Sayfalar: 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12
Suyun Rengi
Küçük kız sevgiyi sormuş annesine "Nedir sevgi?"
"Sevgi suyun rengini görebilmektir" Demiş annesi.
Küçük kız şaşırmış "Su renksiz değil mi ki? Nasıl görebiliriz ne renk olduğunu?"
İşte sevginin sırrı da bu ya kimsenin görmediğini görebilmek;
Elle tutulmayan gözle görülmeyendir sevgi insanı insan yapandır tabi görebilene tutabilenedir.
Dünyanın en güçlü sihridir can veren can alandır.
Bulması uzun sürer kaybetmesi bir o kadar çabuk... Çözümü en kolay denklem olmasına rağmen
Çoğu kişinin çözmek için ömür harcadığıdır.
"Bak ne güzel bir türkü çalıyor ve biz de keyifle dinliyoruz değil mi?" Diye sormuş anne.
İşte sevgi olmasaydı bu türkü olmazdı şiirler hikayeler masallar olmazdı.
"Ondan mı masallar hep eskiden yazılmışlar? Sevgiler kaybolmuş o zaman!
Peki bulması zor ise neden kaybetmişler sevgileri?" Demiş küçük kız.
"Sevgi karşılıksız çıkarsız olmalı" Demiş anne; "Bunlar girdi mi sevginin içine tüm sihri kaybolur.
Hiçbir anlamı kalmaz, şimdilerde sevgiler sen beni seversen bende seni severim oldu.
Ve sevgi küstü insanlara ölümler çoğaldı mutsuz insanlar çoğaldı güneş küstü ay kırıldı."
"Güneşle ile ayın kalbi var mı? Nasıl küser? Nasıl kırılır diye sormuş?" Küçük kız
"Olmaz olur mu?" Demiş annesi; "onlar sevginin perisidir güneş aya ,gece gündüze;
Ay denize ,kış bahara yürek dolusu sevgi ve aşk besler bundandır peş peşe gelirler biri olmadan diğerinin kıymeti anlaşılmaz" Demiş
Küçük kızın aklı biraz daha karışmış bu sözler üzerine "Ama bunlar birbirine çok zıtlar nasıl seviyorlar birbirlerini?" Diye sormuş.
"Bak..." Demiş annesi "Zıtlıkları ,farklılıkları aşabilen bunları yok sayabilen kendinden çok arkasından gelecek olanın güzelliğine yer açanların sevgisi başka yüreklere de sevgi ekebilecek güce sahip olurlar. İşte sevginin en güçlü kaynağı da bizim fark edemediğimiz ama her an hayatımızda olan bu güçlerin muhteşem uyumu ve birbirlerine olan aşkıdır."
Küçük kız yerinden usulca kalkıp içeri gitmiş iki bardak su ile geri dönmüş
"Birinci bardaktaki suyun rengi senin gözlerinin rengi,
ikinci bardaktaki su ise babamın gözlerinin renginde" Demiş...
Anne ise tebesüm ile küçük kıza bakıp "Benim baktığım tüm sular ise senin gözlerinin renginde" Demiş …
.
Elif Berfin Uzun
[SIZE=2]Hayat ayrıntılarda gizli
Bir icat gibi
Yeni buluş gizli ayrıntılarda
İşte o ayrıntılar
İşin özü sözü ayrıntılar
İnce oya gibi işlenmiş
Delikanlının yeni terliyen bıyıkları kadar
Masum
Genç kızın rüyaları kadar saf
Hayat ayrıntılarda gizli
Yakalayabilirsen ki çok zordur
Yakalamak
Oldu ya yakaladın
Güneş bir başka doğar
Halbuki aynı dır
Gece başka batar
O da farklı değil
Zeytin ekmek mükellef sofradır
Hayat ayrıntılarda gizli
Ayrıntılar yürekte
Yürek sevgide atar
Sevgi şevkatte
Şevkat kanında canında
İliklerinde
Öyle işte hayat başında insan
Sonunda insan
Ve hayat ....
alıntı[/SIZE]
Bir anda uykudan kalktim
çok ilginç bir ışık gördüm ama odanın ışığı kapalıydı
bir baktım saat 3:30 gece facir vakti
peki gördüğüm bu kadar ışık nerden
-----
birden şaşırıp kaldım baktım ki elimin yarısı duvarın içinde
hemen elimi çıkardım korku içinde oturup elime bakıyordum
tekrar elimi duvara dogru uzattım yine elim duvarın içine giriyordu!!!!!!!!
--
bir gülümseme sesi duydum
Yüzümü kardeşime dogru çevirdim, yatıyordu
korku içinde yatağımdan kalkıp kardeşimi uyandırmaya gittim
ama cevap vermedi
annemin odasına doğru gittim
babamı uyandırmaya çalıştım
birilerinin bana cevap vermesini istiyorum ama kimse cevap vermiyordu
annemi uyandırmak üzereyken, baktım ki annem uykudan uyandı
uykudan uyandı ama benimle konşmuyordu
---
bismillahirrahmanirrahim diyordu ve tekrarlıyordu
babamı uyandırdı, kalk kalk bir bakalım çocoklara dedi annem
şimdi zamanımı bırak uyuyayim yarın ola hayr ola dedi babam
ama annemin israrı üzerine babam kalkıverdi şaşkınlık içerisinde beraber odamıza doğru geldiler
---
başladım bağırmağa, anne, baba ama hiç birisi cevap vermiyordu!!!
annemin elbisesini çekiyor beni dinlemesini istiyordum ama annem beni hissetmiyordu!!!
başladım annemin arkasından yürümeye ta bizim odaya kadar
odamıza girdi ve ışıkları açıverdi
ama benim için fark etmiyordu çünkü benim için her taraf ışıktı
tam o sırada çok ilginç bir şeyle karşılaştım
---
kendi vücüdumu gördim!!!
evet kendi vücüdumu
oturup kendi kendimi seyredıyordum, iki taneydim
kendi kendime soruyordum kimdir bu acaba? Nasılda bana benziyor!!!
başladım kendi kendimi uyandırmaya, bu kabustan kurtulayım diye
ama uyanamadım
---
babam dedi ki bak yatıyorlar işte hadi yerimize gidelim
ama annem sakin olamadı ve benim uyuduğum yatağa doğru gelerek
beni uyandırmaya başladı kalk muhammed kalk bana cevap ver
ama cevap veremiyordu!!!
bir kaç defa uğraştı ama yok. Birden baktım ki babamın gözlerinden yaşlar dökülüyor
o babam ki şimdiye kadar onun göz yaşlarını görememiştim
bağırışmalar başladı oracık yerden .. kardeşim uyandı ve sordu ne oldu?
annem ona bağırarak, abin muhammed olmüş çok acıklı bir şekilde ağlıyordu
---
bağırmalar fazlalaştı
anneme giderek, anne ağlama ben burdayım bak bana!!
ama kimse bana cevap vermiyordu, neden?
oturup bağırmaya başladım, burdayım bakın işte
ama kimse cevap vermiyordu
başladım bağırmaya ya rabbi, ya rabbi ne olur beni bu rüyadan ve olduğum durumdan kurtar
---
uzaktan bir ses duydum ve geldikçede yükseliyordu
bu ses allah’u taalenin bir ayeti idi
((andolsun sen bundan gaflette idin, derhal biz senin perdeni kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir))
birden iki kişi beni tuttular, ama insan değillerdi
çok korktum !!
başladim bağırmaya, bırakın beni, siz kimsiniz? Ne istiyorsunuz?
kabire kadar senin gardiyanlarınız dediler
----
ben ölmedim, daha yaşıyorum dedim
neden beni kabire götürüyorsunuz? bırakın beni!! Ben hissediyorum, konuşuyorum ve görüyorum, ben ölmedim
bana gülümseyerek cevap verdiler
dediler ki, ey insanlar sizzler çok ilginç yaratıksınız, sanıyorsunuz ki ölüm hayatın sonudur ama bilmiyorsunuz ki asıl olan sizin yaşadığınız hayat bir rüyadan ibaret olup öldüğünüz zaman uyanıyorsunuz.
beni kabire doğru çekiyorlardı hala
yoldayken baktım ki benim gibi insanlar ve yanlarında da aynı o iki yaratıktan var, kimi ağlayor kimi gülüyor ve kimi ise bağırıyordu
onlara sordum neden böyle yapıyorlar?
dediler ki, bu insanlar şaşkınlık içerisindeler, nereye gittiklerini biliyorlar, kimisi dalalettedir.. korku içinde sözlerini keserek sordum:
ateşe gidiyorlar mi yani?
evet dediler '
konuşmalarına devam ederek, o gülenler ise cennete gidiyorlar
hemen sordum onlara, peki ben nereye gidecem??
dediler ki, sen bazen iyi gidiyordun, bazende kötü
bazen tövbe edip ertesi gün günah işliyordun ve izlediğin yol tam olarak belli değildi
ve hep öyle yitik kalacaksın
sözlerini korku içerisinde keserek sordum:
yani ben ateşemi gidiyorum yoksa?
Onlarda, Allahın rahmeti geniştir ve yolculukta uzundur dediler
---
yüzümü çevirdim korku içerisinde baktım ailem, babam, amcam, kardeşlerim ve akrabalarım hepsi
Bir sandık içinde beni taşıyorlardı
Onlara koiarak gittim ve onlara dedim ki benim için dua edin lütfen
Ama kimse bana cevap vermiyordu
kimi ağlıyordu kimi ise hüzünlüydü
Kardeşime giderek, dikkatli ol dünyanın fitnesi seni kandırmasın
Beni duymasını çok isterdim
O iki melek beni kabirdeki cesedimin üzerine bağladılar
baktım ki babam toprak atıyor üzerime
Kardeşlerim topak atıyor
Ordaki insanlar hepsi üzerime toprak atıyordu
----
dedim ki, ahh keşke onların yerinde olsaydım Allaha tevbe etseydim
dün sabah namazımı kılsaydım
Keşke her gün rabbime dua etseydim
Keşke her gün tevbemi yenileseydim
Keşke kötülüklerden uzak dursaydım
Başladım bağırmaya, ey insanlar dikkatli olun dünya hayatı sizleri kandırmasın
en azından birisinin beni duymasını çok isterdim
Peki sen beni duyuyormusun ???
Kız çocuğu doğdu derler hep bir ağızdan konuşan insanların doluştukları odaya anlık bir sessizlik çöktüğünde... Bıçak yemiş gibi kesilir konuşmalar... Bütün sesleri yutan ağır bir sessizliğin çöktüğünü hissedersiniz üstünüze... Bunun başkalarını nasıl etkilediğini bilmem. Ama ben iliklerime kadar ürperirim her keresinde...
Aslında eskilerin ihtimaliyat dedikleri rastlantı yasalarının ürünüdür bu... Birbirlerinden bağımsız kendi aralarında konuşan insanların durup soluk almaya karar verdikleri anların denk düşmesidir.
Ama öyle mi? Her nedense insanların kulakları kiriştedir. Kız çocuğu doğdu galiba diye işi şakaya boğup konuşmaları tekrar başlatmaya çalışan kişinin sesinde bir titreme vardır. İzleyen gülüşmeler bile zorlamadır. İnsanların kulak kabartıp sessizliği dinlediklerini ne olduğunu kendilerinin de bilmedikleri bir şeyi duymaya çalıştıklarını sanırsınız. Ürpertilerin ensemle kuyruk sokumum arasında gezindiği o anlarda aklıma hep şu dizeler takılır:
Arkamdan her keresinde duyarım
ZAMAN'ın atlılarının yaklaştığını...
Grupta bulunan insanları ne kadar seversem seveyim birkaç saniye öncesine kadar hava ne kadar şen şakrak olursa olsun böyledir bu...
O gece White Hart'taki küçük meyhanemizde de öyle oldu. Herkesin işi mi vardı neydi? Normalden daha az kalabalıktı çevremiz... Ama her zamanki gibi günün yorgunluğunu üstlerinden atan insanların neşesiyle ortalık yine de cıvıl cıvıldı. Birdenbire beklenmedik biçimde geliverdi Sessizlik... Herkes gerginleşiverdi. Mezarlıktan geçerken ıslık çalan adam gibi. Oharlie Willis ıslıkla en son şarkılardan birini tutturdu. O parçanın ne olduğunu şimdi hatırlamıyorum ama öykücü dostumuz Harry Purvis'in hemen sonra anlatmaya başladığı olayı da aklımdan bir türlü çıkaramıyorum. Harry'nin en sinir bozucu öykülerinden biridir bu... Abartmıyorum. Doğruyu söylüyorum. Harry'nin neredeyse bütün öykülerini dinlediğim için inanın bu söylediğime...
Charlie... Tanrı aşkına kes şu ıslığı dedi Harry Purvis... Son iki haftadır ne zaman radyoyu açsam onu duyuyorum. Aklımı oynatacağım.
Burun kıvırdı John Christopher... Harry'e dönerek. Sen de Üçüncü Program'ı aç. bu tür müziği duymak istemiyorsan... Hep klasik müzik çalıyorlar orada...
Görgüsüz herif diye güldü Harry... Senin gibi cahil birinin madrigallerden zevk almasını beklemek zaten hata olur. Ama. bırakın bu tartışmayı... Önemli olan. dostumuz Charlie'nin ıslıkla neden o parçayı çaldığı... Bilmem dikkat ettiniz mi? Bu gibi listebaşı parçalar sanki birer mıknatıs..
Ne demek istediğini tam anlayamadım dedi John.
Ne demek istediğim açık diye devam etti Harry... Bu melodiler durup dururken çıkıveriyorlar ortaya... Çıktıktan sonra da. tıpkı Charlie gibi. haftalar boyunca insanlar onu dillerinden dudaklarından düşürmüyorlar. Farkında bile olmadan mırıldanıyorlar sözlerinimelodisini... Uykunuzda bile bırakmıyor yakanızı... Sonra birdenbire ortaya çıktıkları gibi sırra kadem basıyorlar. Böyle bir şarkının olduğunu bile unutuveriyorsunuz.
Şimdi anladım dedi Arthur Vincent.. Binlerce müzik parçası yazılıyor ama bunlardan ancak bir avucu tutuyor. Radyoyu açtığınızda çoğunu duymadan dinliyorsunuz. Sonra da hatırlamıyorsunuz Ama arada öyle parçalar çıkıyor ki kafanıza beyninize.belleğinize sülük gibi yapışıyor. Ne yapsanız etseniz kurtulamıyorsunuz onlardan...
Tastamam üstüne bastın dostum dedi Harry... Sibelius 2'nin finalini ilk kez duyduğumda benim de başıma gelmişti bu durum... Uyumak için başımı yastığa koyduktan sonra bile dinlemiştim o müziği.... Sonra haftalar sonra uyandığımda bir de ne duyayım? Orkestra susmuş...
Durakladı Harry... Derin bir nefes alıp çevresine bakındı. Başların bakışların üstünde toplanmasını bekledi. Her öykü anlatmaya hazırlanışında yapardı bunu...
Hepimizin başından geçmiştir diye devam etti Alın. 'Üçüncü Adam' şarkısını... Etkilenmeyeniniz mi oldu? Haftalarca mırıldandınız sözlerini melodisini... Bazı melodiler insanı böyle etkiliyor. Neden etkilediğini de bilmiyorsunuz. Kimisi gerçekten büyük müzik yapıtları kimisi de adinin bayağısı... Ama. aralarındaki bunca farka rağmen insanları mıknatıs gibi kendilerine çektiklerine göre bir ortak yanları olsa gerek...
Devam et dedi Charlie... Gereksizdi bu dürtme... Bir kere başladıktan sonra yer yerinden oynasa susmazdı Harry...
Bu ortak yanın ne olduğunu bilmiyorum dedi Harry. Öğrenmek de istemiyorum. Öğrenen birinin başına gelenleri gördükten sonra bilgim eksik olsun.
Harry'nin elinde köpükleri kubbe yapmış bir bardak bira beliriverdi. Öykü anlatırken boğazı sık sık kuruduğu için anlatımın en heyecanlı yerinde sözünü keser bara gidip birasını tazelerdi. Dinleyenleri çileden çıkartırdı bu kesintiler... Herkes iğne üstünde olduğu için ihtiyatlı davranmayı akıl etmişti Arthur... Birayı baştan getirmişti.
Nedenini bilmiyorum ama bilim adamlarının büyük çoğunluğu müzikle yakından ilgilidirler diye devam etti Harry... Dahası müzik dinlemekle yetinmezler. Bir enstrüman çalarlar beste yapar güfte yazarlar. Boş zamanlarda orkestrada çalışanları bile vardır. Matematikçilerin ilgisini anlıyorum. Müzik özellikle klasik müzik matematiksel bir yapıya bir biçime sahiptir. Fizikçilerin neden ilgilendiklerini de tahmin edebiliyorum. Müzik sonunda uyum dalgaboyu analizi frekans dağılımı gibi kavramlar içeriyor. Sizin anlayacağınız bilimsel beyinleri büyüleyen çeken özellikleri var müziğin... Üstelik müziğin 'müzik' olarak beğenilmesini salt estetik değeri açısından takdir edilmesini de engellemiyor öbür yönleri...
Etrafına bakındı devam etti Harry... Gilbert Lister adında bir dostum vardı. Fizyologdu. Uzmanlık alanı da insan beyniydi. Sorsanız Koral Senfoni ile 'O Solo Mio'nun farkını bilmezdi. Hepsi müzikti onun için... Ama müzikle müzik olarak çok ilgiliydi. Onu ilgilendiren notalar sesler değil kulakları aşıp da beyne ulaştıklarında o seslerin ne yaptıklarıydı işitilen seslerin beyin üstünde ne gibi etkiler oluşturduğunu anlamayı öğrenmeyi aklına koymuştu bir kere...
Harry'nin öykü anlatırken rahatsız edici bir özelliği de herkesin bildiklerini parantezler arasında tekrarlaması dinleyenlere kibarca cahil demesidir. Beklenen iğnesini arada batırıverdi anlatımını sürdürürken...
Sizin kadar okumuş sizin kadar bilgili bir topluluk önünde elbette söylemeye gerek yok ama ben yine de söyleyeyim. Beyindeki faaliyetlerin çok büyük bölümü elektrik faaliyetidir. Bir metronom düzeniyle sürekli çalışan ritimleri vardır. Gelişkin aygıtlarla beyindeki bu faaliyeti saptayabilir tahlil edebilirsiniz. Dostum Gilbert'in uzmanlığı da bu alandaydı. İnsanın kafasına elektrodları yerleştirir sonra da beynin neşrettiği dalgaları saptardı. Beyin dalgalarının kaydedildiği şeride şöyle bir bakarak da size. hakkınızda sizin bile bilmediğiniz şeyleri anlatırdı. İddiasına göre. bir insanın enkefalogramı parmak izlerinden bile daha kişiye özeldi. Çok düşük bir ihtimalle de olsa iki kişide aynı parmak izi çıkabilir ama bir beyin haritası ömür-billah iki kişide görülmezdi. 'Gün gelecek insanlar beyin transplantasyonu yapacaklar' derdi 'Ama bu da kuralı değiştirmez. İnsanın beyni değiştikten sonra zaten o insan bambaşka biri olup çıkar'. İşte dostum Gilbert. beynin alfa beta ve öteki ritimleriyle uğraşırken müziğe ilgi duymaya başladı.
Bakındı çevresine Harry... Herkesin can kulağıyla dinlediğine karar verince devam etti. Aslına bakarsanız yürüttüğü mantık hem basit hem gerçekçiydi. Müziksel ve zihinsel ritimler arasında bir ilişki. bir bağlantı bulunması gerektiğini düşünüyordu. Muayene odasına çok hassas çok ayrıntılı çok gelişkin bir müzik seti yerleştirmişti. Hastalarına peş peşe değişik tempolarda müzik çalar bunların beyin dalgalarını nasıl etkilediğini kağıt üstünde saptamaya çalışırdı. Tahmin edebileceğiniz gibi değişik tempolarda çalınan müziğin normal beyin frekansları üstünde belirgin etkileri vardır. Dostum Gilbert bunu saptadıktan sonra daha derin felsefî' konulara yönelmeye başladı insan beyniyle ilgili olarak... Bu konudaki teorilerini yalnızca bir kere konuşmak tartışmak fırsatını buldum kendisiyle... Aslına bakarsanız ketum biri değildi. Gizlisi-saklısı yoktu. Tanıdığım bütün bilim adamları gibi Gilbert da dinleyecek kulak buldu mu bıktırıncaya kadar boşalırdı içine... Ama dostumun özelliği yapmakta olduğu bir işin nereye gittiğini ne sonuç vereceğini kesinkes öğrenmeden o konuda konuşmaktan kaçınmasıydı. Dostluğumuzun o günlerinde esrarengiz bir hava içinde çok önemli bir iz üstünde olduğunu beyin fizyolojisinde çığır açacak bir buluşun eşiğinde olduğunu söylemekle yetiniyordu.
Farkında bile olmadan ağzımız açık iskemlelerimizde öne doğru kaykılmıştık. Can kulağıyla dinliyorduk Harry'nin giderek ilginçleşen öyküsünü...
O zamanlar çalıştığım şirket satardı Gilbert'a laboratuvar malzemelerinin çoğunu... Ne gibi bir iz üstünde olduğunu öğrenir öğrenmez anlamıştım buluşlarının bol. para karşılığında pazarlanabileceğini... Başkalarından önce köşebaşlarını kapabilmek için yanından ayrılmaz olmuştum Gilbert'ın... Popüler listebaşı parçaların neden böyle olduklarına dair bir kuram geliştirmeye çalışıyordu. Her bilim adamı gibi onun da parada gözü yoktu. Bu kuramı geliştirdikten sonra yazarından dizerinden birkaç da meslektaşından başkasının okumayacağı bir bilimsel derginin sayfalarına gömmekle yetinirdi bu görüşlerini... Bense hemen anlamıştım bu olduğunda büyük paraların çantada keklik olacağını...
Gilbert'a göre müziğin ölümsüz başyapıtlarının ya da banal olmakla birlikte listebaşlarına tırmanan melodilerin ortak özelliği insan beynindeki elektrik ritimleriyle uyum içine girmesi onlarla senkronize olmasıdır. Müziğin ritmiyle zihinsel ritim arasındaki bu çakışma bu uyum o müzik parçasının beyinde kalıcı bir izlenim yaratmasına neden oluyordu. Varsayımın; herkesin anlayacağı biçimde somutlaştırmak için sık sık şu benzetmeye başvururdu: Müzikle beyin arasındaki ilişki anahtarla Yale kilidi arasındaki ilişki gibidir. Müziği anahtara beyni kilide benzetebilirsiniz. Anahtarın kilide girebilmesi için her şeyden önce dizaynlarının birbirlerine uyması gerekir.'
Dostum Gilbert soruna iki açıdan yaklaştı ilk aşamada klasik ve popüler müziğin gerçekten tutulan ünlü parçalarından birkaç yüz tanesini gözlem altına alıp yapılarını dizaynlarını incelemeye başladı. Kendi deyimiyle onların morfolojileri üstünde durarak ortak paydalarının bulunup bulunmadığını araştırmaya koyuldu. Çalışmalarının en kolay aşamalarından biriydi bu... Melodileri bir 'Armonika Tahlil Aracı'na veriyor bu araç da otomatik olarak bütün değişik frekansları ayrıma tabi tutuyordu. Kısa sürede bitirmişti işin bu yönünü...
Dinleyenleri rahatsız edici biçimde ''sus aralarından birini daha verdi Harry... Birasından bir yudum alıp elinin tersiyle dudaklarını sildi.
İkinci aşamada beyindeki doğal elektrik titreşimlerle müziğin dalga dizaynları arasındaki ilişkileri saptamaya koyuldu. İşte dostum Gilbert bu noktada derin felsefe konularına girmeye başladı. Açıkça belirtmese bile iddiası liste başına tırmanan yapıtların sayısı çok olsa bile bunların aslında tek bir melodiye indirgenebileceğiydi. Beyindeki elektrik titreşimlerin dizaynıyla tam uyum içinde olan bu temel melodinin özde yanı kalan varyasyonlarıydı liste başını tutanlar... 'Müzisyenler yüzyıllardır böyle bir temel melodiyi arıyorlar' derdi 'Arıyorlar ama bulamıyorlar. Bir parçanın liste başı olması bestecinin hünerinden değil sırf rastlantıdan kaynaklanıyor. Arasalar da bulamazlar kendilerini hep liste başında tutacak o temel melodiyi... Müzikle zihin arasındaki ilişkiyi kurabilecek ve bundan gerekli sonuçları çıkarabilecek bilgiden yoksun oldukları için başaramayacaklar o En Güzel Melodi'yi bulmayı...
Harry'nin öykü anlatması sırasında çok ender rastlanan bir olay oldu o anda... Hımff diye küçümseyici bir ses çıktı John Christopher'ın burnundan... Bütün bakışlar o tarafa döndü. Platon'un bildiğimiz 'İdealler Teorisi' bu dedi John Senin şu Gilbert dostun yeni hiç bir şey söylemiyor. Maddi dünyadaki bütün nesnelerin dünya-ötesindeki asıllarının 'ideal' prototiplerinin kötü ve kusurlu bir karbon kopyası olduğunu iddia ediyor. Ha tek masa tek iskemle... Ha tek melodi... Hiç fark yok bunlar arasında... Ama sen yine de anlat... Sevgili dostun Gilbert bulabildi mi o 'En Güzel ve Tek Melodi'yi?
Harry'nin bir özelliği varsa o da sözünün kesilmesine istifini bozmadan karşılık verebilmesidir. Hiç değilse bozulduğunu iyi gizler. Devam etti Harry... Tüm malzemenin toplanıp tahlil edilmesi bir yıl kadar sürdü. Gilbert ondan sonra verilerin gözlemlerinin sentezini yapmaya koyuldu. Gözlemlerine dayanarak geliştirdiği kurallar ışığında programlanmış ses dizaynları üretecek bir makine yaptı. Osilatörleri karıştırıcıları dizicileri vardı bu makinenin... Üretilen sesler daha sonra makinenin besteleyici bölümüne geliyordu. Bir bilim adamının bilinen romantizmiyle bu beste makinesine 'Ludwig' adını koymuştu Gilbert...
Ludwig'in nasıl çalıştığını daha iyi anlamanız için onu ışıkla değil de sesle çalışan bir kaleydoskopa benzetebilirsiniz. Ama rasgele dizaynlar üreten kaleidoskoplardan farklı olarak Ludwig insan zihninin temel yapısına dayalı kurallar yansıtan belli ses kalıpları ortaya çıkarıyordu. Temel varsayım doğruysa makinenin ürettiği çeşitli ses dizaynları incelendiğinde er ya da geç 'En Güzel Melodi' Tek Melodi' bulunacaktı. Ludwig'i ilk çalıştığında dinleyen iki kişiden biri olduğum için inanın bana tek kelimeyle mucizeviydi duyduklarım...
Sıradan bir görünüşü vardı Ludwig'in... Herhangi bir laboratuarda karşılaştığınız elektronik mezbelelerden farkı yoktu. Bilmeyenler amatör telsizcinin radyosu yeni bir bilgisayar trafik kontrol sistemi vs. sanabilirlerdi onu... Böylesine sıradan görünüşlü bir makinenin çalıştığında bugünün ve yarının tüm müzisyenlerini tüm bestecilerini işsiz-güçsüz ve beş-parasız sokağa atacağını ömür-billah düşünemezdiniz. Belki biraz abartıyorum. Ludwig'in Tek Melodisi'nin orkestrasyonu sırasında belki yardımları olur boğaz tokluğuna çalışabilirlerdi.
Özenli hazırlıklardan sonra Ludwig'i çalıştırdı dostum... İlk seslerin hoparlörden çıkıp da kulağıma geldiğini dünmüş gibi anımsıyorum. Hata yapmamaya özen gösteren ama pek de yetenekli olmayan bir öğren-:inin birkaç piyano dersinden sonra yaptığı temrinleri andırıyordu bu ses... İşlenen temalar basit banaldi. Önce birini çalıyor varyasyonlarını deniyor bütün olasılıklar tükendikten sonra da yeni bir temaya geçiyordu. Kulağa hoş gelen hatta 'çarpıcı' diyebileceğiniz bir melodi de çıkmıyor değildi arada sırada... Ama açık söylemek gerekirse çok etkilenmemiştim duyduklarımdan...
Hayal kırıklığına uğradığımı yüzümden anlamıştı Gilbert... Makinenin henüz deneme aşamasında olduğunu ana devrelerin daha henüz tamamlanmadığını söyledi bana... Ludwig rasgele çalışıyor önüne ne gelirse deniyordu. Âna devreler tamamlandıktan sonra daha alıcı gözle davranacak ayrım yapacak yalnızca iyiler üstünde odaklaşacaktı. İşte o noktaya gelindiğinde ortaya çıkacaktı Ludwig'in gerçek ve sınırsız yetenekleri...
Sesini tırmandırışından Harry'nin öyküsünün en dramatik yerine kreşendosuna yaklaştığını hissettik. Kulak kesilmiştik. Çıt çıkmıyordu.
O ilk denemenin yapıldığı günden sonra dostum Gilbert Lister'i bir daha görmedim 'dedi Harry Bir hafta sonra buluşmaya sözleşmiştik. Aradaki zamanda gerekli düzeltmeleri yapacak ama devreleri de harekete geçirecekti. Dağın fare doğurmadığına o zaman inandıracaktı beni... Özkulaklarımla duyacaktım Ludwig mucizesini...
Bir işim çıktı bir saatlik gecikmeyle vardım Gilbert'ın laboratuvarı-na.. İyi ki de geç kalmışım...
Laboratuvara vardığımda Gilbert'ı az önce götürmüşlerdi. Yıllardır yanında çalışan yaşlı laborantı başını ellerinin arasına almış Ludwig'in karman-çorman olmuş kablolarının arasında oturuyordu. Nelerin olup bittiğini bin bir güçlükle öğrenebildim yaşlı adamdan... Ne olduğunu öğrendikten sonra neden olduğunu anlamak daha da uzun zaman aldı. Olayları kafamda yerli yerine ancak birkaç hafta sonra oturtabildim.
Tartışma götürmeyen en büyük gerçek Ludwig'in amaçlanan biçimde çalışmış olduğuydu. Yaşlı laborant yemeğe çıkmış Gilbert'sa son düzeltmeleri yapıp makineyi onur konuğu olacağım müzik şölenine hazır duruma getirmek için geride kalmıştı. Adam yemekten döndüğünde laboratuar uzun ve son derece karmaşık bir melodiyle çın-çın ötüyordu. Ya makine bir yerde kırık plak gibi takılmış ya da Gilbert Tekrar düğmesine basmıştı. Her neyse makine biter bitmez başa alıp aynı melodiyi tekrarlıyordu. Neredeyse yüzlerce kere tekrarlanmıştı müzik...
Yaşlı yardımcısı yanına vardığında trans halinde bulmuştu Gilbert'ı... Kollan bacakları kaskatı kesilmişti. Gözleri açıktı ama bakışları bomboştu. Görmeyen gözlerle bakıyordu Ludwig'e... Adamcağız elini uzatıp 'Stop' düğmesine basmıştı. Basmasına basmış Ludwig de susmasına susmuştu ama bunun Gilbert'a artık yararı yardımı yoktu. Dönüşü olmayan noktayı çoktan geçmişti.
Yaşlı laborantın yemeğe gitmesiyle dönmesi arasındaki kısa sürede neler olmuştu orada? Aslında olan belliydi. Bunun böyle olacağını tahmin etmeliydik önceden... Ama insanların akılları başlarına her ne hikmetse hep olaydan sonra gelir. Bir bestecinin bütünüyle rastlantı sonucu ortaya çıkardığı liste başını hatırınıza getirin. Bir kez dinleyenlerin aklından çıkmaz bir an için çıksa bile en olmadık yerlerde insanın dilinin ucuna geliverir. O müziği o melodiyi uykusu sırasında duyar insan... Tütün kokusunun elbiseye sinmesi gibi çıkmamacasına benliğine yerleşir siner insanın... Ayda yılda bir kulağa gelen bir melodidir bu... Ama bir de o Tek Melodi'yi düşünün. O En Güzel Melodi'nin insan zihni üstündeki muhtemel etkilerini kafanızda canlandırın. Onun ilkel ve katışıklı eksik ve hatta bozuk bir varyasyonu günlerce insan zihnini meşgul edebiliyorsa aslı ne yapmaz? İnsan zihnindeki bellek devrelerine yapışıp kalır. Tekrar tekrar çalınır. Öteki bütün düşüncelere baskın gelir hatta onları beyinden kovar oranın Tek Egemen'i olup çıkar. Tüm düşünceler tüm hayat kıpırtıları artık kölesidir Tek Melodi'nin... Köle sahibi gibi atar satar öldürür onları... Tüm beyni ele geçirip 'bilinç' dediğimiz olayın fiziksel dışavurumu olan titreşimleri kendi dalga boyuna alır. Bu da sonu olur insanın... Yalnızca o Tek Melodi'i dinleyen başka hiç bir şeyi algılamayan bir bitkiye bir asalağa dönüşür. Dostum Gilbert Lister'ın da başına bu geldi işte...
Bilincinin geri gelmesi için her şeyi denedi hekimler... Elektroşok yöntemleri bile para etmedi. Yalnızca bir kez duyduğu sonra da duymadan dinlediği o Tek Melodi'yi ne yaptılarsa kazıyıp atamadılar talihsiz dostumun belleğinden... Beyninin içindeki milyonlarca hücrenin özkulaklarıyla özduyularıyla sonsuza dek o Tek ve En Güzel Melodi'yi dinlemeye mahkûm edildi. Dış dünyayı algılamıyor artık... İğne batırıyorsunuz hissetmiyor. Vücudunun ölmemesi için damardan besliyorlar onu... Hiç kıpırdamıyor. Ama görenlerden işittim parmaklarında garip bir tik var. Açıklayamıyorlar bu gayrı iradî dedikleri kıpırtıyı... Bana sorarsanız o Tek Melodi'ye tempo tutuyor parmaklarıyla...
Kurtarılması olanaksızmış... Aslında karar veremiyorum. Kimine göre başına gelenler korkunç... Bana sorarsanız o kadar da korkunç olmayabilir. En Güzel Melodi'yi dinliyor. Ömrünün sonuna kadar dinleyecek... Müzik tutkunlarına sorarsanız Gilbert cennette... Bana kalırsa isi bu kadar da abartmamak gerekir. Platon'dan bu yana bütün düşünürlerin arayıp da bulamadıkları En Büyük Gerçek'i buldu belki de... Ama bir insan ''en büyük'' de olsa aynı gerçeği bıkıp usanmadan kaç kere dinleyebilir? 'Tek' de olsa 'En Güzel' de olsa can mı dayanır kulak mı dayanır tekrar-tekrar aynı parçanın çalınmasına...
İnanır mısınız bir kez olsun duymak isterdim o Tek Ve En Güzel Melodi'yi. Kim bilir nasıl bir şeydi... Gilbert'in başına gelenlere uğramadan üstesinden gelinebilirdi belki de... Sirenlerin şarkısını duyan her kes ölüme giderken Ulysses ecelin elinden yakasını kayalıklardan gemisini kurtarmanın yolunu bulmadı mı
Tahmin etmeliydim dedi Charles Willis hırçın bir ses tonuyla... Gilbert devre dışı kalınca makinede bozuluverdi. Öykü dîye bize dinlettiğin bütün palavralarında hep makine bozuluyor sonunda... Anlattıklarının yalan olup olmadığını sınayamıyoruz o zaman... Allah için bir kere de sınanabilir bir şeyler anlat... Hiç kızmadı Harry Willis'in bu sert çıkışına... Alışkındı bunlara... Alıştığımız acıma-dolu bakışını fırlattı dostumuza...
Unuttun galiba dedi. Yaşlı laborant döndüğünde makine çalışıyor Tek Ve En Güzel Melodi çalıyordu. Ondan sonra olanlar yüzünden kendimi hiç bir zaman affedemiyorum. Gilbert'in deneylerine öylesine kendimi kaptırmış dizi dizi liste başı parçanın getireceği paracıkların hayaline öylesine kendimi kaptırmıştım kî şirket işlerini son birkaç haftadır epeyi ihmal etmiştim. Sonra da Gilbert'in başına gelenlerin etkisiyle iki hafta rapor alıp kafa dinlemeye gitmiştim. Döndüğümde ne göreyim? Bizim şirket Gilbert'ın laboratuarındaki bütün araç-gereçlere haciz koydurup satışa çıkarmamış mı? İşe yarayan her şey haraç-mezat gitmiş. Gilbert kendini deneylerine öylesine kaptırmış ki bizden aldıklarının taksitlerini Ödemeyi unutmuş...
Ludwig'i gördüğümde işe yarayan bütün parçaları çıkartılmış satılmıştı. Karnında bıçak yarası alan
adamın bağırsaklarının önüne dökülmesi gibi kablo sistemi yerlerde yatıyordu. Üç kuruş geri alacağız diye onanmaz biçimde öldürmüşlerdi makineyi... Laboratuara tekrar girdiğimde bu manzarayla karşılaştım Oturup başına hüngür hüngür ağladım.
Her şeye verilecek bir yanıt buluyorsun diye söze girdi Eric Maine... Ama bana kalırsa bir yerde daha çuvalladın ahbap... Gilbert'ın yaşlı laborantına ne oldu? O 'Tek Melodi' dediğin şeyi çalıyordu Ludwig adam yemekten döndüğünde... Gilbert gibi o da işitmiştir çalınanı... O neden aklını oynatmadı?
Bardağındaki son yudum biraya baktı Harry Purvis... Eski bir dostundan ayrılıyormuş gibi üzüntülü üzüntülü başını salladı sonra da bardağı ağzına götürüp son yudumu boğazından aşağıya boşalttı.
Elinin tersiyle o gece son kez dudaklarını sildi.
Derin bir nefes aldı. Tek tek herkeste durarak bakışlarını odada toplanmışlarda gezdirdi.
Hem insanlara acır hem de cahil olanları suçlar gibiydi sesi... Ne o? Beni sorguya mı çekiyorsunuz? dedi Önemli görmediğim için değinmediğim bazı şeyleri alıp büyütüveriyorsunuz hemencecik... O Tek Me-lodi'nin ne olduğunu nasıl bir şey olduğunu neden bilemediğimi öğrenemediğimi hiç düşünmediniz mi? Bakın anlatayım. Gilbert'ın yardımcısı birinci sınıf bir laborant çok yetenekli bir teknisyendi. Ama Gilbert'a Ludwig üstünde çalışırken çok az yardımcı olabilmişti. Yalnızca bazı kablo bağlarını kurmuştu. Müzik kulağı yoktur bazı insanların... Müzik çalınırken dinlerler ama duymazlar. Sanki sağırdırlar melodilere... Gilbert'ın yardımcısı da bunlardan biriydi. Ha Tek Ve En Güzel Melodi ha dama çıkmış bir ordu kedinin miyavlaması... Öldürsen ayırt edemezdi bunları...
Kimse başka soru sormadı Harry Purvis'e... Galiba hepimiz susmayı düşüncelerimizle baş başa kalmayı tercih etmiştik.
O başta sözünü ettiğim garip açıklanmaz sessizlik çökmüştü White Harfin üstüne... Bıçakla kesilecek kadar koyu bir sessizlikti bu...
Saat tutmadım ama sanırım on dakika kadar sürdü ortak suskunluğumuz...
Derken Charlie ıslıkla tutturdu Rayel'in Bolerosunu...
Önce bir-iki kıpırtı geldi bunun üstüne... Sonra da White Hart'ta hayat yeniden başladı.
Günün son dersinin sonuna gelinmişti. Öğrenciler çıkmak için
sabırsızlanıyordu. Defter ve kitaplarını çantalarına koydular. Zil
çalar çalmaz, dışarı çıkmak için hazırdılar. Yalnız, Ali
hazırlanmamıştı. Gecikmek için de elinden geleni yapıyordu. Nihayet
zil çaldı. Öğrenciler bir anda kapıya yöneldi. Ali, yerinden kalkmadı.
Ağır ağır eşyasını topladı. Bir yandan göz ucuyla öğretmenine bakıyor,
bir yandan da arkadaşlarının gitmesini bekliyordu.
Öğretmeni, onun bu halini fark etti:
- Hayrola Ali, dedi. Eve gitmeyecek misin?
Ali, son arkadaşının da çıktığını görünce cevap verdi:
- Sizinle konuşmak istiyordum öğretmenim.
- Peki, dedi öğretmeni. Ne söyleyeceksin bakalım?
- Ahmet arkadaşımız var ya...
- Evet, ne olmuş Ahmet'e?
- Durumları pek iyi değil galiba. Annesi, beslenme çantasına pekiyi
şeyler koymuyor.
- Eee?
- Ona yardim etmek istiyorum. Ama benim yardim ettiğimi bilirse
üzülür. Günde bir simit parası biriktirip her hafta size versem, siz
de ona verseniz?
Cebinden bir avuç bozuk para çıkarıp öğretmenin masasının üzerine
koydu. Nurhan Öğretmen, paraya dokunmadı. Sandalyesine oturup düşündü.
Ali hakkındaki bilgilerini yokladı. Bildiği kadarıyla ailesinin durumu
pekiyi değildi. Bu çalışkan ve sevimli öğrencisi, ne kadar da iyi
niyetli ve düşünceliydi. Zengin bir ailenin çocuğu değildi. Buna
rağmen yardim etmek istiyordu. Üstelik yardım ettiğinin bilinmesini
istemiyordu.
Nurhan Öğretmen:
- Dur bakalım Ali, dedi. Bildiğim kadarıyla sizin de maddî durumunuz
pekiyi değil. Yanlış mı biliyorum?
- Doğru biliyorsunuz öğretmenim. Babam gündelikçi. Çoğu zaman iş
bulamıyor. Ama ben de çalışıyor, para kazanıyorum.
- Nerede çalışıyorsun?
- Simit satıyorum.
Nurhan Öğretmen yine durup düşündü. İyiliğin bu kadarına ne demeliydi
şimdi? Bunun gerçekleşmesi zordu. Onu, bundan vazgeçirmek için bir
çare bulmalıydı. Bunu yaparken, sevimli öğrencisini de kırmamalıydı.
Onunla biraz daha konuşursa, belki bir yolunu bulurdu.
Nurhan Öğretmen, Ali'ye dondu:
- Büyüyünce ne olmak istiyorsun, diye sordu.
- Çok zengin bir işadamı...
- Niçin?
- İnsanlara daha çok yardım etmek için...
- Güzel, dedi Nurhan Öğretmen. Bak simdi Ali, Ahmet'in ailesinin
durumu pekiyi değil, bu doğru. Ama sizinki de bundan pek farklı değil.
İstersen acele etme. Çok zengin olduğun zaman insanlara yardim
edersin. Olmaz mı?
- Olmaz, dedi Ali. Şimdi yapmalıyım.
-- Neden olmaz?
-- Üç sebepten dolayı olmaz.
Birincisi: Bu para zaten benim değil. İyilik ettiğim için Allah, beni
insanlara sevimli gösteriyor. İnsanlar da bundan etkileniyor, daha çok
simit alıyorlar. Bu sayede gün boyu çalışanlardan bile fazla simit
satıyorum. Hele mahallede Hasan Amca var, her gün iki simit alıp
güvercinlere veriyor.
İkincisi: 'Ağaç yas iken eğilir.' deniliyor. Şimdiden iyilik yapmayı
öğrenmezsem büyüdüğümde hiç yapamam. Şimdiden iyilik yapmayıp bunu
zenginlik günlerime ertelersem, zengin olduğum günlerde de daha zengin
olduğum günlere erteler kendimi kandırmış olurum.
Üçüncüsü ise daha önemli: Büyüdüğüm zaman çok zengin bir işadamı olmak
istiyorum. Zamanında yatırım yapmayanlar büyük işadamı olamazlar.
Nurhan Öğretmen, karsısında büyük biri varmış gibi dinliyordu:
- Bu sonuncusunu pekiyi anlayamadım, dedi.
- Açıklayayım öğretmenim, dedi Ali. Şimdi, çok zengin olmadığım için,
ancak günde bir simit parası kadar yardım edebiliyorum. Bundan
fazlasını veremem. Allah, Cennet'i gücü kadar iyilik edene veriyor.
Şimdi gücüm bu olduğuna göre, Cennet'in fiyatı birkaç simit parası
kadardır. Eğer zengin olmadan ölürsem birkaç simit parasıyla Cennet'e
girebilirim. Bundan daha karlı bir yatırım olur mu?
Nurhan Öğretmen'in gözleri dolmuştu. Başını 'Evet' anlamında sallarken
Ali'yi evine yolladı.
Sınıfa geri dönerken okulun boşaldığını fark etti. Eşyalarını toplamak
için masasına döndüğünde Ali'nin bıraktığı paraların masa üstünde
kaldığını fark etti. Sandalyesine gayri ihtiyari oturdu ve paraları
eline aldı.
Hiçbir para ona bu kadar kıymetli gelmemişti. Sanki elinde dünyanın en
kıymetli incilerini, yakutlarını, elmaslarını tutuyordu. Hatta bu
paralar onlardan bile kıymetliydi. Bu paralar, bu bozuk SIMIT
paraları, Cenneti satın alabilecek paralardı. Sanki hiç bırakmak
istemeyen bir duygu ile sımsıkı kavradı bu bozuk simit paralarını.
Oturduğu yerden kalkamadı Nurhan Öğretmen. İçinin dolduğunu, Tarif
edilemeyen duygulara boğulduğunu hissetti. Birden boşalan sağanak
yağmurlar gibi ağlamaya başladı. Ağladı... Ağladı... Ağladı.
Kendine geldiğinde aksam olmuştu. Yavaş adımlarla sınıftan çıkıp
okuldan ayrılırken bekçi Sadık 'Bozuk Simit paraları ile cenneti satın
almak, Bozuk Simit paraları ile cenneti satın almak' diye Nurhan
öğretmenin sayıkladığını duydu. Bekçinin hayretler içinde, 'Ne dediniz
hocam?' demesini bile duymayan Nurhan öğretmen, bekçinin şaşkın
bakışları altında akşamın alaca karanlığına karışıvermişti
Hikayeyi beğenmişseniz ve Ali'den utanmışsanız, maddi durumunuz iyi
değilse bile, iki tane ekmek alıp bölgenizdeki bir fakirin kapısına
bırakın.
Bir okul önünde biraz bekleyip yırtık ayakkabısı olan bir çocuğa ayakkabı alın.
Maddi ihtiyacı olan bir akrabanıza yardım edin.
Yeter ki boş durmayın!
Ekmeği paylaşmak ekmekten daha lezzetlidir.
NE KADAR GÜZEL DEGİLMİ
[INDENT] [INDENT] [INDENT] [INDENT]
Habib Baba, 4.Murad devrinin gizli, kimsenin bilmediği Allah dostlarındandı r. Yaşlıdır,fakirdir, gariptir. Fakat Rabbinin katında da alemlere denk bir değerin sahibidir.
Yaşlı Habib Baba, uzun bir kervan yolculuğunun sonunda İstanbul'a gelmiştir.Yolculuğ unun tozunu, yorgunluğunu atmak için bir hamama gider... Niyeti, şöyle iyice bir keselenip, paklanmak... Bedenini de ruhuna denk kılmaktır.
Fakat hamamcı Habib babayı içeri sokmak istemez.
'Bugün' der, 'Sultan Murad'ın vezirleri hamamı kapattılar, dışarıdan müşteri alamıyoruz.'
Habib baba üzülür... Rica, minnet eder, yalvarır...
'Ne olursun' der, 'kimseye varlığımı belli etmem, aceleyle yıkanır çıkarım.Bu tozlu bedenle Rabbime ibadet ederken utanıyorum.Binbir dil döker.Hamamcı ehl-i insaftır... Dayanamaz... Kabul eder... Hamamın en sonundaki odayı göstererek ...
'Baba şu odada hızla yıkanıp çık, parada istemem. Yeter ki vezirler, senin farkına varmasınlar.'
Habib baba sevinerek kendine gösterilen yere girer. Yıkanmaya başlar... Ve bu arada hamamcının karşısında yeni bir müşteri belirir. Boylu, poslu, genç, yakışıklı biridir bu gelen. Onunda görünümü fakirdir... Ama sadece görünümü... İkinci müşteri kılık değiştirmiş, 4.Murad'dır. O gün vezirlerinin topluca hamam alemi yapacaklarından haberdar olan padişah merak etmiştir.
'Hele bir bakalım' demiştir, 'bizim vezirler, hamamda benden uzakta, kendi başlarına ne yaparlar, nasıl eğlenirler?'
Ve bu merak padişahı, tebdil-i kıyafet ettirerek, hamama getirmiştir.
Az önce yaşananlar bir kez daha tekrarlanır.. .
Hamamcı vezirler der almak istemez... Padişah ise, ne olursun der, bastırır ve padişah galip gelir... Habib babanın yıkanmakta olduğu odayı göstererek, genç padişahın kulağına fısıldar:
'Şu odada bir ihtiyar yıkanıyor. Sende sar peştemali beline gir yanına... Beraber sessizce yıkanın, bir an evvel çıkın... Ve ekler: 'Aman ha! Vezirler varlığınızı bilmesinler. '
Sonra 4.Murad da Habib babanın yanına süzülür. Beraber sessizce yıkanmaya başlarlar. Bu arada, hamamın büyük salonundan gelen tef, dümbelek, şarkı, türkü sesleri ortalığı çınlatmaktadır. ..
Habib babanın gözü, genç hamam arkadaşının sırtına takılır. Biraz kirlenmiş gibi gelir ona... Allah hikmeti gereği dostuna, o yanındakinin tedbil-i kıyafet etmiş padişah olduğunu ilham etmemiştir...
Ve yanındakini, görüntüsüne uygun, kendi gibi fakir bir delikanlı zanneden Habib baba yumuşak bir sesle konuşur:
'Evladım' der, 'Sırtın fazlaca kirlenmiş, müsade edersen bir keseleyivereyim. '
Padişah aldığı bu teklif karşısında şaşkınlaşır ve bü yük bir haz duyar... Haz duyar, çünkü ömründe ilk defa biri ona, padişah olduğunu bilmeden, sırf bir insan olarak, karşılık beklemeksizin bir iyilik yapmayı teklif etmektedir.
Memnuniyetle Habib babanın önünde diz çökerken: 'Buyur baba' der, 'ellerin dert görmesin'
Bu arada içerideki alemin sesleri hamamı çınlatmaya devam etmektedir. Habib baba, 4.Murad'ın sırtını bir güzel keseler... Fakat padişah kuru bir teşekkürle yetinmek istemez.. Ne de olsa insandır ve o da her insan gibi kendine yapılan iyiliklerin kölesidir.
'Baba' der, 'gel bende senin sırtını keseliyeyim de ödeşmiş olalım.' Habib baba, teklifin kimden geldiğinden habersiz, tebessümle;
'Olur evlad' deyip, sultanın önünde diz çöker. Bu arada, Sultan Murad kese yaparken bir yandan da Habib babayı yoklar, ağzını arar...
'Baba' der, 'görüyormusun şu dünyayı... Sultan Murad'a vezir olmak varmış... Bak adamlar içerde tef,dümbelek hamamı inletiyorlar, sen ve ben ise burada iki hırsız gibi...'
Habib baba Sultan Murad'ın cümlesini tamamlamasına fırsat bile bırakmaz, kendi hükmünü söyler... Sultan Murad'ın Habib babadan duydukları, ağzı açık bırakıp, keseyi elden düşürten cinstendir:
'Be evladım' der, Habib baba, 'Sultan Murad dediğin kimdir? Sen asıl Alemlerin Sultanına kendini sevdirmeye bak ki, O seni sevince sırtını bile Sultan Murad'a keselettirir. ..[/INDENT][/INDENT][/INDENT][/INDENT]
Adam, akşam geç bir saatte işinden döndüğünde beş
[b]yaşındaki oğlunu, kapıda kendisini beklerken bulur. Çok yorgun ve perişandır. Çocuk heyecanla sorar:
- Baba, bir soru sorabilir miyim?
- Tabii ki sor bakalım ama kolay olsun.
- Bir saate kaç lira kazanıyorsun?
Baba, çok sinirlenir ve oğluna kızar.[/b]
[b]- Seni ilgilendirmeyen işlerle ne diye uğraşıyorsun? Kaçsa kaç, sana ne?[/b]
[b]Oğlan tekrar sorar:[/b]
[b]- Sadece bilmek istiyorum, babacım. N'olur söyle, bir saatte kaç para kazanıyorsun?[/b]
[b] - Peki o zaman. Madem çok merak ediyorsun, söylüyorum. Saatte 50 lira kazanıyorum. Mutlu oldun mu[/b] şimdi? Çocuk birden çok üzülür, bu cevapla küçük belki de büyük hayalleri yıkılmış gibidir. Hemen kendini toparlayıp babasına sorar:
[b] -Baba, bana 25 lira borç verebilir misin?[/b]
[b]Baba yine sinirlenir ve şöyle der:[/b]
[b]- Eğer saçma sapan bir şey ya da oyuncak almak için bu parayı istiyorsan derhal odana git bakalım ve[/b] düşün.
[b] Baban bütün gün sen, o saçma sapan, ne olduğu belirsiz şeyi al diye para kazanmıyor. Böyle[/b] düşündüğün için yazıklar olsun sana!
[b] Küçük oğlan sessizce odasına gider ve yavaşça kapısını kapatır. Baba ise daha da çıldırmış olarak kendikendine söylenir.[/b]
[b] Sırf para alabilmek için bana böyle sorular sormaya nasıl cüret eder, diye düşünür.[/b]
[b]Bir, bir buçuk saat geçmiştir ki baba artık sakinleşmiştir ve mantıklı olarak düşünmeye başlar. Belki degerçekten alması gereken çok önemli bir ihtiyacı vardır diye hayıflanır. [/b]
Bugüne kadar oğlununkendisinden hiç para istemediğini hatırlar.
[b] Doğru oğlunun odasına gider. Kapıyı açar ve oğluna sorar:[/b]
[b]- Uyudun mu oğlum?[/b]
[b]- Hayır, diye cevap verir oğlan.[/b]
[b]Baba devam eder...[/b]
[b]Çok yorgundum, o yüzden sana karşı biraz haksızlık ettiğimi düşündüm ve işte al, istediğin 25 lira.[/b]
[b]Çocuk, sevinçle yatağında zıplar. Parayı alırken babasına sarılıp 'sağol babacım, yaşasın' der ve[/b]
[b]heyecanla yastığının altındaki buruşuk paraları çıkarıp, saymaya başlar. Baba, oğlunun zaten parası[/b]
[b]olduğunu fark edince yeniden sinirlenir. Çocuk tek tek paraları sayarken, baba hiddetle sorar:[/b]
[b]- Madem paran vardı neden benden istedin?[/b]
[b]- Çünkü yeterince param yoktu da ondan. Ama şimdi tamam. İstediğimi satın alabilirim artık.Yaşasın![/b] Ve çocuk babasının şaşkın bakışları üzerinde, devam eder:
[b]- Babacım, şimdi 50 liram var ve senin bir saatini satın almak istiyorum. Yarın eve erken gel ki birlikte[/b]
[b]yemek yiyip harika zaman geçirelim.[/b]
[b]Baba çökmüştür, oğluna sarılır ve onun kendisini affetmesini ister.[/b]
[b] Sözüm çok çalışanlara... Zaman büyük bir hızla akıp gidiyor ve biz, bizi sevenlere ve[/b]
[b]sevdiklerimize dokunamadan konuşamadan, koklayamadan, bir şeyleri paylaşamadan, gözümüzün,[/b]
[b]gönlümüzün arasından kayıp gitmesine izin veriyoruz.[/b]
[b] Sürekli, hiç bitmeyen bir işimiz var.
Eğer yarın[/b] başımıza bir şey gelirse, çalıştığımız şirket, yerimize birkaç saatte bile yeni birini bulabilir.
[b]Ya geride bıraktığımız sevdiklerimiz, bizi sevenler? Onlar bu boşluğu nasıl dolduracak?[/b]
[b]Yeni yıldan başlayarak değil hemen şimdi, bir saatlik kazancınızı sevdiklerinizle paylaşmaya ne[/b]
[b]dersiniz? Eminim karşılığı, paha biçilmez olacak.[/b]
[b]Aska ve terketmeye farkli bir bakis [/b]
Anadolu'nun orta vilayetlerinden bir koyde, yavas yavas gunes batmaya hava kararmaya baslar.
Karanlik iyice coker koyun uzerine. Evlerden birinde bir kadin ve adam yatma hazirligi yapmaktadir.
Erken yatip yarin sabaha, gunes isigina erken uyanilacaktir.
Adam uzerini degistirir, yatagina yonelir. Evin penceresinden; karanlik bahceye vuran isikta agaclarin arasinda bir golge belirir.
Kadin pencereden disari bakar ve gulumser. Kadinin sevgilisi bahcededir. . .
Tam sozlestikleri gibi, sozlestikleri saatte ve yerde adam onu beklemektedir.
Kadin kocasinin uyumasindan emin olunca, sessizce yataktan kalkar, ustunu giyer …
Ve pencereden asagiya atlar.
Baska bir adam icin, kadin kocasini terk eder.
Kosarlar iki sevgili….. kaciyorlar. Tarlalari , ovalari asarlar…..
Anadolu'da bir koy nasil kosmasinlar ki. Arkalarindan onlari kovalayacak onca sey vardir. Namus belasi, Tore cinayetleri, yoksulluk, cefa, korku.
Arkalarinda bunlar varken nasil durabilirler.
Koyden uzaklastiklarina iyice emin olunca soluklanmak icin dururlar.
Kadin duraksamayi firsat bilip nefes nefese der ki :
'Evden ciktigimdan beri, ayakkabimin icinde bir sey var beni rahatsiz ediyor' cikartip bakar ki ayakkabisinin icinde bir tomar para!!!!!
Kocasi her seyin farkinda. Biliyor ki gidecek, 'Beni terk edecek ama bunca yil corbasini ictim, camasirlarimi yikadi, utuledi. Bana emegi gecti'
YABAN ELDE MUHTAC OLMASIN DIYE ! ! !
O Yoksul koylu; butun parasini; baska bir adam icin kendisini terk eden karisinin, giderek kendinden uzaklasan adimlarini attigi ayakkabisinin icine koydu.
O guzel insani,
O onurlu davranisi sergileyen,
O terk edilen adami
HEPINIZ TANIYORSUNUZ …..
Cunku O;
Bir dizesinde bize yurekten seslendigi gibi
Uzun ince bir yoldaydi ve gidiyordu gunduz gece …
Simdi sorarim size;
Bu memlekete tore cinayetleri, kadina karsi uygulanan siddet mi yakisir yoksa,
Asik Veysel gibi hayatinda hic kitap okumasa, OKUYAMASA bile …….
KITAP GIBI HAYAT YASAYAN ADAMLAR MI YAKISIR?
Sunay Akin'dan dinledigim bu olaganustu hikaye, okumayi sevenlerle paylasilmak uzere gonderilmistir.
--
satranc tahtasinda piyon kadaR caResizdi ayakLaRim...
kaLem du$mu$tu;
$ah matti yaLnizLigim...
__._,_.___
Genc bir cift, yeni bir mahalledeki yeni evlerine tasinmislar.
Sabah kahvalti yaparlarken, komsu da camasirlari asiyormus.
Kadin kocasina : 'Bak, camasirlari yeterince temiz degil, camasir yikamayi
bilmiyor, belki de dogru sabunu kullanmiyor.' demis.
Kocasi ona bakmis, hicbir sey soylememis, kahvaltisina devam etmis.
Kadin, komsusunun camasir astigini gordugu her sabah ayni yorumu yapmaya devam
etmis. Bir ay kadar sonra, bir sabah, komsusunun camasirlarinin tertemiz
oldugunu goren kadin cok sasirmis 'Bak' demis kocasina 'Camasir
yikamayi ogrendi sonunda, merak ediyorum, kim ogretti acaba ?'
'Ben bu sabah biraz erken kalkip penceremizi sildim' diye cevap vermis
kocasi."
Hayat boyle degil midir ? .
Baskalarini izlerken gorduklerimiz, baktigimiz pencerenin ne kadar temiz
olduguna baglidir. Birini elestirmeden ve hemen yargilamaya davranmadan once
zihin durumumuza bakmak ve 'iyi' olani gormeye hazir olup olmadigimizi
farketmek guzel bir fikir olabilir ...
Asrın mütefekkirinin de söylediği gibi
Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır
Asirlik bir cinar agacinin govdesine adinin bas harfini kazimaya calisan kucuk bir cocuga: “O agacin da cani var, senin govdene bir seyler kazisalar ne hissedersin?” diyerek nasihat ediyordu yanindaki buyugu. Aslinda cok dogru bir yaklasim ancak, boyle bir nasihat o cocugun bundan sonra baska bir agacin govdesine bir seyler kazimaya calismasini onleyebilir sadece. Çunku o kucuk cocuk agacin canini yakmak istemiyordu ki…
Ben de cocukken, topladigim taze yapraklari tomar yapip, kalem niyetine kullanarak duvarlara yazilar yazardim. Sanirim bunlarin hepsi ayni arzunun ilk telaslari; hepimiz bir yerlerde, bir sekilde bizi andiran izler birakmaya calisiyoruz.
Dusunuyorum da, benim bir cocugum olsa, parktaki cocugun yaptigini ya da benim cocukken yaptigimi yapmaya kalksa ona neler soyleyebilirdim…
“Bu yaptigin seyi cok iyi anliyorum. Çunku ben de kucuk bir farkla ayni tarz seyleri yapmistim. Ancak sonra sonra anladim ki, bu hepimizin icimizde hissederek dogdugumuz bir telasin ilk adimlari. Sen, bu yaptigini biri gorsun ve senin yaptigini anlasin, bakinca seni dusunsun, ya da sen her gordugunde, ‘Bunu ben yaptim!’ demek istiyorsun.
Ama bu hakli istegini hayata gecirmenin dogru yolu bu degil…
Once copten adamlarla resimler cizerek baslayacaksin ise, altina yamuk yumuk imzani atacaksin. Sonra okudugun bir kitabi anlattigin arkadasinda kalacak izin. Yazdigin bir kompozisyon sinifta okunacak ya da okulun panosuna asilacak. Senin cektigin bir fotograf icinde saklanan bir an albumlere konulacak.
Yasin ilerledikce tuttugun bir elde, ihtiyac duyulan zamanda telefon actigin bir insanda, guldurdugun bir yuzde, baktigin bir gozde, istemeden de olsa kalbini kirdigin sevdiginde, heyecanla paketledigin ama belki de yollayamadigin bir hediyede, verdigin bir tepkiyle bakis acisini degistirdigin kiside, yetistirdigin cocuklarda, aldigin kararlarda ve sectigin insanlarda kalacak izlerin…
Ilerleyen yillarda bilginin birikimiyle dilinden dokulen dusuncelerin ve duygularin, belki kâgitlara tasan fikirlerin, uygulanan tavsiyelerin daha da silinmez izler birakmaya baslayacak.
Sen buyudukce, biriktirdiklerini paylastikca izlerin de cogalacak, artacak, derinlesecek.
O biraktigin izler ne agacin govdesindeki gibi can acitmali, ne de yaprakla yazilanlar gibi siddetli bir yagmurla ya da bir boya fircasi darbesiyle silinip gitmeli… Onlar kimsenin silemeyecegi, kimsenin yok edemeyecegi, sadece seni hatirlatan izler olmali… O zaman zaten sen de, ‘Bir iz birakmaliyim!’ telasini duymaktan vazgececek kadar, ‘Bunu ben yaptim!’ gibi sig bir tatminden haz almayacak kadar olgun olacaksin.
Sen izlerini, attigin dogru ya da yanlis adimlarla insanlarin ruhlarina dokunarak birakacaksin.”
E. Aygu
Sayfalar: 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12