey müslümân kardeşim!
Ben ölüm meleğiyim, seninle budur işim.)
O der ki: (Hoş geldiniz, safâlar getirdiniz.
Ben de sizi beklerdim, beni sevindirdiniz.
Lâkin ricâm şudur ki, çabuk olun az daha.
Rûhumu, bir an önce kavuşturun Allah'a.)
Melek der ki: (Ey mü'min, benden bir arzun var mı?
Rûhunu, ne şekilde istiyorsun almamı?)
O der ki: (Mâdem öyle, izin ver bana biraz.
Abdest alıp kılayım, iki rekât bir namâz.
Ben, ikinci rekâtin secdesini yaparken,
Sen de tam o sırada, rûhumu kabzet hemen.)
Kabûl eder Azrâil onun bu ricâsını.
Secdede, incitmeden alıverir canını.
DİNDE KOCANIN HAKKI
"Muhyiddîn İskilibî", âlim ve velî bir zât.
"Koca hakkı" bâbında, şöyle verdi îzâhât:
(Bir hanım var idi ki, zamân-ı seâdette,
Bey'ine, gâyet iyi bulunurdu hizmette.
Akşam eve gelince, alırdı paltosunu.
"Neşe" ve "Güleryüz"le karşılardı hep onu.
Beyi de neşeliyse, Rabbine şükrederdi.
ŞÃ¢yet üzüntülüyse, o zaman şöyle derdi:
(Üzüntünün sebebi "Âhiret"se, ne âlâ.
Senin bu üzüntünü çoğaltsın Hak teâlâ.
Yok, "Dünyâ için ise, gidersin cenâb-ı Hak.
Ve lâkin dünyâ için, üzülüp etme merak.
Dert, "Âhiret derdi"dir, üzülme başka şeye.
Hele bu "Dünyâ" için, hiç değmez üzülmeye.)
Bir hanımın, bey'ine davranışı bâbında,
Âlimler buyurdu ki, bir çok kitaplarında:
(Hanımın üzerinde, beyin çok hakkı vardır.
Bu bâbta, Resûlullah şöyle buyurmaktadır:
(Beyinin hukûkunu gözetmezse bir kadın,
Gözetmemiş sayılır hakkını da Allah'ın.)
Beyine "Asık yüzlü, somurtkan" dursa şÃ¢yet,
Allah'ın gazabına dûçâr olur nihâyet.
Bir kadın, çok hizmetler etse dahî beyine,
Yaptığı bu hizmeti, "Az görmeli" o yine.
Beyinin rızâsını alırsa hanım şÃ¢yet,
Cennete girmesi de, kolaydır onun gâyet.
Zîrâ bir hadîsinde buyurdu ki o Server:
(İnsana secde etmek câiz olsaydı eğer,
Emrederdim, "Beyine secde etsin hanımlar!"
Zîrâ kadın üstünde, beylerin çok hakkı var.)
Kadın, almak isterse Allah'ın rızâsını,
Almalıdır beyinin rızâ ve duâsını.
Fâtıma vâlidemiz, bir gün Resûlullah'a,
Ziyârete geldi ve başladı ağlamaya.
Peygamber Efendimiz, üzüntü duydu bundan.
Buyurdu ki: (Ey kızım, nedir seni ağlatan?)
Dedi ki: (Babacığım, efendim Alî'yle biz,
Bir husus üzerinde konuşurken ikimiz,
Kırıldı bu gün bana, bir kelimem yüzünden.
Lâkin özür diledim hemence kendisinden.)
Buyurdu ki: (Ey kızım, bir hanımın kocası,
Eğer ondan râzıysa, Allah da olur râzı.
Bilir misin, kadına, en üstün amel nedir?
Kocasının emrine itâat eylemektir.
Müjde o hanıma ki, râzıdır beyi ondan.
Ve üstündür bu hâli, "bin yıllık tâatı"ndan.
Bir kadın, gözetirse kocasının hakkını,
Ölmez o, görmedikçe Cennette makâmını.
Kadının, beyi ile oturması bir zaman,
İyidir o kadının, Kâbeyi tavâfından
HANIMA NASIL DAVRANMALI?
İslâm âlimlerinden, Hasen Fehmî Efendi,
Âile seâdeti bâbında şöyle derdi:
"Güzel huylu" olmalı bir erkek hanımına.
Şefkat ve muhabbetle davranmalı hep ona.
Ev içinde, dâimâ "Güler yüzlü" olmalı.
Ona karşı yumuşak ve nâzik davranmalı.
Önce selâm vermeli, girince eve erkek.
Hatırını sormalı, hem (Nasılsın?) diyerek.
Neş'esiz, üzüntülü görürse onu eğer,
Tesellî eylemeli söyleyip güzel şeyler.
Onu "Çok sevdiğini" bildirmeli kendine.
İştirak etmelidir sevincine, derdine.
Ağır ve zor işleri, meselâ çarşı pazar,
İşlerini, hanıma yaptırmamalı zinhâr.
Kolaylık göstermeli ona ev işlerinde.
Ve yardım etmelidir, çocuk terbiyesinde.
Yemede, giyinmede, imkânı varsa şÃ¢yet,
İyisini almaya etmeli sa'y-ü gayret.
Onu, hiç bir sûrette aslâ dövmemelidir.
Dövmek değil, "Sert" bile, hiç söylememelidir.
Resûlullah buyurdu: (Eşini dövse bir zât,
Bilsin ki, dâvâcısı mahşerde benim bizzât.)
Onun huysuzluğuna sabırlı olmalıdır.
Bir günden daha fazla dargın durmamalıdır.
Ahlâkında, huyunda değişiklik görünce,
Kabâhati, kendinde aramalı ilk önce.
Görmezlikten gelmeli, bâzı kusûrlarını.
Gizlemeli herkesten, ayıp ve sırlarını.
Ona, yanında iken ve yanında olmadan,
"Hayır duâ" etmeli, kaçmalı "Bedduâ"dan.
Çünkü o, gece gündüz beyi için çalışır.
Ve onun en vefâlı "Hayat arkadaşı"dır.
Onun, kat'î sûrette kırmamalı kalbini.
Zîrâ o, beyi için adamıştır kendini.
Bâzı erkek vardır ki, nâziktir ona buna.
Lâkin "Arslan kesilir evinde hanımına.
Önemsiz bir şeyleri bahâne eyliyerek,
İncitir hanımını, hakâretler ederek.
Şunu bilmelidir ki, "Kalp kırma"nın günâhı,
Sanki yıkmak gibidir, kazmayla Beytullah'ı.
Hattâ en büyük günah, "Küfür"den sonra gelen,
Mü'mini incitmektir, şu veyâ bu sebepten.
"ÃŽmân"dan sonra ise, en kıymetli ibâdet,
Bir mü'minin kalbini sevindirmektir elbet.
Yine bilmelidir ki, hanım "Esir" değildir.
Rabbin bir emâneti, bir "Cennet nîmeti"dir.
Bu yüzden, hanımını üzmemeli bir erkek.
Ve ona güvenmeli, çok muhabbet ederek.
Öyle olmalıdır ki hanımıyla gerçekten,
Bilsin ki: "Beyim beni, çok seviyor herkesten".
ANA BABAYA HİZMET
"Eşrefzâde Bursavî", hâl ehli bir büyük zât.
Ana-baba hakkında, şöyle etti nasîhat:
"Ana-baba" hakkında, lüzumlu bilgileri,
Şöyle beyân etmiştir, Allah'ın Peygamberi:
(Bir kul ki, anasının ayağını öperse,
"Cennetin eşiğini öpmüş olur o kimse.
Râzıysa anne baba, kızı yâhut oğlundan,
Allahü teâlâ da, râzı olur o kuldan.
Ve eğer anne baba, kızarsa evlâdına,
Allah da, gadab eder elbette o kuluna.
Onlara her yapılan iyilik, yardım, ihsân,
Üstündür çok nâfile namâz, oruç ve hac'dan.
Eğer anne babaya, hizmet etse bir evlât,
Yârın mahşer gününde, "Ateşe girmez o zât.
Ve eğer şefkat ile bakarsa yüzlerine,
"Hâc" ve "Ömre sevâbı yazılır o mü'mine.)
Biri sordu Resûle: (İhtiyar oldu annem.
Yaşlılıktan ötürü, aklı da azaldı hem.
Bütün hizmetlerini, bizzât ben yapıyorum.
Elimle yediriyor, sırtımda taşıyorum.
Ona yapmış olduğum bu hizmet sebebiyle,
Ödemiş olur muyum hakkını tamâmiyle?)
Buyurdu ki: (Olmazsın, şu ki bunun hikmeti,
O, senin yaşamanı isteyip hizmet etti.
Sen ise, vâlidene hizmet edersin, fakat,
Beklersin ki, acabâ ne zaman eder vefât?)
Bir kimsenin babası, "Felç olmuştu âniden.
Oğlu hizmet ederdi, o günden îtibâren.
Ve lâkin usanınca babasına bakmaktan,
Bir gece vakti onu, sırtına alaraktan,
Evden çıkıp, dedi ki hem de kendi kendine:
"Götürüp bırakayım, ıssız bir dağ dibine"
Geldi bu niyet ile, kervan geçmez bir dağa.
Başladı oralarda, "Uygun yer" aramaya.
Lâkin bildi babası, onun bu niyetini.
Dedi ki: (Ey evlâdım, fazla üzme kendini.
Beni şuraya bırak, hiç yorulma boş yere.
Zîrâ ben de babamı, bırakmıştım bu yere.)
Bu sözler karşısında, üzüldü buna gâyet.
Sordu ki: (Nasıl oldu, bana dahî îzâh et.)
Dedi: (Benim babam da, felç olmuştu bir gece.
Ben de böyle bakmıştım babama senelerce.
Ve lâkin senin gibi, ben de çok usanmıştım.
Bir gece, tam bu yere getirip bırakmıştım.
Zîrâ büyüklerimiz, demiş ki zamânında:
(Her kişi ne ekerse, onu biçer sonunda.)
Bu sözler, bir "Ok" gibi saplandı sînesine.
Onu tekrar sırtlayıp, götürdü hânesine.
Giderken hem ağlıyor, hem duâ ediyordu.
(Yâ Rabbî, yanlış yaptım, beni affet) diyordu.
ANNE DUÂSI
"Pîr Alî aksarâyî", bir sohbeti ânında,
Şöyle dedi "Anneye hizmet" etme bâbında:
(Mûsâ aleyhisselâm, bir gün kendi kendine,
Düşünüp, şu şekilde duâ etti Rabbine:
(Cennette, benim komşum her kimse yâ ilâhî!
Bildir de, onu bulup tanıyayım ben dahî.)
Buyurdu ki: (Yâ Mûsâ, falanca beldeye var.
Çarşının girişinde, bir "kasap dükkânı" var.
O dükkânın sâhibi, gâyet iyi bir zâttır.
Cennette senin komşun, o "kasap" olacaktır.)
Mûsâ aleyhisselâm, "Onu görmek" üzere,
Çıktı memleketinden, vâsıl oldu o yere.
Hânesine giderek, buyurdu: (Ey kişi, ben,
Misâfir geldim sana, eğer kabûl edersen.)
Kasap, Mûsâ Nebî'yi tanımıyordu, fakat,
(Hoş geldiniz!) diyerek, eyledi çok iltifât.
Baş köşeye oturtup, eyledi izzet, ikrâm.
Sonra izin isteyip, işine etti devâm.
Önce mutfağa girip, "Et pişirdi" ocakta.
Ve onu, lokma lokma ayırdı oracıkta.
Ve asılı bir Zembil" var idi ayriyeten.
Yavaş ve dikkatlice, indirdi onu hemen.
Mûsâ Nebî baktı ki, içinde bir Kadın" var.
Çok yaşlı, pîr-i fâni, tâkatsiz bir ihtiyar.
Kirlettiği bezleri, çıkartarak ilk önce,
Yeni, temiz bezlerle değiştirdi güzelce.
Yedirdi o etleri sonra o ihtiyâra.
O, sevinip birşeyler mırıldandı o ara.
Hizmetini bitirip, astı tekrar yerine.
Ve Mûsâ Peygamberin yanına geldi yine.
Mûsâ aleyhisselâm, sordu ki: (Bu zembilin,
Merak ettim sırrını, bana da söyler misin.)
Dedi: (Benim annemdir zembilde gördüğünüz.
Yaşlıdır, ona böyle bakarım gece gündüz.
Zîrâ başka evlâdı yoktur hizmet edecek.
Her türlü hizmetini, ben yaparım severek.)
Buyurdu ki: (Sen onun temizlik hizmetini,
Yapıp da, lokma lokma yedirince etini,
Annenin dudakları oynadı, bir şey dedi.
Sen ise "Âmîn" dedin, söylediği ne idi?)
Dedi ki: (Ben annemin hizmetini görünce,
Pek fazla memnun olup, duâ eder gönlünce.
"Onu, Mûsâ Nebî'ye komşu et yâ ilâhî!"
Diyerek duâ eder, "Âmîn" derim ben dahî.)
Mûsâ Nebî o zaman buyurdu: (Mûsâ benim.
Bu hâlinden ötürü, seni tebrîk ederim.
Annene böyle hizmet ettiğinden ihlâsla,
Beni, seni görmeye gönderdi Hak teâlâ.
Annenin duâsını kabûl etti Rabbimiz.
Cennette, senin ile Komşu olduk ikimiz.)
NAMÂZ NÛR'DUR
Sıbgatullah Arvâsi, büyük âlim ve velî.
Bir gün, "Namâz" hakkında buyurdu şu sözleri:
Namâz, dînin direği, mü'minin mîrâcıdır.
Namâz, hasta rûhların, tesirli ilâcıdır.
Namâz kılan, kurtarır yıkılmaktan dînini.
Kılmayan, kurtaramaz Cehennemden kendini.
Namâz, korur insanı çirkin, kötü her işten.
Namâz kılan, kurtulur Cehennem ateşinden.
Namâz, nûrdur, ışıktır insanların kalbine.
Namâz, Münker-Nekîr'in, cevaptır suâline.
Namâz kılan kimsenin, kalbi temiz, pâk olur.
Namâz kılan, her zaman, huzûr ve râhat bulur.
Namâzla geçer insan, şimşek gibi Sırât'ı.
Namâzla insan bulur, huzûr ile râhatı.
Namâzdır insanları, doğru yola getiren.
Namâzdır insanlara, günâhı terk ettiren.
Namâz, rûhlara gıdâ, namâz rûhlara şifâ.
Namâzdır üzüntülü kalplere nûr ve safâ.
Namâz, kalbi parlatır, Sırât'ı aydınlatır.
Namâz'ını kılmayan, çok pişmân olacaktır.
Namâzdır mü'minleri birbirine bağlıyan.
Namâzdır küskünleri barıştırıp dost yapan.
Namâz kılmıyanların, kabûl olmaz duâsı.
Çünkü o, terk etmiştir mühim olan bu farzı.
Namâz kılan, öyle çok yaklaşır ki Allah'a,
Başka ibâdetlerle, fazlası olmaz daha.
�Namâz� kılan, yapar hep faydalı, iyi amel.
Namâz, kötülüklere olur mâni ve engel.
Câmide, cemâatle kılarsa bunu herkes,
Sevgi ile bağlanıp, tutmazlar kin ve garez.
Büyükler, küçüklere eder şefkat, merhamet.
Onlar da, büyüklere gösterir saygı, hürmet.
Zenginler, fakirlerin vâkıf olur hâline.
Yardımda bulunurlar, derhâl kendilerine.
Câmide, hastaları görmeyince sağlamlar,
Merak edip, onları, evlerinde ararlar.
Şartlarına uyarak, kılarsa onu bir kul,
Hak teâlâ indinde, olur iyi ve makbûl.
Hepsi namâz kılmıştır, bilcümle Peygamberler.
Namâz kılan kimseyi, sever gökte melekler.
Beş vakit namâzını, tam kılarsa bir insan,
Melek-ül-mevt, rûhunu, alır kolay ve âsân.
"Nûr" olur Ona "Namâz", girdiğinde kabrine.
Kolay olur cevâbı, suâl meleklerine.
Kıyâmette, ilk önce sorulacak "Namâz"dan.
Hesâbını verenler, kurtulacak azâbtan.
Kim beş vakit "Namâz"ı, getirirse yerine,
Kavuşur âhirette, Cennet nîmetlerine.
Kimler de kılmayıp da, etmezlerse hiç esef,
Azâb göreceklerdir Cehennemde mâlesef.