MEZAR NOTLARI
Mezar bir tarihtir. Mezar bir kitaptır.
Mezar bir ibret levhasıdır.
Yeter ki insan, gönlünün gözüyle bakabilsin, ruhuyla idrak edebilsin kabirleri.
Mezar terbiye ocağı, mezar muhasebe mekanıdır.
Mezarlar vahiy ölçüsüyle ve ötenin hesabıyla isabetli kararların alınabileceği,
ince duyguların Kuran ve sünnet ile değerlendirileceği berrak yerlerdir.
Anlamını ve yaşama gayesini yitiren kentlerin ve insanların yanında,
en diri,
en canlı,
en anlamlı şehirlerdir mezarlar...
Mezarlar diri, mezarlar canlıdır...
Özünden ve özümüzden bakınca mezarlara, susarak anlatımın en mükemmel noktasını görürüz.
Hele siz bir gidin oraya ve tanışmaya çalışın oradakilerle ve birbir dinleyin özgeçmişlerini.
Ağaçları sizlere nasihat eder, taşları bile nasihat eder mezarların.
Eğilin eğilin de ruhunuzun haskulağıyla bir dinleyin gelen sesleri.
Her kulak öze nisbetince birşeyler duyacaktır orada.
Bakmasını bilen gözler, işitmesini bilen kulaklar neler görmez, neler işitmez ki mezarlarda...
Şimdi ada:2, parsel:1008 'de bulunan kabrin başındayız.
Namık oğlu, Hatice eşi Hasan Şenol...
Doğum:1938 ölüm:1984
Herhalde yakında ziyaretçisi gelmiş, üzerine konan çiçekler henüz kurumamış.
Kabrin başucunda iki tane buruşmuş,
burun veya gözyaşı silinmiş kağıt mendiller,
kimbilir hangi duyguların anlatımını yansıtıyor?
Kabrin üzerine şimdilik topraktan başka ağırlık konmamış.
Siparişleri verilmiş, yakında mermerlenecekmiş.
Mezarın mermerleneceğini ben duydum ben duydum ama kendisi biliyor muydu?
Mezarın mermerle kaplatılacağını bilse sevinirmiydi?
Mermersiz mezarlara bakarak,
kendisine yapılacak mermerli mezar ile gururlanırmıydı?
Kendisine haber vereyim düşüncesiyle;
"Mezarın mermerle kaplatılacakmış"diye fısıldadım.
"Git işine be adam, bana ne mermerden" haykırışı sanki iç dünyamda yankılandı.
Mezarı mermer kaplanmış veya kaplanmamış O'na ne faydası vardı?
Peki bu mezarları mermerle kaplatanlar, bunu kimin için yapıyorlardı?
Sorumdaki saflığıma kendim de gülümsedim.
Kimin için yaptıkları, kimin için yapacakları belli değil miydi?
'Elalem ne der' endişesiyle kendi itibarları, kendi şanları kendi şerefleri için yaptırmıyorlarmıydı?
Bunlar hem toprağın üstünden hem de toprağın altından gafil kimseler değil miydi?
Şimdilik sade bir görünümde olan toprağa tekrar terar baktım.
İzmir'in bayındır kazasında 1938 yılında doğan Hasan Şenol, ailesiyle beraber sekiz yaşındayken İzmir'e yerleşmiş.
Ortaokul mezunu olan meyyit, Diyarbakır'da askerliğini yapıp 1963 yılında evlenmiş.
Kürtaj silahıyla kaç çocuğunu, hangi suçtan dolayı öldürdüğünü veya öldürttüğünü siz sormayın.
Çünkü biliyorsunuz ki bunu Rabbimiz soracak.
Bir yolsuzluk iddiasıyla çalıştığı bankadan atılan Hasan Şenol, bulunduğu mahallede bir kahvehane açarak yaşamını sürdürmüş... Değişik kesimlerden insanlarla karşılaşıp, onlarla çeşitli mevzularda konuşan Hasan Şenol, çenesi laf eden, bulunduğu konumda kendisini haklı görüp, haklı çıkaran bir mizaca sahip birisi.
Kahvehanede kumar oymatıp, içki içirmesine rağmen müslümanlığına toz kondurmaz ve kalbinin temizliğini her fırsatta dile getirirdi.
Bağkur emekliliğine dört yıl kala karşılaştığı müslüman tipli insanlara, "Emekli olduktan sonra bu işlere tövbe edip namaza başlayacağım" derdi.
Ancak ne olduysa, 1984'ün nisan ayının ilk haftası oldu...
Eski bir dostuyla, kahvede masanın kenarında içki içmekteyken, hesap yüzüden çıkan bir tartışmada araya girmiş ve dört yerinden bıçaklanmıştı.
Hastaneye kanlar içinde götürülürken ölümün soğuk çehresiyle karşılaşıyor, yaşantısının muhasebesini yaparken haklı bir telaşa kapılıyordu.
Şimdi ölmenin sırası mıydı !
Daha tevbe edecek, içkiyi ve kumarı bırakacaktı.
Bu halde, üstelik içkiliyken nasıl kabre girecek, hangi yüzle Allah'ın huzuruna çıkacaktı?
Kızı aklına geldi: "Keşke manken olmasına izin vermeseydim" diye geçirdi içinden.
Sahi ya ! Manken olmasına, orasını burasını açmasına, elalemin erkeklerine teşhir etmesine neden izin vermişti ki?
Dilinin ucuna gelen '(..............editlendi)!' ifadesini, köpek dişleriyle ısırıp, azı dişleriyle öğütmek istedi.
Oğlu aklına gelince sanki beşinci, altıncı, yedinci bıçak darbesini yemişti. Sövdü, küfretti...
Kendisinin yetiştirmediği, kendisinin terbiye vermediği oğluna bir daha bir daha küfretti.
Tekrar kendine döndü.
Ölmemeliydi.
Ne yapıp edip ölmemeliydi.
'Kurtulursam ilk işim namaza başlamak diye geçirdi içinden.
Namaza başlamak için bu dört seneyi de nereden çıkartmıştı ki?
İnsan bu dört sene yaşayacağı ne malum?
Ya hemen ölürse!
Ya hemen ölürsem!
"Yok yok ölmemeliyim, ağzım da leş gibi rakı kokuyor..."
Başını tutan adamın sesini duydu:
'Birader hızlı sür adam ölecek.
Çok kan kaybediyor...
"Kim ölecek?
Ben mi, ben mi öleceğim !??
Ben ölmemeliyim, ben yaşamalıyım.
Çünkü ben tevbe edeceğim, çünkü ben namaz kılacağım,
çünkü ben hıkkk...hıkkk...
ben ölmemeliyim, ölmeyeceğim, ölmeyeceğim...
İçkili halde hiç ölünür mü?
Keşke içmesedim, keşke namaz kılsaydım, keşke..."
-Kardeşim hızlı gitmene gerek yok, öldü adamcağız...
Bu özgeçmiş ile Hasan Şenol'un kabrine tekrar tekrar bakıyoruz ve 'keşke' hayırışlarının
aynı dirilik ve aynı canlılıkla tekrarlandığını görüyoruz:
Keşke...keşke...keşke...
Bölüm 3
Yakıcı güneş ve rüzgarsız bir gün.
İç anadolu yörelerinde bir köy mezarlığındayım.
Samimiyetle sordum kendime;
"Neden buradayım?",
"Niçin ölülerin arasındayım?"
Yalnızlığı sevdiğim bir gerçek, bahar gibi yeşeren yalnızlığı...
Fakat sadece bu değil beni mezarlıklara çeken, sadece yalnızlık isteği değil...
Babamın gömüldüğü günü hatırlıyorum..
Beni öpen, beni koklayan ve"Oğluum" diyerek beni kucaklayan babamın gömüldüğü günü.
Toprak kazılmıştı. Toprağın bağrında bir babaya, bir oğulun babalı dünyasına yer açılmıştı.
Bir çukur, bir baba, bir oğul ve baba ile oğul arasına atılan kürek kürek kara toprak.
Kürek tutan ellere bakıyordum. Babamı kara toprak ile örten yüzlere bakıyordum.
Donuk yüzler, ağlamasını bilmeyen gözler ve ne yaptıklarından habersiz eller.
"Babam" diyeceğim, sarılıp elini öpeceğim, nazlı nazlı isteklerde bulunacağım babam, babacığım gömülüyordu.
"Neden ve niçin" sorularıma, Fahri hocamız benim anlayabileceğim bir şekilde cevap vermişti; " Allah'ın
emri, her yaşayan ölecek ve kıyamet günü diriltilerek hesap verecek... "
İşte o günden sonra, babamı örten kara toprak bana yabancı ve benden uzak olmadı.
Toprağın üstüne basıp, toprağın altında gezindiğim günler, ölümü yakinen düşündüğüm günlerdi.
Ve mezarlıklar!.
Bana yaşama fırsatını, pişmanlıkları, gafleti, İlahi hesabı hatırlatan mezarlıklar.
Mezarlıklara gelmekteki asıl maksadım bu olsa gerek. Onları görmek, onları duymak ve onlalardan ibret almak...
İnsan kendisini sık sık hesaba çekmeli.
Topluma indiğimiz ve topluma Rabbani doğruları götürdüğümüz bazı zamanlarda kendimizi unutabiliyoruz.
Bakışlarımı kendime, içime yönelttim.
Gözyaşı ve kalbe ait buruk sözlerle tevbe, dua, hamd ve şükrettim.
- N'aber Hüseyin ağa!
Sesin geldiği yöne döndüm. Garip bir adam, bir kabrin başında durmuş ve kabre doğru sesleniyordu...
- N'aber? Sana yaşarken "N'aber" diye sorduğum da göbeğini tutarak; "İyiyiz İyiyiz" derdin.
Şimdi de iyimisin haa, şimdi de iyi misin Hüseyin ağa?.
Demedim mi sana, dediim...
Anlatmadım mı sana, anlattııım...
Ne oldu malın, haa ne oldu malın?
Allah yolunda kullanmadığın, Allah'a vermediğin mallarını oğlun şeylere veriyor, şeylere...
Yine İstanbul'da kıymetli oğlun.
Sen Istanbul'a gidince camileri gezerdin ya, oğlun pavyonları geziyor...
Yooo kızma, kızma Hüseyin ağa! Onu ben değil, sen yetiştirdin.
Demedim mi sana, haa demedim mii!
Oğlana Allah'ın hükmünü öğret, ben öğreteyim demedim mii?
Dediim... Ya sen, sen ne yaptın?
Söyle söyle utanma...
Beni muhtara şikayet ettin. Şimdi de et Hüseyin ağa, şimdi de et.
Bak muhtar da orada yatıyor!...
- Hey muhtar, Hüseyin ağanın şikayeti var..
Hayretle izlediğim bu garip adam ilerleyerek başka bir kabrin başında durdu.
-Duydun mu muhtar! Hüseyin ağanın şikayeti var.
Duymuşsundur, sen duymuşsundur.
Senin köyde duymadığın haber olur mu?
Hele şimdi, şimdi daha iyi duymuşsundur.
Hadi muhtar hadi, yine beni şikayet et.
Bir altı sene daha yatayım.
Yine uydur ne uyduracaksan!..
Şikayet etsene muhtar, şikayet etsene...
Niye cevap vermiyorsun, öldün mü be adam!
Öldün mü?
Haa, sahi sen ölmüştün değil mi?
Vah vah vaah..
Eeee şimdi kim şikayet edecek?
Du sana söyleyim, ben..."
Şimdi ben şikayet edecem!...
Kime mi? Seni oraya upuzun yatırana muhtar!
Nasıl rahat mısın orda?
Devlet güvencesi orda da va mı?
Söyle vaa mı yardımcın, yardım çağrıyon mu?
Çağır, çağır muhtar, çağıır... Daha çok çağıracaan!...
Eeee, artık anladın değil mi muhtar? Artık anladın...
Allah'tan başka dost olmadığını, Allah'tan başka yardımcı olmadığını artık anladın,
anladın ammaa iş işten geçti...
Değişik mezarları gezen bu garip adam, bazen elini öfkeli bir şekilde kaldırıyor,
bazen ılık ve sevecen bir sesle hitabetini sürdürüyordu.
-Eee, kendisine imam denilen zat na'beer'?
Şimdi de mevlid okuyup, yolunu buluyon mu?
İndirmediğin hatimlere müşteri çıkıyo mu?
Yine arkanda, sana cahilce hürmet eden cemaat va mı?
Onlara yine aynı müfredatı okuyon mu?
Haa sahi, anlatmadığın, gizlediğin hükümler n'oldu?
O hükümleri yine gizleyebiliyon mu?
Söyle; söyle gizliyon mu?
Gizleyemeyon, hiç gizleyemeyon...
Allah'ın hükmü kullardan gizlenir, gizlenir de, Allah'tan giızlenir mi?
Gizlenmeez.. Gizlenmez elbet,
Şimdi anladın, anladın ya geçmiş ola!
Yüz altmış üçten kurtuldun,
kurtuldun ammaa, AIlah'ın hükmünden nasıl kurtulacaksın?
Biraz evvel muhtarla konuştum; halinden hiç memnun değil.
Hüseyin ağa da öyle...
Yine onlara iltimas geçecek, onlara cennet vadedecek misin?
Allah'a inanıp, tağuta kulluk yapan o zavallılara cennet va'dedecek misin?
Öldükleri zaman onlara kelime-i şehadetin manasını sorsalar, hangisi bilecek?
Tabi bilmezler, sen anlatmadın ki!...
Anlattın mı? Anlatmadın...
Anlatmadığın yetmiyomuş gibi benim anlattıklarımı da tevil ettin, geçiştirdin..
Onlardan çoğu da senin dediğine inandı.
Şimdi de seninle beraberler.
- Şükret kabirlerinden kalkamıyorlar.
Yoksa gelip kemiklerini kıracaklar..
-Öyle değil mi muhtar, öyle değil mi Hüseyin ağa!...
Öyle, öyle ya iş işten geçtii. Vay sizin halinize...
Bir hayli şaşırmıştım.
Mezarlar arasında gezen bu adam kimdi?
Ölüleri tanıdığına göre bu köyden olmalıydı.
Söylediklerini ve mezardakileri düşünüyordum.
Hüseyin ağayı,
Muhtarı,
Namaz kıldıran zatı...
Bunlar bizlere yabancı olan tipler değildi.
Bu gibi insanlarla aynı toplumda bulunuyor ve aynı toplumda yaşıyorduk.
Bu gibi insanların rahat ve cahilane yaşantılarını düşündüm...
Oysa burada yatan onlardı.
Burada yatacak olan onlardı...
Bu sesin onlara yaşıyorken ulaşması, bir kez, bir kez daha,
bir kez daha ulaştırılması gerekiyordu..
Sesin kesildiğini fark ettiğimde etrafıma baktım.
Ölülere seslenen garip adam yoktu.
Oysa konuşmak isterdim kendisiyle; ölülere böyle konuşan bu adam,
dirilerle kimbilir nasıl konuşurdu?
Mezardan aceleyle ayrılarak köye doğru yürüdüm.
Görmedim, göremedim o garip adamı... Bazı
köylülere sorduğumda tanımadıklarını, belki de "Deli hoca" olabileceğini söylediler.
Deli(!) hoca!...
Mezar bir tarihtir. Mezar bir kitaptır.
Mezar bir ibret levhasıdır.
Yeter ki insan, gönlünün gözüyle bakabilsin, ruhuyla idrak edebilsin kabirleri.
Mezar terbiye ocağı, mezar muhasebe mekanıdır.
Mezarlar vahiy ölçüsüyle ve ötenin hesabıyla isabetli kararların alınabileceği,
ince duyguların Kuran ve sünnet ile değerlendirileceği berrak yerlerdir.
Anlamını ve yaşama gayesini yitiren kentlerin ve insanların yanında,
en diri,
en canlı,
en anlamlı şehirlerdir mezarlar...
Mezarlar diri, mezarlar canlıdır...
Özünden ve özümüzden bakınca mezarlara, susarak anlatımın en mükemmel noktasını görürüz.
Hele siz bir gidin oraya ve tanışmaya çalışın oradakilerle ve birbir dinleyin özgeçmişlerini.
Ağaçları sizlere nasihat eder, taşları bile nasihat eder mezarların.
Eğilin eğilin de ruhunuzun haskulağıyla bir dinleyin gelen sesleri.
Her kulak öze nisbetince birşeyler duyacaktır orada.
Bakmasını bilen gözler, işitmesini bilen kulaklar neler görmez, neler işitmez ki mezarlarda...
Şimdi ada:2, parsel:1008 'de bulunan kabrin başındayız.
Namık oğlu, Hatice eşi Hasan Şenol...
Doğum:1938 ölüm:1984
Herhalde yakında ziyaretçisi gelmiş, üzerine konan çiçekler henüz kurumamış.
Kabrin başucunda iki tane buruşmuş,
burun veya gözyaşı silinmiş kağıt mendiller,
kimbilir hangi duyguların anlatımını yansıtıyor?
Kabrin üzerine şimdilik topraktan başka ağırlık konmamış.
Siparişleri verilmiş, yakında mermerlenecekmiş.
Mezarın mermerleneceğini ben duydum ben duydum ama kendisi biliyor muydu?
Mezarın mermerle kaplatılacağını bilse sevinirmiydi?
Mermersiz mezarlara bakarak,
kendisine yapılacak mermerli mezar ile gururlanırmıydı?
Kendisine haber vereyim düşüncesiyle;
"Mezarın mermerle kaplatılacakmış"diye fısıldadım.
"Git işine be adam, bana ne mermerden" haykırışı sanki iç dünyamda yankılandı.
Mezarı mermer kaplanmış veya kaplanmamış O'na ne faydası vardı?
Peki bu mezarları mermerle kaplatanlar, bunu kimin için yapıyorlardı?
Sorumdaki saflığıma kendim de gülümsedim.
Kimin için yaptıkları, kimin için yapacakları belli değil miydi?
'Elalem ne der' endişesiyle kendi itibarları, kendi şanları kendi şerefleri için yaptırmıyorlarmıydı?
Bunlar hem toprağın üstünden hem de toprağın altından gafil kimseler değil miydi?
Şimdilik sade bir görünümde olan toprağa tekrar terar baktım.
İzmir'in bayındır kazasında 1938 yılında doğan Hasan Şenol, ailesiyle beraber sekiz yaşındayken İzmir'e yerleşmiş.
Ortaokul mezunu olan meyyit, Diyarbakır'da askerliğini yapıp 1963 yılında evlenmiş.
Kürtaj silahıyla kaç çocuğunu, hangi suçtan dolayı öldürdüğünü veya öldürttüğünü siz sormayın.
Çünkü biliyorsunuz ki bunu Rabbimiz soracak.
Bir yolsuzluk iddiasıyla çalıştığı bankadan atılan Hasan Şenol, bulunduğu mahallede bir kahvehane açarak yaşamını sürdürmüş... Değişik kesimlerden insanlarla karşılaşıp, onlarla çeşitli mevzularda konuşan Hasan Şenol, çenesi laf eden, bulunduğu konumda kendisini haklı görüp, haklı çıkaran bir mizaca sahip birisi.
Kahvehanede kumar oymatıp, içki içirmesine rağmen müslümanlığına toz kondurmaz ve kalbinin temizliğini her fırsatta dile getirirdi.
Bağkur emekliliğine dört yıl kala karşılaştığı müslüman tipli insanlara, "Emekli olduktan sonra bu işlere tövbe edip namaza başlayacağım" derdi.
Ancak ne olduysa, 1984'ün nisan ayının ilk haftası oldu...
Eski bir dostuyla, kahvede masanın kenarında içki içmekteyken, hesap yüzüden çıkan bir tartışmada araya girmiş ve dört yerinden bıçaklanmıştı.
Hastaneye kanlar içinde götürülürken ölümün soğuk çehresiyle karşılaşıyor, yaşantısının muhasebesini yaparken haklı bir telaşa kapılıyordu.
Şimdi ölmenin sırası mıydı !
Daha tevbe edecek, içkiyi ve kumarı bırakacaktı.
Bu halde, üstelik içkiliyken nasıl kabre girecek, hangi yüzle Allah'ın huzuruna çıkacaktı?
Kızı aklına geldi: "Keşke manken olmasına izin vermeseydim" diye geçirdi içinden.
Sahi ya ! Manken olmasına, orasını burasını açmasına, elalemin erkeklerine teşhir etmesine neden izin vermişti ki?
Dilinin ucuna gelen '(..............editlendi)!' ifadesini, köpek dişleriyle ısırıp, azı dişleriyle öğütmek istedi.
Oğlu aklına gelince sanki beşinci, altıncı, yedinci bıçak darbesini yemişti. Sövdü, küfretti...
Kendisinin yetiştirmediği, kendisinin terbiye vermediği oğluna bir daha bir daha küfretti.
Tekrar kendine döndü.
Ölmemeliydi.
Ne yapıp edip ölmemeliydi.
'Kurtulursam ilk işim namaza başlamak diye geçirdi içinden.
Namaza başlamak için bu dört seneyi de nereden çıkartmıştı ki?
İnsan bu dört sene yaşayacağı ne malum?
Ya hemen ölürse!
Ya hemen ölürsem!
"Yok yok ölmemeliyim, ağzım da leş gibi rakı kokuyor..."
Başını tutan adamın sesini duydu:
'Birader hızlı sür adam ölecek.
Çok kan kaybediyor...
"Kim ölecek?
Ben mi, ben mi öleceğim !??
Ben ölmemeliyim, ben yaşamalıyım.
Çünkü ben tevbe edeceğim, çünkü ben namaz kılacağım,
çünkü ben hıkkk...hıkkk...
ben ölmemeliyim, ölmeyeceğim, ölmeyeceğim...
İçkili halde hiç ölünür mü?
Keşke içmesedim, keşke namaz kılsaydım, keşke..."
-Kardeşim hızlı gitmene gerek yok, öldü adamcağız...
Bu özgeçmiş ile Hasan Şenol'un kabrine tekrar tekrar bakıyoruz ve 'keşke' hayırışlarının
aynı dirilik ve aynı canlılıkla tekrarlandığını görüyoruz:
Keşke...keşke...keşke...
Bölüm 3
Yakıcı güneş ve rüzgarsız bir gün.
İç anadolu yörelerinde bir köy mezarlığındayım.
Samimiyetle sordum kendime;
"Neden buradayım?",
"Niçin ölülerin arasındayım?"
Yalnızlığı sevdiğim bir gerçek, bahar gibi yeşeren yalnızlığı...
Fakat sadece bu değil beni mezarlıklara çeken, sadece yalnızlık isteği değil...
Babamın gömüldüğü günü hatırlıyorum..
Beni öpen, beni koklayan ve"Oğluum" diyerek beni kucaklayan babamın gömüldüğü günü.
Toprak kazılmıştı. Toprağın bağrında bir babaya, bir oğulun babalı dünyasına yer açılmıştı.
Bir çukur, bir baba, bir oğul ve baba ile oğul arasına atılan kürek kürek kara toprak.
Kürek tutan ellere bakıyordum. Babamı kara toprak ile örten yüzlere bakıyordum.
Donuk yüzler, ağlamasını bilmeyen gözler ve ne yaptıklarından habersiz eller.
"Babam" diyeceğim, sarılıp elini öpeceğim, nazlı nazlı isteklerde bulunacağım babam, babacığım gömülüyordu.
"Neden ve niçin" sorularıma, Fahri hocamız benim anlayabileceğim bir şekilde cevap vermişti; " Allah'ın
emri, her yaşayan ölecek ve kıyamet günü diriltilerek hesap verecek... "
İşte o günden sonra, babamı örten kara toprak bana yabancı ve benden uzak olmadı.
Toprağın üstüne basıp, toprağın altında gezindiğim günler, ölümü yakinen düşündüğüm günlerdi.
Ve mezarlıklar!.
Bana yaşama fırsatını, pişmanlıkları, gafleti, İlahi hesabı hatırlatan mezarlıklar.
Mezarlıklara gelmekteki asıl maksadım bu olsa gerek. Onları görmek, onları duymak ve onlalardan ibret almak...
İnsan kendisini sık sık hesaba çekmeli.
Topluma indiğimiz ve topluma Rabbani doğruları götürdüğümüz bazı zamanlarda kendimizi unutabiliyoruz.
Bakışlarımı kendime, içime yönelttim.
Gözyaşı ve kalbe ait buruk sözlerle tevbe, dua, hamd ve şükrettim.
- N'aber Hüseyin ağa!
Sesin geldiği yöne döndüm. Garip bir adam, bir kabrin başında durmuş ve kabre doğru sesleniyordu...
- N'aber? Sana yaşarken "N'aber" diye sorduğum da göbeğini tutarak; "İyiyiz İyiyiz" derdin.
Şimdi de iyimisin haa, şimdi de iyi misin Hüseyin ağa?.
Demedim mi sana, dediim...
Anlatmadım mı sana, anlattııım...
Ne oldu malın, haa ne oldu malın?
Allah yolunda kullanmadığın, Allah'a vermediğin mallarını oğlun şeylere veriyor, şeylere...
Yine İstanbul'da kıymetli oğlun.
Sen Istanbul'a gidince camileri gezerdin ya, oğlun pavyonları geziyor...
Yooo kızma, kızma Hüseyin ağa! Onu ben değil, sen yetiştirdin.
Demedim mi sana, haa demedim mii!
Oğlana Allah'ın hükmünü öğret, ben öğreteyim demedim mii?
Dediim... Ya sen, sen ne yaptın?
Söyle söyle utanma...
Beni muhtara şikayet ettin. Şimdi de et Hüseyin ağa, şimdi de et.
Bak muhtar da orada yatıyor!...
- Hey muhtar, Hüseyin ağanın şikayeti var..
Hayretle izlediğim bu garip adam ilerleyerek başka bir kabrin başında durdu.
-Duydun mu muhtar! Hüseyin ağanın şikayeti var.
Duymuşsundur, sen duymuşsundur.
Senin köyde duymadığın haber olur mu?
Hele şimdi, şimdi daha iyi duymuşsundur.
Hadi muhtar hadi, yine beni şikayet et.
Bir altı sene daha yatayım.
Yine uydur ne uyduracaksan!..
Şikayet etsene muhtar, şikayet etsene...
Niye cevap vermiyorsun, öldün mü be adam!
Öldün mü?
Haa, sahi sen ölmüştün değil mi?
Vah vah vaah..
Eeee şimdi kim şikayet edecek?
Du sana söyleyim, ben..."
Şimdi ben şikayet edecem!...
Kime mi? Seni oraya upuzun yatırana muhtar!
Nasıl rahat mısın orda?
Devlet güvencesi orda da va mı?
Söyle vaa mı yardımcın, yardım çağrıyon mu?
Çağır, çağır muhtar, çağıır... Daha çok çağıracaan!...
Eeee, artık anladın değil mi muhtar? Artık anladın...
Allah'tan başka dost olmadığını, Allah'tan başka yardımcı olmadığını artık anladın,
anladın ammaa iş işten geçti...
Değişik mezarları gezen bu garip adam, bazen elini öfkeli bir şekilde kaldırıyor,
bazen ılık ve sevecen bir sesle hitabetini sürdürüyordu.
-Eee, kendisine imam denilen zat na'beer'?
Şimdi de mevlid okuyup, yolunu buluyon mu?
İndirmediğin hatimlere müşteri çıkıyo mu?
Yine arkanda, sana cahilce hürmet eden cemaat va mı?
Onlara yine aynı müfredatı okuyon mu?
Haa sahi, anlatmadığın, gizlediğin hükümler n'oldu?
O hükümleri yine gizleyebiliyon mu?
Söyle; söyle gizliyon mu?
Gizleyemeyon, hiç gizleyemeyon...
Allah'ın hükmü kullardan gizlenir, gizlenir de, Allah'tan giızlenir mi?
Gizlenmeez.. Gizlenmez elbet,
Şimdi anladın, anladın ya geçmiş ola!
Yüz altmış üçten kurtuldun,
kurtuldun ammaa, AIlah'ın hükmünden nasıl kurtulacaksın?
Biraz evvel muhtarla konuştum; halinden hiç memnun değil.
Hüseyin ağa da öyle...
Yine onlara iltimas geçecek, onlara cennet vadedecek misin?
Allah'a inanıp, tağuta kulluk yapan o zavallılara cennet va'dedecek misin?
Öldükleri zaman onlara kelime-i şehadetin manasını sorsalar, hangisi bilecek?
Tabi bilmezler, sen anlatmadın ki!...
Anlattın mı? Anlatmadın...
Anlatmadığın yetmiyomuş gibi benim anlattıklarımı da tevil ettin, geçiştirdin..
Onlardan çoğu da senin dediğine inandı.
Şimdi de seninle beraberler.
- Şükret kabirlerinden kalkamıyorlar.
Yoksa gelip kemiklerini kıracaklar..
-Öyle değil mi muhtar, öyle değil mi Hüseyin ağa!...
Öyle, öyle ya iş işten geçtii. Vay sizin halinize...
Bir hayli şaşırmıştım.
Mezarlar arasında gezen bu adam kimdi?
Ölüleri tanıdığına göre bu köyden olmalıydı.
Söylediklerini ve mezardakileri düşünüyordum.
Hüseyin ağayı,
Muhtarı,
Namaz kıldıran zatı...
Bunlar bizlere yabancı olan tipler değildi.
Bu gibi insanlarla aynı toplumda bulunuyor ve aynı toplumda yaşıyorduk.
Bu gibi insanların rahat ve cahilane yaşantılarını düşündüm...
Oysa burada yatan onlardı.
Burada yatacak olan onlardı...
Bu sesin onlara yaşıyorken ulaşması, bir kez, bir kez daha,
bir kez daha ulaştırılması gerekiyordu..
Sesin kesildiğini fark ettiğimde etrafıma baktım.
Ölülere seslenen garip adam yoktu.
Oysa konuşmak isterdim kendisiyle; ölülere böyle konuşan bu adam,
dirilerle kimbilir nasıl konuşurdu?
Mezardan aceleyle ayrılarak köye doğru yürüdüm.
Görmedim, göremedim o garip adamı... Bazı
köylülere sorduğumda tanımadıklarını, belki de "Deli hoca" olabileceğini söylediler.
Deli(!) hoca!...