Kuzum siz, acı çekmek nedir bilir misiniz? Acıya dair söyleyecek, kaç dirhem sözünüz var? Acı deyince, tarif hassanızdan çıkan abide neye benzer? Acı, gerçekten de düşünüldüğü kadar acı mıdır lügatinizde? Kaç gece yarısı, uykunuzdan acıyla irkilip, ağlayarak uyandınız? Ya da; zaman hanına bir nefeslik uğrayan kederlerin kaç tanesiyle hasbıhâl etmek ve sonrasında yutkunmaksızın susmak durumunda kaldınız? Suallerin kesafetine dayanamayıp da, unutmayı beceremediğinizi itiraf etmek mecburiyetiyle, aynalara kem gözle bakmamayı tecrübe ettiniz mi? Her şeyi bir kenara bırakıp! Aşk için, aşkın izinden yürüyüp, bilmek, farkında olmak gibi fiillerin gölgesinden sıyrılıp, yâr için yâr kokusu sinmiş mekânlara dönmemek üzere gittiniz mi?
Kuzum siz… Hiç aşk elinden aşk yüklü nefeslerle tutuşmuş ân için âh ettiniz mi? Evet… Evet siz! Kan çanağına dönmüş gözlerin vebâliyle hiç, bir geceyi sabah ettiniz mi?
Kuzum siz… Hislerin ciddiyeti nazariyesinden nasipli misiniz? Ciddiyet sizin çehrenizden firar eden çizgilerin buğday yanığı salınışlarında saklı gibi görünse de, aldatıcı bir tarafınız var inanın… Aldanmaya alışık bir adamın sözlerine aldanmayın isterseniz. Ama! Sizde bir tuhaflık var kuzum… Henüz anlamlandıramadığım ama için için sezdiğim bir tuhaflık! Gülmeyin öyle gamzelerinizi hoyratça sergileyerek… Gülmeyin! Biliyorum benimkisi kelimenin tam mânâsıyla saflık… Ama siz… Kuzum siz var ya… Bakmayı beceremezsiniz bir insaflık!
Can dallarıma firâk avizelerini asalı başınız gökte muhakkak! Gökçe bir duruşla göklere baş eğdirmenin fevkinde, tırnaklarınızdaki kan pıhtısının donukluğuyla şÃ¢d olan ruhunuzun zevkinde hayra âlâmet ne var söyler misiniz? Siz… Nidâ makamına çıkmış âvâzları bir buselik de olsa nefesinizle eyler misiniz? Hayır! Siz.. Siz… Neyse…
Sizin hayalinizle parsellenmiş düş iklimimin hazana demir atışını kutladığım bu güz, çetrefilli tariflerimin gölgesinde kuşandığım bütün hislerim düz! Unutmak mecburiyetiyle kanarken hem gece hem gündüz! Meçhul diyerek, toy zamanlarda çağırdığım o Sündüz siz olamazsınız değil mi?
Dur durak bilmeyen zamanın peşinden sürüklenen her mevcudiyet gibi yokluğa mahkum olabilseydi bu hâl… Belki çok daha kolay olurdu ecele yelken açmak! Ama ne mümkün… Aşkın kovaladığı bir yorgun olarak, buzdan alevlerin ısrarından kaçmak… Kuzum siz… Firar etmenin kitabını yazmışlardan olarak, bu hususta yardım edin bana olmaz mı? Ya nasıl kaçacağımı öğretin sizden, ya da kovalamaktan vazgeçin ruhumu… Yoksa her yatsı vakti tutuşmaktan geri durmayacak can çırası! Evet! Şimdi hakikatleri âzâd etmenin tam sırası…
Acıyla başlayan bu nâme acıyla sürecek… Tıpkı acıyla herc-ü merc olmuş sevdâ hikâyeleri gibi… Acıyla olgunlaşan aşıklık istidadı, tesellisiz mevsimlerde çiçek açmaya durdu mu, karanlıklar en güvenilir mekânlar oluverir seven göze… Göze sözden öte mânâlar yükleyen bu ürkeklikten peydâ olan hasretin yıktığı her duvar, cânân makamında oturan bedbahtın kalan ömrünü âhın rutubetiyle çürütmeye yetecek kudrettedir bilâkis!
Kevgirle su taşıyana aşık demişler… Güneşi batıdan doğuracak kudrete mucize… Yahut kıyamet! Ey beni bilmez! Ey kendini âh oklarından esirgemez budala! Kalk ve doğrul yatağından her gece yarısı… İnleyen ruhumun geceyi kuşatan şarkısıyla kıyam et… Zülfüne taht kuran aklardan seziver perişanımızı… Mecnun ve Leyla da konuşur olmuş… Onları dahi geçip giden şanımızı…
Destursuz girilmiş bir bağ değil bu sevdâ! Şükürsüz dillerin ümit ettiği bir vuslat değil arzulanan… Hak’kın farkında, aşktan doğan yükümlülüklerin aşık nâmıyla gezene yüklediği hakkın farkında bir mevzu… Şerden âzâde bir söz, bir göz ve bir öz… Sus! İtiraz etme artık… İndir şu naz kalkanını… Bağladığın murâdımı, bilerek ve isteyerek çöz!
………/………
Gönlüm, dalgalı denizler misâli bulanık,
Ruhumun dehlizlerinde, hayallerim yanık…
Gözümden geçerken o mazi, hâl ve istikbâl;
Her hasretin membaı oldu, sevdâda ikbâl…
Dur durak bilmeden çarpan kalbimde, gök yanar;
Söyle bana ey peri ! Alevlerde mi kanar ?
Bu nasıl hâldir ki ? Bende ben, bırakmayacak !
Her zerremde sen varken, gönlüm nasıl cayacak ?
Kurtar beni azaptan, vuslatına kar beni !
Sensiz geçen her ân, temelimden yıkar beni…
Ya sar beni gönlüne, yada cânım al benim !
Ya sultânım, ya cânım, ya cânânım ol benim…
………/………
Nur tepelerinden inkişaf eden her ışık huzmesi, senin ismini semanın en kadife yüzüne kufi harflerle iliştirirken ben, acıdan saadete erişmenin sabırsızlığıyla sadece O’na sığınıyorum.
Kuzum siz… Hissediyorsunuz değil mi?
İstanbul sonbahara soyunurken titremezdi yoksa…
Kuzum siz… Yoksa…?
Güçer Kafa
Kuzum siz… Hiç aşk elinden aşk yüklü nefeslerle tutuşmuş ân için âh ettiniz mi? Evet… Evet siz! Kan çanağına dönmüş gözlerin vebâliyle hiç, bir geceyi sabah ettiniz mi?
Kuzum siz… Hislerin ciddiyeti nazariyesinden nasipli misiniz? Ciddiyet sizin çehrenizden firar eden çizgilerin buğday yanığı salınışlarında saklı gibi görünse de, aldatıcı bir tarafınız var inanın… Aldanmaya alışık bir adamın sözlerine aldanmayın isterseniz. Ama! Sizde bir tuhaflık var kuzum… Henüz anlamlandıramadığım ama için için sezdiğim bir tuhaflık! Gülmeyin öyle gamzelerinizi hoyratça sergileyerek… Gülmeyin! Biliyorum benimkisi kelimenin tam mânâsıyla saflık… Ama siz… Kuzum siz var ya… Bakmayı beceremezsiniz bir insaflık!
Can dallarıma firâk avizelerini asalı başınız gökte muhakkak! Gökçe bir duruşla göklere baş eğdirmenin fevkinde, tırnaklarınızdaki kan pıhtısının donukluğuyla şÃ¢d olan ruhunuzun zevkinde hayra âlâmet ne var söyler misiniz? Siz… Nidâ makamına çıkmış âvâzları bir buselik de olsa nefesinizle eyler misiniz? Hayır! Siz.. Siz… Neyse…
Sizin hayalinizle parsellenmiş düş iklimimin hazana demir atışını kutladığım bu güz, çetrefilli tariflerimin gölgesinde kuşandığım bütün hislerim düz! Unutmak mecburiyetiyle kanarken hem gece hem gündüz! Meçhul diyerek, toy zamanlarda çağırdığım o Sündüz siz olamazsınız değil mi?
Dur durak bilmeyen zamanın peşinden sürüklenen her mevcudiyet gibi yokluğa mahkum olabilseydi bu hâl… Belki çok daha kolay olurdu ecele yelken açmak! Ama ne mümkün… Aşkın kovaladığı bir yorgun olarak, buzdan alevlerin ısrarından kaçmak… Kuzum siz… Firar etmenin kitabını yazmışlardan olarak, bu hususta yardım edin bana olmaz mı? Ya nasıl kaçacağımı öğretin sizden, ya da kovalamaktan vazgeçin ruhumu… Yoksa her yatsı vakti tutuşmaktan geri durmayacak can çırası! Evet! Şimdi hakikatleri âzâd etmenin tam sırası…
Acıyla başlayan bu nâme acıyla sürecek… Tıpkı acıyla herc-ü merc olmuş sevdâ hikâyeleri gibi… Acıyla olgunlaşan aşıklık istidadı, tesellisiz mevsimlerde çiçek açmaya durdu mu, karanlıklar en güvenilir mekânlar oluverir seven göze… Göze sözden öte mânâlar yükleyen bu ürkeklikten peydâ olan hasretin yıktığı her duvar, cânân makamında oturan bedbahtın kalan ömrünü âhın rutubetiyle çürütmeye yetecek kudrettedir bilâkis!
Kevgirle su taşıyana aşık demişler… Güneşi batıdan doğuracak kudrete mucize… Yahut kıyamet! Ey beni bilmez! Ey kendini âh oklarından esirgemez budala! Kalk ve doğrul yatağından her gece yarısı… İnleyen ruhumun geceyi kuşatan şarkısıyla kıyam et… Zülfüne taht kuran aklardan seziver perişanımızı… Mecnun ve Leyla da konuşur olmuş… Onları dahi geçip giden şanımızı…
Destursuz girilmiş bir bağ değil bu sevdâ! Şükürsüz dillerin ümit ettiği bir vuslat değil arzulanan… Hak’kın farkında, aşktan doğan yükümlülüklerin aşık nâmıyla gezene yüklediği hakkın farkında bir mevzu… Şerden âzâde bir söz, bir göz ve bir öz… Sus! İtiraz etme artık… İndir şu naz kalkanını… Bağladığın murâdımı, bilerek ve isteyerek çöz!
………/………
Gönlüm, dalgalı denizler misâli bulanık,
Ruhumun dehlizlerinde, hayallerim yanık…
Gözümden geçerken o mazi, hâl ve istikbâl;
Her hasretin membaı oldu, sevdâda ikbâl…
Dur durak bilmeden çarpan kalbimde, gök yanar;
Söyle bana ey peri ! Alevlerde mi kanar ?
Bu nasıl hâldir ki ? Bende ben, bırakmayacak !
Her zerremde sen varken, gönlüm nasıl cayacak ?
Kurtar beni azaptan, vuslatına kar beni !
Sensiz geçen her ân, temelimden yıkar beni…
Ya sar beni gönlüne, yada cânım al benim !
Ya sultânım, ya cânım, ya cânânım ol benim…
………/………
Nur tepelerinden inkişaf eden her ışık huzmesi, senin ismini semanın en kadife yüzüne kufi harflerle iliştirirken ben, acıdan saadete erişmenin sabırsızlığıyla sadece O’na sığınıyorum.
Kuzum siz… Hissediyorsunuz değil mi?
İstanbul sonbahara soyunurken titremezdi yoksa…
Kuzum siz… Yoksa…?
Güçer Kafa