SAADET ASRINDA, iman ile küfrün en keskin biçimde yüzleştiği denklemlerden biri, Bilâl-Ümeyye denklemidir.
Ümeyye b. Halef, Kureyş’in reislerinden ve zenginlerindendir. Bilâl b. Rebah ise, onun Habeş asıllı siyahî kölesi...
Hz. Peygamber Rabbinden gelen “Ey örtüsüne bürünen! Kalk ve uyar! emrine binaen hakkı tebliğe başladığında, ona en sert ve en kaba tepkiyi verenlerden biridir Ümeyye. Kendisi gibi Mekke’nin zenginleri ve reisleri varken, henüz genç denilebilecek yaştaki ‘yetîm-i Ebu Talib’in vahiyle kazandığı ayrıcalık, onun d kanına dokunmaktadır. Dahası, gelen vahiy dolayısıyla, bundan böyle hayatlarını istedikleri gibi yaşayamayacaklarını, istedikleri gibi kural koyamayacaklarını, koydukları kuralı istedikleri gibi eğip bükemeyeceklerini hissetmektedir.
Bu durum, onun durumundaki hemen her Kureyşli gibi, onu da gelen vahye karşı şedit bir düşmanlığa yöneltir.
Bu düşmanlığa gelecek en büyük cevap ise, bizatihî kendi evi içindendir. Ümeyye’nin yetenekli kölesi Bilâl, efendisinin tam aksine, İslâm’ın çağrısına ilk olumlu cevap verenler arasındadır ve Bilâl’in bu durumu Kureyş içerisinde Ümeyye’nin deyim yerindeyse ‘karizmasını çizmekte’dir. ‘Yetîm-i Ebu Talib’ diyerek, anasız babasızlığından ve yoksulluğundan küçümseme devşirdikleri Muhammed Mustafa sallALLAHu aleyhi vesellem’in getirdiği mesaj, Ümeyye’nin kalbine giremese de evine girmiş, kölesi Bilâl’in kalbine çıkmamacasına yerleşmiştir.
Bu, hayatını üstünlük, efendilik, seçilmişlik, önde oluş, zenginlik ve büyüklük kavramları içerisinde kurmuş Ümeyye için tahammül edilemez bir meydan okuma niteliğindedir. Bilâl’in efendisinin verdiği işleri aksattığı filan yoktur. Bilâl aynı yetenekli Bilâl’dir. Ama Ümeyye’nin gözünde, köle Bilâl, herşeyiyle köle olma durumundadır. Sadece kol ve kas gücünü değil, ruhunu ve kalbini de Ümeyye’nin mülkiyetinde saymalıdır. Aklı Ümeyye’nin düşündüğünü onaylamak üzere çalışmalı, kalbi Ümeyye’nin inandığı üzere inanmalı; cüz’î iradesini Ümeyye’nin mutlaklaştırdığı iradesine tâbi kılmalıdır.
Ama böyle yapmamıştır Bilâl. O günün şartlarında bir köle olarak kol ve kas gücünü efendisinin hizmetinden esirgememiş; ama ‘köle’liğin ‘beden’le ilgili bir durum olduğunu, köle olmanın aklını, kalbini, iradesini ve ruhunu da efendisine teslim anlamına gelmediğini idrak edegelmiş biri olarak, Hz. Peygamberin getirdiği davet karşısında kendi tercih hakkını kullanmıştır. Ümeyye’yi rahatsız eden “Lâ ilâhe illALLAH,” Bilâl’in dünyasında gerçeğin ta kendisidir.
İşte bu kabul, Ümeyye’yi çılgına çevirir.
Bilâl’in bu haliyle sergilediği örneklik, nitekim Âmir b. Füheyre gibi başkaca kölelerin de Bilâl gibi imanlarını açıkça ikrar cesareti göstermeleri, Mekke’nin reislerini kaybedilmiş bir mücadeleyi kazanmaya hırslandırır.
Başvurulan tedbir, tam bir zavallılık göstergesidir. Bedeninin köleliğine karşı ruhunu özgürleştirebildikleri için imanı tercih edebilmiş mü’min köleleri, bedenlerine eziyet ederek ‘yola getirmeye’ çalışırlar. Mekke’nin kızgın kayalıklarında üzerine kızgın taş konularak aç susuz güneşin altında bırakılan Bilâl, bu halde iken söylemeyi vird edindiği “Ehad! Ehad!” nidalarıyla, Ümeyye’yi ve ‘halef’lerini daha bir çılgına çevirmektedir.
Bilâl’in bu halinde “Ehad! Ehad!” diyerek Rabbini anıyor olmasında ise, tam da onun ruhunu özgürleştiren sırra işaret eden bir mânâ vardır.
ALLAH Vâhid’dir ve O’nun vâhidiyeti Kureyş müşriklerince de kabul edilmektedir. Onlar, bir ilahlar hiyerarşisi içeren şirkleriyle, ALLAH’ı hiyerarşide onun ayarında bir başka ilah bulunmayan en üstün ilah olarak görmektedirler.
Ama Ehad, onların ‘vâhidiyet’e yükledikleri bu kirli mânâyı silip süpürmekte, bu sözümona ilahlar hiyerarşisini tastamam bertaraf etmekte, âlemler Rabbinin başka hiçbir şeyin ve hiç kimsenin uluhiyetinde O’na ortak olamayacağı Tek Bir olduğunu bildirmektedir. Ehad ismi, Rabbimizi eşyanın varoluşunda işgören bütün sıfatların mevsufu ve bütün isimlerin müsemması olarak bildirir bize. Böylece, yaratma fiilinde şirke hiçbir mahal bırakmaz.
Yine Ehad ismi, ALLAH’ı ‘herşeyi yaratan’ olarak tarif eden Vahid ismine kıyasla, ‘her bir şeyi yaratan’ olarak tanıtır bize. Her bir şeyin onu başka herşeyden ayıran bir kimliği, teşahhusu, ferdiyeti, biricikliği vardır ve bu keyfiyet Ehad isminin bir cilvesidir. Her insanın bir ferdiyetinin olması, onu diğer insanlardan ayıran bir sûretinin, simasının, sîretinin ve şahsiyetinin olması da işte bu sırdandır.
Dolayısıyla, onu ‘nesne’leştiren ve efendisinin iradesine tâbiiyete, aklına teslimiyete mecbur bilen Ümeyye’ye karşı Bilâl elbette “Ehad! Ehad!” diyecektir. Her bir “Ehad!” nidasıyla, şirki âleminden büsbütün tardederken, efendisine “Ehadiyet sırrının cilvesi olarak, benim seninkinden ayrı bir şahsiyetim, aklım, iradem, tercih yeteneğim var. Ben bedenimle sana esir kılınmış olsam bile, irademi sana teslime mecbur ve mahkum değilim” mesajını da verecektir.
Bilâl’in tarifiyle ‘küfrün başı Ümeyye’yi en ziyade fitil eden sözün “Ehad! Ehad!” olması, bu açıdan bakılırsa, elbette tesadüf değildir.
Bu Asr-ı Saadet tablosundan hâzır zamana dair bir hisse devşirecek olursak; bugün ‘elinin altında’ gördüğü insanların iman tercihinden rahatsız olan, bize tepeden bakan, kendilerini üstün gören ve biz efendiniz böyle düşünür, böyle inanır, böyle yaşar iken siz nasıl öyle düşünüp inanır ve yaşarsınız öfkesiyle elindeki güce, imkâna, iktidara başvuran günümüz müstekbirlerinin bu tavrının gerisinde de Ümeyye-misal bir ruh hali vardır. Onların gözünde, bizler hizmetçi kölelerizdir; bizim onlardan ayrı bir ferdiyetimiz ve şahsiyetimiz yoktur; cüz’î iradelerimiz ise onların ‘mutlak’lık izafe ettikleri iradelerine teslimiyet için vardır.
İmanı hatıra getiren her emare, gündelik hayatta imanı tezahür ettiren her sembol, birilerini işte bu yüzden öfke ve tehevvüre sevketmektedir.
Kapanan kimi kapılar, konulan kimi yasaklar, ikna odaları, medyatik infazlar... hepsinin ardında Ümeyye-misal bir ruh-u habis bulunmaktadır.
Ümeyye’ler Bilâl’leri sevmez.
O halde, Ümeyye’lere inat, Ehad! Ehad!...
Ümeyye b. Halef, Kureyş’in reislerinden ve zenginlerindendir. Bilâl b. Rebah ise, onun Habeş asıllı siyahî kölesi...
Hz. Peygamber Rabbinden gelen “Ey örtüsüne bürünen! Kalk ve uyar! emrine binaen hakkı tebliğe başladığında, ona en sert ve en kaba tepkiyi verenlerden biridir Ümeyye. Kendisi gibi Mekke’nin zenginleri ve reisleri varken, henüz genç denilebilecek yaştaki ‘yetîm-i Ebu Talib’in vahiyle kazandığı ayrıcalık, onun d kanına dokunmaktadır. Dahası, gelen vahiy dolayısıyla, bundan böyle hayatlarını istedikleri gibi yaşayamayacaklarını, istedikleri gibi kural koyamayacaklarını, koydukları kuralı istedikleri gibi eğip bükemeyeceklerini hissetmektedir.
Bu durum, onun durumundaki hemen her Kureyşli gibi, onu da gelen vahye karşı şedit bir düşmanlığa yöneltir.
Bu düşmanlığa gelecek en büyük cevap ise, bizatihî kendi evi içindendir. Ümeyye’nin yetenekli kölesi Bilâl, efendisinin tam aksine, İslâm’ın çağrısına ilk olumlu cevap verenler arasındadır ve Bilâl’in bu durumu Kureyş içerisinde Ümeyye’nin deyim yerindeyse ‘karizmasını çizmekte’dir. ‘Yetîm-i Ebu Talib’ diyerek, anasız babasızlığından ve yoksulluğundan küçümseme devşirdikleri Muhammed Mustafa sallALLAHu aleyhi vesellem’in getirdiği mesaj, Ümeyye’nin kalbine giremese de evine girmiş, kölesi Bilâl’in kalbine çıkmamacasına yerleşmiştir.
Bu, hayatını üstünlük, efendilik, seçilmişlik, önde oluş, zenginlik ve büyüklük kavramları içerisinde kurmuş Ümeyye için tahammül edilemez bir meydan okuma niteliğindedir. Bilâl’in efendisinin verdiği işleri aksattığı filan yoktur. Bilâl aynı yetenekli Bilâl’dir. Ama Ümeyye’nin gözünde, köle Bilâl, herşeyiyle köle olma durumundadır. Sadece kol ve kas gücünü değil, ruhunu ve kalbini de Ümeyye’nin mülkiyetinde saymalıdır. Aklı Ümeyye’nin düşündüğünü onaylamak üzere çalışmalı, kalbi Ümeyye’nin inandığı üzere inanmalı; cüz’î iradesini Ümeyye’nin mutlaklaştırdığı iradesine tâbi kılmalıdır.
Ama böyle yapmamıştır Bilâl. O günün şartlarında bir köle olarak kol ve kas gücünü efendisinin hizmetinden esirgememiş; ama ‘köle’liğin ‘beden’le ilgili bir durum olduğunu, köle olmanın aklını, kalbini, iradesini ve ruhunu da efendisine teslim anlamına gelmediğini idrak edegelmiş biri olarak, Hz. Peygamberin getirdiği davet karşısında kendi tercih hakkını kullanmıştır. Ümeyye’yi rahatsız eden “Lâ ilâhe illALLAH,” Bilâl’in dünyasında gerçeğin ta kendisidir.
İşte bu kabul, Ümeyye’yi çılgına çevirir.
Bilâl’in bu haliyle sergilediği örneklik, nitekim Âmir b. Füheyre gibi başkaca kölelerin de Bilâl gibi imanlarını açıkça ikrar cesareti göstermeleri, Mekke’nin reislerini kaybedilmiş bir mücadeleyi kazanmaya hırslandırır.
Başvurulan tedbir, tam bir zavallılık göstergesidir. Bedeninin köleliğine karşı ruhunu özgürleştirebildikleri için imanı tercih edebilmiş mü’min köleleri, bedenlerine eziyet ederek ‘yola getirmeye’ çalışırlar. Mekke’nin kızgın kayalıklarında üzerine kızgın taş konularak aç susuz güneşin altında bırakılan Bilâl, bu halde iken söylemeyi vird edindiği “Ehad! Ehad!” nidalarıyla, Ümeyye’yi ve ‘halef’lerini daha bir çılgına çevirmektedir.
Bilâl’in bu halinde “Ehad! Ehad!” diyerek Rabbini anıyor olmasında ise, tam da onun ruhunu özgürleştiren sırra işaret eden bir mânâ vardır.
ALLAH Vâhid’dir ve O’nun vâhidiyeti Kureyş müşriklerince de kabul edilmektedir. Onlar, bir ilahlar hiyerarşisi içeren şirkleriyle, ALLAH’ı hiyerarşide onun ayarında bir başka ilah bulunmayan en üstün ilah olarak görmektedirler.
Ama Ehad, onların ‘vâhidiyet’e yükledikleri bu kirli mânâyı silip süpürmekte, bu sözümona ilahlar hiyerarşisini tastamam bertaraf etmekte, âlemler Rabbinin başka hiçbir şeyin ve hiç kimsenin uluhiyetinde O’na ortak olamayacağı Tek Bir olduğunu bildirmektedir. Ehad ismi, Rabbimizi eşyanın varoluşunda işgören bütün sıfatların mevsufu ve bütün isimlerin müsemması olarak bildirir bize. Böylece, yaratma fiilinde şirke hiçbir mahal bırakmaz.
Yine Ehad ismi, ALLAH’ı ‘herşeyi yaratan’ olarak tarif eden Vahid ismine kıyasla, ‘her bir şeyi yaratan’ olarak tanıtır bize. Her bir şeyin onu başka herşeyden ayıran bir kimliği, teşahhusu, ferdiyeti, biricikliği vardır ve bu keyfiyet Ehad isminin bir cilvesidir. Her insanın bir ferdiyetinin olması, onu diğer insanlardan ayıran bir sûretinin, simasının, sîretinin ve şahsiyetinin olması da işte bu sırdandır.
Dolayısıyla, onu ‘nesne’leştiren ve efendisinin iradesine tâbiiyete, aklına teslimiyete mecbur bilen Ümeyye’ye karşı Bilâl elbette “Ehad! Ehad!” diyecektir. Her bir “Ehad!” nidasıyla, şirki âleminden büsbütün tardederken, efendisine “Ehadiyet sırrının cilvesi olarak, benim seninkinden ayrı bir şahsiyetim, aklım, iradem, tercih yeteneğim var. Ben bedenimle sana esir kılınmış olsam bile, irademi sana teslime mecbur ve mahkum değilim” mesajını da verecektir.
Bilâl’in tarifiyle ‘küfrün başı Ümeyye’yi en ziyade fitil eden sözün “Ehad! Ehad!” olması, bu açıdan bakılırsa, elbette tesadüf değildir.
Bu Asr-ı Saadet tablosundan hâzır zamana dair bir hisse devşirecek olursak; bugün ‘elinin altında’ gördüğü insanların iman tercihinden rahatsız olan, bize tepeden bakan, kendilerini üstün gören ve biz efendiniz böyle düşünür, böyle inanır, böyle yaşar iken siz nasıl öyle düşünüp inanır ve yaşarsınız öfkesiyle elindeki güce, imkâna, iktidara başvuran günümüz müstekbirlerinin bu tavrının gerisinde de Ümeyye-misal bir ruh hali vardır. Onların gözünde, bizler hizmetçi kölelerizdir; bizim onlardan ayrı bir ferdiyetimiz ve şahsiyetimiz yoktur; cüz’î iradelerimiz ise onların ‘mutlak’lık izafe ettikleri iradelerine teslimiyet için vardır.
İmanı hatıra getiren her emare, gündelik hayatta imanı tezahür ettiren her sembol, birilerini işte bu yüzden öfke ve tehevvüre sevketmektedir.
Kapanan kimi kapılar, konulan kimi yasaklar, ikna odaları, medyatik infazlar... hepsinin ardında Ümeyye-misal bir ruh-u habis bulunmaktadır.
Ümeyye’ler Bilâl’leri sevmez.
O halde, Ümeyye’lere inat, Ehad! Ehad!...