Al eline bir fırça boya şimdi boyayabilirsen...
Bizim bir rengimiz yok ki!!
Günler geçtikçe cümleler kısalır sandıkça hepsi uzamaya, bu aşksa kısalmaya başladı. Kalemim bu defa senin için köreliyor
Bana tarihi anlatma!
Ben çoktan geçtim geçmişin bıraktığı izlerden.
Sahi sen kimdin ve ne zaman gelmiştin?
Ömrüm…
Kara kaplı bir defterin ilk sayfaları
kadar tozlu,
ucundan kan damlayan bir bıçağın körelmiş kısmı
kadar işlevsiz…
Her gece damarlarımdan akan kanı durdurabilmek uğruna, savaş veriyorum kendimle. Toplu iğne ucunda yaşanmış ‘hayat’ kırıntılarından, dizlerimi kanatan aşk yenilgilerinden kaçabilmek uğruna var gücümle çalışıyorum. Kelimeleri birer birer yaslıyorum adının kazındığı kalem uçlarına. Benden çok sana ait olan duygu sarhoşluklarını köreltiyorum uzadıkça cümleler, uzadıkça bu aşk.
Ankara’nın daralan, genişleyen, sonra yeniden daralan sokaklarında adım adım seni kazıyorum düşüncelerime. Elimde, yakıldığı zamanı unutulmuş bir sigara, sanki her son nefeste bir ilk gibi çekiyorum seni içime.
Durmadan…durmadan…dur(a)madan!!!
Sınırlarımı zorlayarak gelmiştin ve yine sınırlarımı zorlayarak işte gidiyorsun sanal dünyadan.
Öznesini ve yüklemini sıkı sıkı tut bu aşkın demiştin bir defasında hatırlıyor musun? Bu yüzden her cümlemde bu aşkın bir eylemi, varlığınınsa bir zamiri oldu.
Günler geçtikçe cümleler kısalır sandıkça hepsi uzamaya, bu aşksa kısalmaya başladı. Kalemim bu defa senin için köreliyor.
Her aşk arkasında, kiminde ucu kırık, kiminde henüz işlenmemiş, kimindeyse gittikçe küçülen çürümüş bir odun parçası bıraktı. Şimdi hepsi bir kenarda durmuş yüzüme yazıyorlar kayıp giden bir tarihin bütün cümlelerini. Kendi senaryolarımın şaşkınlığında, gerçek ve yalan arasında, ayıklamaya zorluyorlar ‘hangisiydi?’ sorusunun cevabını.
Meğer sonradan dönmek ne zormuş aşkın eski, kalın ve tozlu kütüğüne. Meğer sonradan düşünmek tüm ayrıntılarıyla bir paylaşımı, ne kadar can-a kast bir halmiş! Gece sevişmelerini bedende kor gibi yaşamak, omuzlarındaki masajın rahatlığını duyumsamak, özlem zincirlerinin ruhta açtığı yarayı yeniden anımsamak, meğer ne kadar zormuş!!
Yapay uzantılara hiç layık görmedim ben seni. Doğaldın. Doğal yazılmalıydın. O akşam elime ilk defa dokunup ‘merhaba’ dediğin zamana layık kalmalıydın. Öylesine içten, öylesine huzurlu ve öylesine…
Bana ‘beklemek nedir?’ anlatma!
Ben çoktan anladım, beklemenin
alfabenin ilk harfinden çok,
son harfi olduğunu…
Mercan setlerini bilirsin. Denizlerin ciğeridir. Boyları bir santimetreden fazla değildir; ama yan yana geldiklerinde, adaların ve kıta sahillerinin etrafında kilometrelerce bir alanı kaplarlar. Biz seninle hiç yan yana gelemedik. Gelsek de yan yana durmayı beceremedik.
Onlar, bitkilere benzeyen hayvanlar ve hayvan gibi davranan bitkiler... Fakat sen de bilirsin ki suyun altında farklılık, kimi zaman çok da bir anlam ifade etmiyor. Tıpkı senin varlığının artık yoklukla bir olup bir anlam ifade etmediği gibi!
Üzgünüm... Bu seçim benden çok sana ait. Biliyorum, ben mercanlar gibi olamadım. Çünkü onlar bir kaya kadar sertler.
Ancak gün geçtikçe mercan alanları küçülüyor. Çünkü mercan setleri artık renklerini yitiriyor. Bir zamanlar sen de benim rengimdin. Uzun ayrılık günlerinden sonra kısa bir buluşmayla griye dönen ruhumu, tek bir bakışla renklendirendin. Oysa şimdi, mikroskobik yosunların mercanları terk etmeye başladığı gibi, sen de beni terk ediyorsun.
Neden mi?
Nedeni yok, nedenleri var.
Belki de ikimiz de mercanların hepsinin eşit olmadığı gibi eşit değiliz ve ikimiz de onlar gibi çevre(!) koşullarından farklı biçimde etkileniyoruz.
Anlayacağın, deniz suyu sıcaklığının 20-29 derece olması ve deniz dibinde kayaların bulunması gerekirken; biz de bu koşulları sağlayamadık ve onlar gibi küçülmeye başladık seninle. Ama asıl zorunlu olan ne biliyor musun? Deniz suyunun çok berrak ve temiz olması… bizimki belki de daha en başından bulanık ve kirliydi.
…
Denizim…
Derin bakışlı derinliğim.
Coğrafyamın gökyüzü renkli çocuğu…
Anla diye değil; anlama diye yazıldı
bu ucu körelmiş kalemden,
kelimeleri parçalayarak yazılan yazılar!
Çok mu beklenmedik bir anda yakalandım siyah beyaz resimlerin ruhumda açtığı boşluğa, bilmiyorum ama; yine beklenmedik bir itirafla çekip gidiyorum kara sularından.
Telaşlı ve ürkek bakışlarınla,
titreyen yazılarıma gelip konuk olan bedeninle,
yaralarıma yaramaz gözlerle bakan tuza sevdalı yüreğinle,
ilk tutulduğum deniz sendin.
Ve şimdi bana,
yüz altmış karaktere sığdıramadığım ‘elveda’ sözcüğüyle,
aşkından körelmiş deniz kokan bir kalemi, doyamadığım tenine mühürleyip çekip gitmek düşüyor hayatından.
Biliyorum ki; o renk senin için tutku; benim içinse ayrılık demek!
Bizim bir rengimiz yok ki!!
Günler geçtikçe cümleler kısalır sandıkça hepsi uzamaya, bu aşksa kısalmaya başladı. Kalemim bu defa senin için köreliyor
Bana tarihi anlatma!
Ben çoktan geçtim geçmişin bıraktığı izlerden.
Sahi sen kimdin ve ne zaman gelmiştin?
Ömrüm…
Kara kaplı bir defterin ilk sayfaları
kadar tozlu,
ucundan kan damlayan bir bıçağın körelmiş kısmı
kadar işlevsiz…
Her gece damarlarımdan akan kanı durdurabilmek uğruna, savaş veriyorum kendimle. Toplu iğne ucunda yaşanmış ‘hayat’ kırıntılarından, dizlerimi kanatan aşk yenilgilerinden kaçabilmek uğruna var gücümle çalışıyorum. Kelimeleri birer birer yaslıyorum adının kazındığı kalem uçlarına. Benden çok sana ait olan duygu sarhoşluklarını köreltiyorum uzadıkça cümleler, uzadıkça bu aşk.
Ankara’nın daralan, genişleyen, sonra yeniden daralan sokaklarında adım adım seni kazıyorum düşüncelerime. Elimde, yakıldığı zamanı unutulmuş bir sigara, sanki her son nefeste bir ilk gibi çekiyorum seni içime.
Durmadan…durmadan…dur(a)madan!!!
Sınırlarımı zorlayarak gelmiştin ve yine sınırlarımı zorlayarak işte gidiyorsun sanal dünyadan.
Öznesini ve yüklemini sıkı sıkı tut bu aşkın demiştin bir defasında hatırlıyor musun? Bu yüzden her cümlemde bu aşkın bir eylemi, varlığınınsa bir zamiri oldu.
Günler geçtikçe cümleler kısalır sandıkça hepsi uzamaya, bu aşksa kısalmaya başladı. Kalemim bu defa senin için köreliyor.
Her aşk arkasında, kiminde ucu kırık, kiminde henüz işlenmemiş, kimindeyse gittikçe küçülen çürümüş bir odun parçası bıraktı. Şimdi hepsi bir kenarda durmuş yüzüme yazıyorlar kayıp giden bir tarihin bütün cümlelerini. Kendi senaryolarımın şaşkınlığında, gerçek ve yalan arasında, ayıklamaya zorluyorlar ‘hangisiydi?’ sorusunun cevabını.
Meğer sonradan dönmek ne zormuş aşkın eski, kalın ve tozlu kütüğüne. Meğer sonradan düşünmek tüm ayrıntılarıyla bir paylaşımı, ne kadar can-a kast bir halmiş! Gece sevişmelerini bedende kor gibi yaşamak, omuzlarındaki masajın rahatlığını duyumsamak, özlem zincirlerinin ruhta açtığı yarayı yeniden anımsamak, meğer ne kadar zormuş!!
Yapay uzantılara hiç layık görmedim ben seni. Doğaldın. Doğal yazılmalıydın. O akşam elime ilk defa dokunup ‘merhaba’ dediğin zamana layık kalmalıydın. Öylesine içten, öylesine huzurlu ve öylesine…
Bana ‘beklemek nedir?’ anlatma!
Ben çoktan anladım, beklemenin
alfabenin ilk harfinden çok,
son harfi olduğunu…
Mercan setlerini bilirsin. Denizlerin ciğeridir. Boyları bir santimetreden fazla değildir; ama yan yana geldiklerinde, adaların ve kıta sahillerinin etrafında kilometrelerce bir alanı kaplarlar. Biz seninle hiç yan yana gelemedik. Gelsek de yan yana durmayı beceremedik.
Onlar, bitkilere benzeyen hayvanlar ve hayvan gibi davranan bitkiler... Fakat sen de bilirsin ki suyun altında farklılık, kimi zaman çok da bir anlam ifade etmiyor. Tıpkı senin varlığının artık yoklukla bir olup bir anlam ifade etmediği gibi!
Üzgünüm... Bu seçim benden çok sana ait. Biliyorum, ben mercanlar gibi olamadım. Çünkü onlar bir kaya kadar sertler.
Ancak gün geçtikçe mercan alanları küçülüyor. Çünkü mercan setleri artık renklerini yitiriyor. Bir zamanlar sen de benim rengimdin. Uzun ayrılık günlerinden sonra kısa bir buluşmayla griye dönen ruhumu, tek bir bakışla renklendirendin. Oysa şimdi, mikroskobik yosunların mercanları terk etmeye başladığı gibi, sen de beni terk ediyorsun.
Neden mi?
Nedeni yok, nedenleri var.
Belki de ikimiz de mercanların hepsinin eşit olmadığı gibi eşit değiliz ve ikimiz de onlar gibi çevre(!) koşullarından farklı biçimde etkileniyoruz.
Anlayacağın, deniz suyu sıcaklığının 20-29 derece olması ve deniz dibinde kayaların bulunması gerekirken; biz de bu koşulları sağlayamadık ve onlar gibi küçülmeye başladık seninle. Ama asıl zorunlu olan ne biliyor musun? Deniz suyunun çok berrak ve temiz olması… bizimki belki de daha en başından bulanık ve kirliydi.
…
Denizim…
Derin bakışlı derinliğim.
Coğrafyamın gökyüzü renkli çocuğu…
Anla diye değil; anlama diye yazıldı
bu ucu körelmiş kalemden,
kelimeleri parçalayarak yazılan yazılar!
Çok mu beklenmedik bir anda yakalandım siyah beyaz resimlerin ruhumda açtığı boşluğa, bilmiyorum ama; yine beklenmedik bir itirafla çekip gidiyorum kara sularından.
Telaşlı ve ürkek bakışlarınla,
titreyen yazılarıma gelip konuk olan bedeninle,
yaralarıma yaramaz gözlerle bakan tuza sevdalı yüreğinle,
ilk tutulduğum deniz sendin.
Ve şimdi bana,
yüz altmış karaktere sığdıramadığım ‘elveda’ sözcüğüyle,
aşkından körelmiş deniz kokan bir kalemi, doyamadığım tenine mühürleyip çekip gitmek düşüyor hayatından.
Biliyorum ki; o renk senin için tutku; benim içinse ayrılık demek!