:: Duygusuz.com - Dostluk ve Arkadaşlık Sitesi
Konuyu Oyla:
  • Derecelendirme: 0/5 - 0 oy
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Gönül Ayinesi
Firari Fırtına
#1
Gönül Ayinesi“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, Allah Rasulü Muhammed’den Habeş Necaşisi Ashama’ya.


‘Mektup’ diye bir tür olmasaydı, geçmişin perdeleri hep örtük, kişilere ve olaylara ait bilgilerimiz hep yarım kalacaktı. Aslında her mektup, bir anlamda, tarihi bir vesikadır. İlahî mektuplar, peygamber mektupları, asker mektupları, fermanlar, resmi mektuplar, anne-baba-evlat mektupları, arkadaş mektupları ve yâr mektupları… Edebiyat dünyasındaki mektuplar… Hepsi önemli, hepsi değerli! Hepsi candan özge ve baş üstünde tutulmuş, saklanmış en derûn köşelerde.

Zarf heyecanla açıverilir, içinden ne çıkacak diye merak edilir… Kağıt nasıl; ne şekilde ve ne renk? Yazı, ne kadar titrek, ne kadar coşkulu ve taşkın… Heyecandan ufak tefek sürçmeler olmuş mu yahut uzun mu, kısa mı? Öyle an olur ki, sayfalar yetmez, az gelir. Bazısı da bir cümleciktir kağıda dökülüveren, lakin deryaya bedel bir damlacıktır, o tek cümle; “Rotasızlığımın ortasında ölüm yağıyor kelimelerime yani yoldaşlarıma, su...”

Görüntüsü, maddesi çok da önemli değildir aslında, çoğunlukla dikkat edilse de… Önemli olan, zarfın bir gönle diğerini taşıdığıdır! Bir gönlün diğerine yansıttığıdır, ayna misali… “Işığı yansıtmanın iki yolu vardır; ışığı yansıtan mum veya ayna olmak.” Kalp sevgiyle atıyorsa eğer, her tik tak, bir ışık misali yansıyacaktır, dalga dalga… bazı ses, bazı söz, bazı da yazı olarak! İşte, mektup; kalbin yazıyla yansımasıdır. Hayatın zorluğu ve karmaşası içinde bir nefes arası olacaktır her bir zarf; yolu gözlenen, hasretle beklenen…

Peygamber mektuplarının en güzellerinden ve bilinenlerinden bir örnektir; gülüşünde kainatın tebessüm eylediği Güllerin Efendisi tarafından Habeş Necaşisi’ne gönderilen kutlu nâme:

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, Allah Resulü Muhammed’den Habeş Necaşisi Ashama’ya. Kendisi’nden başka İlah bulunmayan gerçek hükümdar, mukaddes, selam, koruyucu, kurtarıcı olan Allah’ın övgüsünü sana iletirim. Tasdik edip şahadet ederim ki Meryem oğlu İsa Allah’ın Ruhu ve Kelimesi’dir. Kendisine dokunulmamış Meryem’e nasib edilmiştir. Böylece Meryem, İsa’ya hamile kalmış, Allah Teala da Ruh ve Nefesi’nden olmak üzere Âdem’i nasıl yarattıysa onu da öylece yaratmıştır. Seni tek olan ve eşi bulunmayan Allah’a çağırıyorum. O’na itaat konusunda karşılıklı yardıma çağırıyorum. Beni takip et, bana uy ve bana gelen şeye iman et. Muhakkak ki ben, Allah’ın Resulüyüm. Bu nedenle seni ve etrafında bulunan askerlerini Allah’a iman etmeye davet ediyorum. Nasihat ve sözlerim size ulaşınca kabul etmenizi tavsiye ederim. Amca tarafından yeğenim olan Cafer’i yanında az sayıda Müslüman grubuyla beraber sana doğru yola çıkarıyorum. Selam gerçek hidayet yolu üzerinde bulunanlara olsun.” Ve yolları hasretle beklenmiş, belki de gözyaşlarıyla… Kimi zaman da müjdelik vesilesi olmuş mektuplar… hele ki yârdansa… Plinius’tan hanımı Calpurhia’ya, M.S. 100 dolayları: “Mektubunda diyorsun ki yokluğunu ta iliklerimde hissediyorum; siz yanımda yokken biricik avuntum, yazdıklarınızı elimde tutup defaatle başucuma oturduğunuz yere koymak... Beni özlediğinizi ve böylesi bir avuntuyla iç huzura eriştiğinizi düşünmek hoşuma gidiyor doğrusu. Ben de her daim sizden gelen mektupları okuyor ve adeta yeni gelmişler gibi kerrelerce elime alıyorum; ama bu, size olan özlemimi körüklemekten öte bir işe yaramıyor. Mektuplarınız benim için bunca değerli olduğuna göre, sizinle birlikte olmaktan ne büyük bir mutluluk duyacağımı tasavvur edebilirsiniz. Bana elemle karışık bir haz veriyorsunuz ama, yine de mümkün olduğunca sık yazın.”

Bir mektup ki yolu hasretle beklenen… gelişi, hem sevinçtir hem hüzün… yakar gönlü, buram buram yol alır gönül kokusu ve yâre ulaşır… mekan kaybolur, zaman yok olur… sadece gönül vardır… hasret ve vuslat, dembedem!

Goethe’den Stein’a, (28 Haziran 1784): “Tüm varlığımla senin olduğum için bilsen ne kadar mutluyum, hele yakında sana kavuşacağım için... Seni her halinle seviyorum, yaptığın her şey seni bana daha çok sevdiriyor.”

Carl Maria Weber’den nişanlısına, (26 Temmuz 1814): “Mektubunda, ne kadar güzel, ne kadar yürekten ve ne kadar samimisin! Sevgi içinde bir güvenin var. Ah! Seni şu kalbime kondurabilsem... Senin için nasıl çarptığını duyardın. O zaman bambaşka bir adam olurdum. Bütün neşe ve kuvvetimle işime koyulurdum.”

Ve mektup ki yorgun bedene derman olur; gözlere fer; gönle nur adeta… çalışma azmini perçinler, şevkle bileylenir okuyucusu…

Robert Schumann’dan Clara’ya, (18 Aralık 1838): “Beni çok teskin eden ve içten mesut eden son iki mektubunu aldım. Benim gibi zavallı bir sanatkâra yaptığın bu iyilikler için çok teşekkür! Tanrı neşemizi bozmasın. Mektuplarının arası uzarsa, kuvvetim azalmaya başlıyor.”

Mektup, en değerli hediyedir bazen… sanki hazine sandığı! İlham kutusu… üzüntüye neşe, kalbe sevgi üstüne sevgi… hastalıklara ilaç…

Elizabeth Barrett’ten Robert Browning’e, (10 Ocak 1846): “Bilmem biliyor musunuz, bana kendinizi düşünmemi söylediğinizde, sizi böylesine çok düşünmekten -belki de haddinden fazla- yalnızca sizi düşünmekten arlanıyordum? Bilmem size söylesem mi? Bana öyle geliyor ki dünyada gelmiş geçmiş hiçbir erkek, hiçbir kadın için, sizin benim olduğunuz kadar önemli olmamıştır. … Tanrı’ya emanet olun!”

Sürgünde (yahut vatandan uzakta) dost ne değerlidir, canlı şahidi kelimeler… İşte böyle anlarda, dostun zarflanıp, hal hatır sormaya gidişin adı mektup!

Namık Kemal’den Abdülhak Hamid’e, (3 Mart 1875): “...Okudukça gönlüm karşıma çıkmış da bana teselli verir zannettim. Sahiden Magosa dedikleri zindan-ı cehaletten kurtulmuş da bir meclis-i edeb ü irfan içine düşmüş kadar memnun oldum.”

Bazı zaman da mektuplar, bir itirafnâme… öylesine içten, samimi, saf… düşüncelerin teklifsizce kağıda aktarımı… dilekler ve dualar satır satır…

Hüsn’den Aşk’a: “Bismihu subhanehu. İyiyi de kötüyü de yoktan var eden Allah’ın adıyla... Hayat veren ve Rahman olan Allah’ın adıyla başlıyorum mektubuma. O, göğü yerden yüksekte tuttu ve oradan yere rahmet indirdi. İstek sahiplerinin isteğini verdi. Söz sahiplerini meşhur etti. Ümmetin şefaatçisine, onun arkadaşlarına ve evladına selam olsun. Bu mektup canım sevgilime gitsin. Bu öyle bir âh ki göklere ulaşsın. Gönül ıstırabı anlatılmasa da ateş gibi sıcaklığı dışarı vurduğundan gizlenemez. Fakirin mektubunun kağıdı gönlü gibi buruşuktur. (…Wink İş sende biter. Tedbiri sen almalısın. Ey ay yüzlü, sözlerim burada son buldu. Allah sonunu hayretsin.”

Aşk’tan Hüsn’e: “Hû ile… Her şeyden münezzeh Allah’ın adıyla... Aklı ve ruhu yaratan, belâ dünyasını imar eden, iki sevgiliyi birbirinden ayıran, Hüsn’ü parlak bir güneş yapan, Aşk’ı onun ateşinde yakan, ümitsize kavuşma ümidi veren, dostluğa alışkın olanları hasrete esir eden Allah’ın adıyla... Temizlerin en büyüğü Fatma’nın babasına ve bütün aile efradına selam olsun. Siyah bir kıvılcım olan bu mektup yüreğimin ateşinin külüdür. Yolu bir cennetten geçer, fakat o cennetin baharının gülü ateştir. Söz her ne kadar canlıların bir özelliği ise de dünya bu, bazen ölüyü de konuşturur. (…Wink Allah şahidim, canım ise azığımdır. Biraz sabret, feryat etme, bakalım Allah neylerse güzel eyler. Bu mektubumu sakla. Bu canını koruyan bir tılsım olsun. Yeminini unutma.”

Hürrem Sultan’dan Kanunî’ye: “Hazreti Sultanım, Yüz(ümü) yere koyup kutsal ayağınızın bastığı toprağı öptükten sonra, benim devletimin güneşi ve sermayesi sultanım, eğer bu ayrılığın ateşine yanmış ciğeri kebap, göğsü harap, gözü yaş dolu, gecesini gündüzden ayırt edemeyen, özlem denizine düşmüş çaresiz, aşkınız ile divane, Ferhat ile Mecnun’dan beter tutkun kölenizi sorarsanız ne ki, sultanımdan ayrıyım. Bülbül gibi ah ve feryadım dinmeyip ayrılığından (öyle) bir hâlim var ki Hak kâfir olan kullarına dahî vermesin.”

Ziya Gökalp’ten kızı Seniha’ya: “Kızım Seniha! Sevgili kızım, bu hafta da mektup alamadım. Fakat ehemmiyeti yok. Mektup alamasam da almış gibiyim. Kalplerinizi bir kitaptan daha iyi okuyabilirim. Mektubunuz gecikmiş olsa ne çıkar? Sıkıntıda olup olmadığınızı anlamak isterim. İnsaniyet artık daimî ıstıraplardan kurtulacaktır. Böyle buhranlı zamanlar büyük mefkûrelerin (ülkülerin) büyüyüp yayılacağı bir zamandır. İnsanları kurtaracak mefkûrelerdir. Mefkûre her memleketi bir cennet yapacak, her millet kendi cennetinde hür ve mesut yaşayacaktır. İstikbalde (gelecekte) artık haksızlık, adaletsizlik, hürriyetsizlik yoktur. Kin, husumet (düşmanlık), tamah, haset yoktur. Fertler birbirini sevecek, milletler birbirini sevecek, dinler birbirini sevecek, medeniyetler birbirini sevecek. Bugün insaniyet köprü üzerinde bulunuyor. Cehennemle Cennet üzerinde bir köprü…”


Ranier Maria Rilke’den Kappus’a (Fruborg, Jonsered, İsveç, 4 Kasım 1904): “…Benden bir şey daha söylememi isterseniz, şunu derim size: Sizi avutmaya kalkacak kişinin kendisi, sizin bazen hoşunuza giden yalın ve sessiz sözcükler arasında zahmetsiz yaşayıp gidiyor. Yaşamı çileler ve hüzünlerle dolu ve çok daha kötü, sizinkinden. Gelgelelim, bir başka türlü yaşasaydı, sizin için o avutucu sözcükleri de bulamazdı.”


Nazım Hikmet’ten Piraye’ye (939 / 5 Haziran): “Sevgili karıcığım, Sana bu mektubu Cerrahpaşa Hastanesi’nden, eski yattığım
ve şimdi yatmakta olduğum karantina koğuşundan yazıyorum. Dünya! Dün gece bu vakitlerde senin yanındaydım. Mesuttum. Fakat ne kadar mesut olduğumu ancak şimdi o saadeti elden kaçırdıktan sonra anladım. Anlıyorum. Bir tanem. Sevgili karıcığım. Seni perşembeye beklerim. Yine ziyaret günleri hayatıma girdi. Yine ömrümün tek manası var: Ziyaret günlerini beklemek... Tercüme ettiğim romanı, içindeki tek ve yarı kalmış sarı kâatla beraber getir...”

Cemal Süreyya’dan karısı Zuhal’e (12 Temmuz 1972): “Zuhal’im! Hayat, hayatımsın. Bunu bilmeni isterim. En önce bunu bilmeni. Bir de şeyi bilmeni isterim: Benden yanlış yere, yok yere kuşkulanıyorsun. Sana hiçbir zaman hayınlık etmedim ben. Edemem. Kaç yıldır evliyiz, yan yanayız. Hâlâ başım dönüyor senlen, esrikim senlen, seviyorum seni. Her geçen gün daha büyük bir aşkla. N’olur, akkavakkızı, anla beni. Bu sevgimi hor görme. Kendininkine uydur, yakıştır. Bu satırları ilk evimizin altındaki kahvede yazıyorum. Ve ben seni o ilk günlerdekinden daha büyük bir tutkuyla seviyorum. Biz iki ayrı ırmak gibi ayrı yerlerden kopup geldik, kavuştuk bir noktada, yanıbaşımızdan küçük bir kol da alarak büyük bir nehir meydana getirdik; birlikte akıyoruz şimdi. Nicedir bu böyle. Hep de böyle olacak. Denize dökülene, ölene dek. Bizim için tek koşul mutluluk olabilir. Hiçbir şey bozamaz birliğimizi. “Üçüz, gözüz biz.” Sen de öyle düşünmüyor musun? Ne tuhaf, son bir iki ayda sen, benden biraz uzaklaştın, araya mesafeler, tedirginlikler sokuyorsun diye düşünürken, o sırada sen de aynı şeyleri düşünüyormuşsun. Bunlar aşkın halleri, aşkın zaman zaman kişinin önüne çıkardığı ezinçler, üzünçler herhalde. Bunu böyle yorumlamak gerekir. Bir de seviyorum seni. Tek dalımsın. Memo’yla birlikte, ama ondan da öncesin. Bunu böylece bilesin. Bilinmelidir bu. Yalnız seninle güçlüyüm. Sen olmasan bir anlamım olamaz. Sev beni. Her şeyimi sana borçluyum. Sana rastladığım sıralar yıkıntılıydım. Sen onardın beni. Tuttun elimden kaldırdın. Ben de ekmek gibi öptüm alnıma koydum seni, kutsadım. Sen hastanedeyken her gün yazacağım sana. Seni nice sevdiğimi anlatacağım. Yüzüğünden öperim.”

Çok güzel, az güzel veya sadece bir selam olsun, lakin sevdiceğimin (arkadaşımın, ailemin, …Wink ellerinde olsun ve de kelimelere değsin bakışları düşüncesiyle yazılsın… mektup, mektuptur, işte öyle!

Ve tarifsizse muhabbet gönülde, o zaman mektup gönül ayinesi değil, belki de bizatihi gönül… hürmet, muhabbet ve dua ile bezenmiş bir can… okuması doyumsuz; cümle dillere tercüman, bin mektuba bedel bir mektup!

Mektuplar hâlâ canlı aslında… (olmalı!) teknolojiye inat değil, teknoloji yardımıyla belki! Gönlün kağıtlara aktarılmasıyla zarflandıysa; el yazısıyla yazıldıysa, hani harflerin kişinin karakterini simgelediği… Tabii ki daha kıymetlidir böylesine bir mektup. Kalemin raksıyla, gönüllerden kağıtlara aktarılanlar duyguları daha ziyade belli etse de teknolojik mektuplar da -mailler- güzel, değil mi ki mektup!..

Mektup bahsi, çok kelime döktürür kalemimden. Voltaire’in on sekiz bin mektubu olduğunu, Goethe’nin Stein’e bin beş yüzü aşkın mektup ve not gönderdiğini okuduğumda, yerel bir dergide, ne çok hoşuma gitmişti.

Gönül, çocuk, yağmur, kar, insan, … yani ki cümle kâinat, mahlukatın şerefli okuru için yazılmış birer mektuptur. Şiir, hikâye,
deneme; her bir kitap dahi bir mektuptur; “Denize atılan bir şişe her kitap. Asırlar, kumsalda oynayan birer çocuk. İçine gönlünü boşalttığın şişeyi belki açarlar, belki açmazlar.” demektedir Cemil Meriç, ben ise her kitabı bir mektuba benzetirim, zarfının açılmasını bekleyen… kimini yalnız okumak güzel, kimini birlikte; kimini bir gönle bir gönül ekleyerek, kimine bir gönle bin gönül… Bazen mekanın bizzat içinde olmak, zarfın içinde… bazen de bir pencere genişliğinde dünyaya açılabilmek, yani gönüllere!

Her mektup, yazdığınız ve okuduğunuz… sizden bir parçadır… sizin kelimelerinizle sizi anlatan; bundan ötürü değerlidir yazdığınız ve aldığınız her mektup. Bunu biliniz! “Kim ki mektubu yalnız ak kağıt üstünde kara yazı zanneder, aldanmıştır. O, gölgesi kağıda düşmüş bir yürektir ki dokunanı yakar!” dediği gibi güzel gönüllü kalem erbabının… Öylece yazınız ve okuyunuz her bir mektubu…



Elif KONAR
Ara
Cevapla
Firari Fırtına
#2
Eeee ................. Anladınızmı ?
Ara
Cevapla


Hızlı Menü:


Konuyu Okuyanlar: 1 Ziyaretçi
  Tarih: 12-03-2024, 09:38 PM