08-04-2008, Saat: 12:18 PM
''...dün'de çoğalan kelimeler için, yarın'a sadeleştirirken...''
Sayfalara dökülmek istiyorum. Bu, ''...gece'nin bir anlamı olmasın...'' demek. Biliyorum. Aynı masaldı, dinledim. Dinleyerek yenildim. Bu, kendi içinde başkalaşamamış yenilginin, kaçıncı soy ağacı, bilmiyorum. Hayatı hangi kuytuda ''benim'' saysam, yalnızlık ödenek oluyor bedeli için, bir hüznü daha devralıyorum. Öğrendiğim bir şey daha var, parmaklarım birer sayının maskelenen yüzü olup, kırılıp, dökülürken : ''...Ben, bu kez, çok daha iyi yenilmenin, kelimesizleşen boşluklarında, iki keder arası yorgunluğa sığınak oluyorum. Çok daha iyi yenilmenin, mazisi kalın puntolu üç noktaları arasında, nerede durmalı... Tuhaf... Artık, şaşırmıyorum...'' Önce, sustum. ''....Şaşırmama eyleminin olağan evreleri...'' dedim. Sonra, suskunluğa hayat verme çabasına seslendim. İçinde neyin olduğunu, içimde böylesine vakur ve kanı soğukluğa bilenen nedir, bilmek istedim. Basit denklemler savuşturdum, telvelenen zamanlarda. Birkaç hecesi, bu kahrolası suskunluğa küsük, içe doğru kanatlanan bir avazda saklı. Birileri geldi, yalınayak, okumadan tüm bu kelimeleri, sesime dayadılar kulaklarını, sesim, yüreğime postalanan bir mektup sancısıydı. Okumadan tüm bu kelimeleri, birileri : ''...Bahsettiği olsa olsa; bir ölüm'ün girizgah seferleri...'' dedi. Bu, böyle bilinsin mi istedim? ''Birileri'', lütfen öyle deyin, demek eylemini varsayımcı olmayan bir edayla süslemeyi ihmal etmeyin. Şimdi... Bana bu suskuntudan kalan, tüm mücevheri zamanları kollarıma takıyorum.
''Zaman'' var ya sözcüğün toprağında, ''beklemek'' suyu ile beslenir sanmayın sakın, kolay'a tasını tarağını alıp kaçan böylesi sanrılarınızı, beklenti dergâhının duvarlarına fısıldayın. Annelerinizin sözünü hatırlayın: ''...Kötü bir rüyaysa gördüğün, anlatma. Koş, mutfaktan bir bardak su al. Suya anlat ne varsa, sonra, bardağı susuzlukla temizle, içindekiler, akıttığın su, kötü rüya, artık uzağında...'' Uyanınca anladım ne olduğunu... Küçük bir şıkırtı yetti, gözkapaklarım için âzâda. Hani olur ya, bütün şehir o ecnebi icatla kısa süreli ayrılıklar yaşar. Ya da kalabalıkların arasından, kısa süreli sessizlikler seçersin, yürür gidersin içinden, kendi uyuyabıraktığın gerçekliğine doğru. Bütün ışıklar sönünce, karanlıkla uzlaşan... Bütün sesler terk edince, kimsesizliğin geniş odalı salonlarını, izbe hollerini... Dudaklarında ışıyan bir tebessüm koşar, yetişilmesi muhtemel olmayan bir hızla. Dışında bulunduğun an anlarsın, tüm karabasan hikayelerinin, bir okyanus uydurması olduğunu. Susmak, suskuntu, sessizlik ve canından olma tüm türevleri gizli bir kutsayıştır artık, daha iyi yenilmekten başka bir tedavinin olmayışını hazmedebilmenin, taksim edilmiş öğünleri... Kime sorsan,''...ferahlık, tebdil-i mekan'dan gelir...'' Hangi yalnızlık sobelemedi ki beni bu oyunda? Büyümek bu nedenle olsa gerek;
''...Yavaş yavaş, hüznü, bir ermiş beyazlığında kirletmek...''
Sayfalara dökülmek istiyorum. Bu, ''...gece'nin bir anlamı olmasın...'' demek. Biliyorum. Aynı masaldı, dinledim. Dinleyerek yenildim. Bu, kendi içinde başkalaşamamış yenilginin, kaçıncı soy ağacı, bilmiyorum. Hayatı hangi kuytuda ''benim'' saysam, yalnızlık ödenek oluyor bedeli için, bir hüznü daha devralıyorum. Öğrendiğim bir şey daha var, parmaklarım birer sayının maskelenen yüzü olup, kırılıp, dökülürken : ''...Ben, bu kez, çok daha iyi yenilmenin, kelimesizleşen boşluklarında, iki keder arası yorgunluğa sığınak oluyorum. Çok daha iyi yenilmenin, mazisi kalın puntolu üç noktaları arasında, nerede durmalı... Tuhaf... Artık, şaşırmıyorum...'' Önce, sustum. ''....Şaşırmama eyleminin olağan evreleri...'' dedim. Sonra, suskunluğa hayat verme çabasına seslendim. İçinde neyin olduğunu, içimde böylesine vakur ve kanı soğukluğa bilenen nedir, bilmek istedim. Basit denklemler savuşturdum, telvelenen zamanlarda. Birkaç hecesi, bu kahrolası suskunluğa küsük, içe doğru kanatlanan bir avazda saklı. Birileri geldi, yalınayak, okumadan tüm bu kelimeleri, sesime dayadılar kulaklarını, sesim, yüreğime postalanan bir mektup sancısıydı. Okumadan tüm bu kelimeleri, birileri : ''...Bahsettiği olsa olsa; bir ölüm'ün girizgah seferleri...'' dedi. Bu, böyle bilinsin mi istedim? ''Birileri'', lütfen öyle deyin, demek eylemini varsayımcı olmayan bir edayla süslemeyi ihmal etmeyin. Şimdi... Bana bu suskuntudan kalan, tüm mücevheri zamanları kollarıma takıyorum.
''Zaman'' var ya sözcüğün toprağında, ''beklemek'' suyu ile beslenir sanmayın sakın, kolay'a tasını tarağını alıp kaçan böylesi sanrılarınızı, beklenti dergâhının duvarlarına fısıldayın. Annelerinizin sözünü hatırlayın: ''...Kötü bir rüyaysa gördüğün, anlatma. Koş, mutfaktan bir bardak su al. Suya anlat ne varsa, sonra, bardağı susuzlukla temizle, içindekiler, akıttığın su, kötü rüya, artık uzağında...'' Uyanınca anladım ne olduğunu... Küçük bir şıkırtı yetti, gözkapaklarım için âzâda. Hani olur ya, bütün şehir o ecnebi icatla kısa süreli ayrılıklar yaşar. Ya da kalabalıkların arasından, kısa süreli sessizlikler seçersin, yürür gidersin içinden, kendi uyuyabıraktığın gerçekliğine doğru. Bütün ışıklar sönünce, karanlıkla uzlaşan... Bütün sesler terk edince, kimsesizliğin geniş odalı salonlarını, izbe hollerini... Dudaklarında ışıyan bir tebessüm koşar, yetişilmesi muhtemel olmayan bir hızla. Dışında bulunduğun an anlarsın, tüm karabasan hikayelerinin, bir okyanus uydurması olduğunu. Susmak, suskuntu, sessizlik ve canından olma tüm türevleri gizli bir kutsayıştır artık, daha iyi yenilmekten başka bir tedavinin olmayışını hazmedebilmenin, taksim edilmiş öğünleri... Kime sorsan,''...ferahlık, tebdil-i mekan'dan gelir...'' Hangi yalnızlık sobelemedi ki beni bu oyunda? Büyümek bu nedenle olsa gerek;
''...Yavaş yavaş, hüznü, bir ermiş beyazlığında kirletmek...''