Sevmek...
Adını duyunca ne güzel.
İncecik geliyor söyleyince.Üst dudağınızla alt dudağınızın arasında, nefesinizi verdikçe tülden bir perde gibi uçuşup duran, ağzınıza alınca; adına yeni yeni alışan bir bebek gibi hevesle gözlerini diken o engin kelime; sevmek...Adı ne güzel.
Söylerken vücudunuzdaki tüm organların aynı heyecan harmonisiyle haykırdığı, yüreğinize diz çöktüren...Ayaklarını savurup duran, yeleleri rüzgarın şarkısıyla salınan asi bir at gibi dizginlenemeyen, yabani bir çiçek kadar ürkek,aşka gözü dönmüş bir şiir gibi kanunsuz ve sırasız aklımıza düşen o kelime.Sana, bana hepimize aynı ıstırabı çektiren, aynı tarifsiz coşkuyla başımızı bulutlara sektiren sözcük...Baharda kışa, kışta bahara boğan.Teslim eden, esir eden,kör eden, sağır eden, bugün bizi bu hal eden.
Sevmek...O büyük haksızlık.
Kısa süreli mutluluklarına kanıp, başkaları için gözü kapalı yandığımız ve sonrasında bir türlü küllenemediğimiz o büyük yangın.
Kendi hayatımızdan taşınıp başkasının hayatına yerleştiğimiz, başkası için uğraştığımız, yaralandığımız, acıdığımız, azaldığımız ve bir daha çoğalamadığımız o büyük olay. Düşlerimize, kapı aralığından baktığımız, hayallerimizin kapısını gizlice dinlediğimiz, evin sokağa bakan penceresinin altına çömelip, çocukları seyrederken, gözlerimize ağlamaya iyice yedirdiğimiz o tarifsiz zaman.
Elle tutulmaz kaygılarla dolduğumuz, şuursuz kuşkular yüzünden uykumuzu geceyle bölüştüğümüz, bazen bir miras gibi sanki devraldığımız, bazen bir sicim gibi şarkılara gözü dönmüş yağdığımız...
Göründüğümüz ama olmadığımız. Yaşadığımız huzursuzlukların içimize indirdiği şamarla, kendimizi gözümüzün gördüğü her yere kilitleyip, sonra da anahtarını bu diyardan sürdüğümüz o unutulmaz hatıra. O mülteci hissi, o 'öteki' hissi. Sevmek işte günün sonunda. O büyük haksızlık kendine.
Bilmem ki yeterince söylemişler mi bize şiirler? 'Seviyorum seni ekmeği tuza banıp yer gibi, geceleyin ateşler içinde uyanıp ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi' derken Nazım, 'Hacet yok hatırlatmasına seni hatıraların, bir dakika bile çıkmıyorsun aklımdan' diye çağırırken sevgiliye Attila İlhan, Simonov 'Bekle beni'yi yazarken, 'Ben seni sevdim mi? Sevdim en büyük' derken Ümit Yaşar, Ahmet Telli 'Ki unutulmuş bir karşı çıkış olmalı seninle her karşılaşmamız diye seslenirken, e.e. cumings 'Parmaklar gibi kapamış olsam bile kendimi, sen yaprak yaprak açarsın beni' derken, bu dizelerle aklımızı çelerken, sevmenin haksızlığından yeterince bahsetmişler mi?
Sevmek...
Nasıl bir haksızlıktır kendine?
Nasıl bir fazlalık böyle?Bir okyanus nasıl çoksa içinde çöl geçen bir cümle için bile, bir ağıt nasıl azsa 'hayat'ı hayatından çıkarmış birisi için, dağlar, kayalar, uçurumlar nasıl yük¤¤¤¤e hep bu kağıttan bakınca, nefesi tenimizde konuşan bir ülke bile nasıl uzaksa zaman zaman, nasıl ağırsa eprimiş bir resme bakmak uzun uzun, öyle bir haksızlıktır işte.
Ya az gelir ya fazla.
Bırakır seni öylece, arada.
Kalabalık bir caddeden geçerken, bir barın içinden sızan bir vivaldi gibi seni kolundan çekip alır önce,ıhlamur ağaçları gibi gölgesiyle seni sarıp örterken doğrultur yeninden, sonra da bir panik gibi ortada bırakır.
Sevmek...
O, yüreğine kara sular indiren 'şey'i diyorum...
Nasıl bir haksızlıktır böyle?
Nasıl bir haksızlıktır kendine?...
Adını duyunca ne güzel.
İncecik geliyor söyleyince.Üst dudağınızla alt dudağınızın arasında, nefesinizi verdikçe tülden bir perde gibi uçuşup duran, ağzınıza alınca; adına yeni yeni alışan bir bebek gibi hevesle gözlerini diken o engin kelime; sevmek...Adı ne güzel.
Söylerken vücudunuzdaki tüm organların aynı heyecan harmonisiyle haykırdığı, yüreğinize diz çöktüren...Ayaklarını savurup duran, yeleleri rüzgarın şarkısıyla salınan asi bir at gibi dizginlenemeyen, yabani bir çiçek kadar ürkek,aşka gözü dönmüş bir şiir gibi kanunsuz ve sırasız aklımıza düşen o kelime.Sana, bana hepimize aynı ıstırabı çektiren, aynı tarifsiz coşkuyla başımızı bulutlara sektiren sözcük...Baharda kışa, kışta bahara boğan.Teslim eden, esir eden,kör eden, sağır eden, bugün bizi bu hal eden.
Sevmek...O büyük haksızlık.
Kısa süreli mutluluklarına kanıp, başkaları için gözü kapalı yandığımız ve sonrasında bir türlü küllenemediğimiz o büyük yangın.
Kendi hayatımızdan taşınıp başkasının hayatına yerleştiğimiz, başkası için uğraştığımız, yaralandığımız, acıdığımız, azaldığımız ve bir daha çoğalamadığımız o büyük olay. Düşlerimize, kapı aralığından baktığımız, hayallerimizin kapısını gizlice dinlediğimiz, evin sokağa bakan penceresinin altına çömelip, çocukları seyrederken, gözlerimize ağlamaya iyice yedirdiğimiz o tarifsiz zaman.
Elle tutulmaz kaygılarla dolduğumuz, şuursuz kuşkular yüzünden uykumuzu geceyle bölüştüğümüz, bazen bir miras gibi sanki devraldığımız, bazen bir sicim gibi şarkılara gözü dönmüş yağdığımız...
Göründüğümüz ama olmadığımız. Yaşadığımız huzursuzlukların içimize indirdiği şamarla, kendimizi gözümüzün gördüğü her yere kilitleyip, sonra da anahtarını bu diyardan sürdüğümüz o unutulmaz hatıra. O mülteci hissi, o 'öteki' hissi. Sevmek işte günün sonunda. O büyük haksızlık kendine.
Bilmem ki yeterince söylemişler mi bize şiirler? 'Seviyorum seni ekmeği tuza banıp yer gibi, geceleyin ateşler içinde uyanıp ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi' derken Nazım, 'Hacet yok hatırlatmasına seni hatıraların, bir dakika bile çıkmıyorsun aklımdan' diye çağırırken sevgiliye Attila İlhan, Simonov 'Bekle beni'yi yazarken, 'Ben seni sevdim mi? Sevdim en büyük' derken Ümit Yaşar, Ahmet Telli 'Ki unutulmuş bir karşı çıkış olmalı seninle her karşılaşmamız diye seslenirken, e.e. cumings 'Parmaklar gibi kapamış olsam bile kendimi, sen yaprak yaprak açarsın beni' derken, bu dizelerle aklımızı çelerken, sevmenin haksızlığından yeterince bahsetmişler mi?
Sevmek...
Nasıl bir haksızlıktır kendine?
Nasıl bir fazlalık böyle?Bir okyanus nasıl çoksa içinde çöl geçen bir cümle için bile, bir ağıt nasıl azsa 'hayat'ı hayatından çıkarmış birisi için, dağlar, kayalar, uçurumlar nasıl yük¤¤¤¤e hep bu kağıttan bakınca, nefesi tenimizde konuşan bir ülke bile nasıl uzaksa zaman zaman, nasıl ağırsa eprimiş bir resme bakmak uzun uzun, öyle bir haksızlıktır işte.
Ya az gelir ya fazla.
Bırakır seni öylece, arada.
Kalabalık bir caddeden geçerken, bir barın içinden sızan bir vivaldi gibi seni kolundan çekip alır önce,ıhlamur ağaçları gibi gölgesiyle seni sarıp örterken doğrultur yeninden, sonra da bir panik gibi ortada bırakır.
Sevmek...
O, yüreğine kara sular indiren 'şey'i diyorum...
Nasıl bir haksızlıktır böyle?
Nasıl bir haksızlıktır kendine?...