Seslenişim sana değil, sevinmeyesin ey güzel! Seslenişim yüreğime, seslenişim dağlara, seslenişim denizdeki dalgalara ve seslenişim kendime; seninle “sen” olmuş “ben”ime...
Öykümü anlatmak için elimde kalem, saatlerce bekledim deniz kenarında. Kelimeler ne kadar yeterli içimdeki yangını anlatmak için bilmiyorum; ama dünyalara sığmayan bu yangın, bu onulmaz sevda, küçücük bir yüreğe sığdı işte!
Bir genç var seni bekleyen, sana tutkun... Ekmeği gözlerin, suyu zifirî saçların ve hiç gelmeyecek olan geleceği, senin hayâlin. Bir sitem var dudaklarında sessizce, ama çığlık çığlığa ve bir “merhaba” gönderir tarihin aralığından umursadığına...
Merhaba!...
Sen gittin gideli ülkeme yalnızlık çöktü. Baharlar uğramaz oldu buralara. Güneş içimi ısıtmaya yetmiyor. Güneşini kaybetmiş bir gönlü ısıtmaya bir güneş yeter mi hiç! Güneş’imdin bir zamanlar Gece’m oldun. Yıldızlarını dahi esirgeyenimsin şimdi. Karanlık gecelerde, hayâlini kuramayacak kadar uzaksın bana.
Bir kara taşım var dertleştiğim, bir de kuru bir yaprağım. Hatırlar mısın bilmiyorum, bırakıp giderken tutuşturuvermiştin ellerime, gözlerime bakmadan. Çünkü biliyordun, gözlerime baktığında gidemeyeceğini, terk edemeyeceğini ve “elveda” bile diyemeyeceğini, belki de.
Sen gittin... Senden bir kara taşım kaldı geriye. Gözlerin gibi kömür karası bir taş. Dünyalara değer kara gözlerin misâli...
“Bir kara kaşın,
Bir kara gözün
Değer dünya malına...”
Durmadan, dinlenmeden hep seni anlatıyorum ona. O sadece dinliyor. Sanırım, gözlerinin karasını da kıskanıyor biraz. Çünkü, seni her anlatışımda, daha bir kararıyor sanki. Tıpkı gecelerim gibi...
Aşk... Neydi tarifi? Yenilir mi, içilir mi? Yakar mı, üşütür mü? Uzak mı, yoksa bana benden yakın mı? Ben miydim âşık, yoksa sen mi? Gülmek mi, ağlamak mıydı sevda dedikleri şey? Sahi aşk neydi?...
Sen gittiğinde, içime düşen hüzündü aşk... Yokken var saymaktı seni. Ellerimi uzattığımda dokunamamaktı. Sevda ayrılıktı, ayrılık dayanmaktı. Belki de beklemekti gelmeyecek bile olsa. Seveni herkes severdi elbet. Marifet, sevmeyene sevda türküleri yakabilmekti:
“Sevdan yalnızlığı yendi
Hasretler seni sevdirdi.
Türkü gözlüm senin sevdan
İnan yüreğim tüketti”
Umut tomurcukları ekiyorum gönül ülkeme. Olur ya, bir gün gelirsen, çöller görmeyesin diye... Güller yetiştiriyorum senin için, yediveren gülleri, sevgimin gücünü göresin diye...
Kara taşıma tembihledim, merak etme, seni gördüğünde bembeyaz kesilecek...
Seslenişim sanaydı bunca zaman. Kendime seslenirken bile sana sesleniyorum ben. Çünkü, bu “ben” artık yok, “sen” oldu sensizliğinde...
Ekmeğim gözlerin, suyum zifirî saçların ve hiç gelmeyecek geleceğim, senin hayâlin...
“Zifir saçlarını savur içimde
Küller havalansın, yürek tutuşsun
Bölsün soluğumu paslı bir bıçak
Hayâlin içimde düşsün yorulsun”
Sensizliğin buhranlı anaforunda, gelmen için dua ettim gecelerce. Yıldızlarını esirgesen de, bir kerecik olsun, ışığınla ısıt gönlümü.
Pencereme ışığın, gönlüme sen düşsen... Ve yangının yeri gözlerin, gözlerime değse...
“İki göz bir araya gelebilse
Kelimeler anlamını yitirse.
Olmayacak dua değil bu,
Pencereme sencileyin ay düşse”
“Merhaba” ile başladım sözlerime, bir “elveda” gönderiyorum, gönlümün sonbaharında esen rüzgârlarla...
Elveda...
Öykümü anlatmak için elimde kalem, saatlerce bekledim deniz kenarında. Kelimeler ne kadar yeterli içimdeki yangını anlatmak için bilmiyorum; ama dünyalara sığmayan bu yangın, bu onulmaz sevda, küçücük bir yüreğe sığdı işte!
Bir genç var seni bekleyen, sana tutkun... Ekmeği gözlerin, suyu zifirî saçların ve hiç gelmeyecek olan geleceği, senin hayâlin. Bir sitem var dudaklarında sessizce, ama çığlık çığlığa ve bir “merhaba” gönderir tarihin aralığından umursadığına...
Merhaba!...
Sen gittin gideli ülkeme yalnızlık çöktü. Baharlar uğramaz oldu buralara. Güneş içimi ısıtmaya yetmiyor. Güneşini kaybetmiş bir gönlü ısıtmaya bir güneş yeter mi hiç! Güneş’imdin bir zamanlar Gece’m oldun. Yıldızlarını dahi esirgeyenimsin şimdi. Karanlık gecelerde, hayâlini kuramayacak kadar uzaksın bana.
Bir kara taşım var dertleştiğim, bir de kuru bir yaprağım. Hatırlar mısın bilmiyorum, bırakıp giderken tutuşturuvermiştin ellerime, gözlerime bakmadan. Çünkü biliyordun, gözlerime baktığında gidemeyeceğini, terk edemeyeceğini ve “elveda” bile diyemeyeceğini, belki de.
Sen gittin... Senden bir kara taşım kaldı geriye. Gözlerin gibi kömür karası bir taş. Dünyalara değer kara gözlerin misâli...
“Bir kara kaşın,
Bir kara gözün
Değer dünya malına...”
Durmadan, dinlenmeden hep seni anlatıyorum ona. O sadece dinliyor. Sanırım, gözlerinin karasını da kıskanıyor biraz. Çünkü, seni her anlatışımda, daha bir kararıyor sanki. Tıpkı gecelerim gibi...
Aşk... Neydi tarifi? Yenilir mi, içilir mi? Yakar mı, üşütür mü? Uzak mı, yoksa bana benden yakın mı? Ben miydim âşık, yoksa sen mi? Gülmek mi, ağlamak mıydı sevda dedikleri şey? Sahi aşk neydi?...
Sen gittiğinde, içime düşen hüzündü aşk... Yokken var saymaktı seni. Ellerimi uzattığımda dokunamamaktı. Sevda ayrılıktı, ayrılık dayanmaktı. Belki de beklemekti gelmeyecek bile olsa. Seveni herkes severdi elbet. Marifet, sevmeyene sevda türküleri yakabilmekti:
“Sevdan yalnızlığı yendi
Hasretler seni sevdirdi.
Türkü gözlüm senin sevdan
İnan yüreğim tüketti”
Umut tomurcukları ekiyorum gönül ülkeme. Olur ya, bir gün gelirsen, çöller görmeyesin diye... Güller yetiştiriyorum senin için, yediveren gülleri, sevgimin gücünü göresin diye...
Kara taşıma tembihledim, merak etme, seni gördüğünde bembeyaz kesilecek...
Seslenişim sanaydı bunca zaman. Kendime seslenirken bile sana sesleniyorum ben. Çünkü, bu “ben” artık yok, “sen” oldu sensizliğinde...
Ekmeğim gözlerin, suyum zifirî saçların ve hiç gelmeyecek geleceğim, senin hayâlin...
“Zifir saçlarını savur içimde
Küller havalansın, yürek tutuşsun
Bölsün soluğumu paslı bir bıçak
Hayâlin içimde düşsün yorulsun”
Sensizliğin buhranlı anaforunda, gelmen için dua ettim gecelerce. Yıldızlarını esirgesen de, bir kerecik olsun, ışığınla ısıt gönlümü.
Pencereme ışığın, gönlüme sen düşsen... Ve yangının yeri gözlerin, gözlerime değse...
“İki göz bir araya gelebilse
Kelimeler anlamını yitirse.
Olmayacak dua değil bu,
Pencereme sencileyin ay düşse”
“Merhaba” ile başladım sözlerime, bir “elveda” gönderiyorum, gönlümün sonbaharında esen rüzgârlarla...
Elveda...