Gözlerin geçiyordu
Doğum günü sancılarımın dayanılmazlığından
Gözlerin; geceye yakılan bir mumun alevinde
Titrek ve üryan…
Ve sen gidiyordun
Adın parmaklarımın ucunda şiir olduğu zaman!
Kendini aynalarda arama gülüm!
Senin yüzündür seyyar acılardan devşirdiğim bu ben
Düş kırığı yitik sevişlerden
Ağız dolusu isyan seslerinden belliydi böyle olacağı
Aşk yangını sürgünlüklerin infaz vaktinde
Gözlerinde çarmıha germişken kendimi
Dizlerine düşen sefil bir İstanbul telaşıyla
Alıp başını gidecektin…
Her geç kalış bir özlemi resmedecekti
Tren garlarının asık yüzlü saatlerine
Düşlerime basıp geçen her gidiş bir martı çığlığı
Ve satır sonlarında yokluğuna semah dönecekti kelimeler..
Biliyordum kimse anlamayacaktı beni
Ve ben hiç kimsesi olacaktım tanıdığım herkesin
Herkes koyu karanlık huzmelerin tanyeri geçişlerinde
Üryan uykular halesinden soyunacaktı kendini
Gözlerime çizilen her terk ediliş bildik bir intiharken
Ve kanıyorken gitmeler bileklerimde
Yollarıma dizilen her şehir doğurgan bir kadın rolünde
Yitikliğimi taşıyacaktı rahminde
Ve ben tüm kimsesizliklerde kendimi aramaya koyulmuşken
Sen en kalabalık hüzünleri bırakıp avuçlarıma
Gidecektin öylece
Henüz yazılmış bir şiirin ıslak ve ter kokan dizelerinde…
“Her şeyin bir sonu var
Her masalın bir sonu…
Yaşanır ve sırrı yalnızca yaşayanlarda kalır”
Dedin ve gittin!
Şimdi düşleri çamura bulanmış küskün çocukların
Yorgun ve çıplak dillerinde
Ölüme kesmiş bir ses olur gökyüzü
Şimdi azap ırmaklarında yıkanır yalnızlığım
Akıp gider annemin yoksul parmaklarında
Bizanslı bir kızın zülfünde çoğalır İstanbul
-En çok zindana benzer-
“Akşam erken iner mahpushaneye
İner yedi kol demiri yedi kapıya
Kürdün gelinini söyler maltada biri”
Ve bir şair ölür ranzanın dibinde
Yedikule’de duvarlar üşür
Yedi tepesinde yedi yetim karanfil
Soldukça büyür ihanet
Soludukça uzar sensizlik…
Kaçak tütün kokan türküler eşliğinde
Dudağımda tutuşmuşken ismin
Ve geçerken yüreğimden dumana sarmış kirpiklerin
Mecburi bir göç telaşesinde
Siyah ve bulanık bir ülkeye uyanır gözlerim…
Bir yanım metruk bir kaldırım ürkekliği
Bir yanım ceset ceset ölüm kokusu
Mülteci bir söylemdir artık yaşamak
“İyi ki doğdun” mukabilinden
Ve bir kadın geçer gecenin içinden
Yarınları ikiye bölünür kalbimin
Ve yaşamak kadar nasırlı elleri annemin
Ve yanar şiirler beklemenin senciliğinde
Beklemek ki bir aşkın son demidir
Sonbahar kadar intihara müsait
Ki küflü bir şiir çiziğinde hayatı eritir bileklerimde
Oysa bir ayak sesi…
Ama kırık ama dökük…
Öyle bir ses işte
Bir ses
-siz
-lik…
Hani şah damarımda ölüm gibi..
Ve fakat susar şimdi
Saçlarında yağmur büyütüp
Gözlerinden eylül dökülen;
O uçurumlara yazgı kardelenler gibi kırılgan
O üstü başı sen kokan
Boynu bükük talan şehirler
Ve çocuk yüzlerde ömre bedel gülüşler…
Susar zindanda duvar sürgünde Nazım
Maltada “kürdün gelini”
Voltada ranza dibinde Ahmed Arif
Ve Hasan ve Hüseyin
Ve yaşamak kadar nasırlı elleri annemin
Hepsi susar şimdi
Suskunluk olup düşerim lâl gecelere
-Sol yanımda yokluğunun sancısı-
Ve bilirim gecelerce kâbus kusar yüreğim ellerime
Darağacı güllerince adını kanarım
Hep adını yazarım sessizliğin parantez içlerine
Susar harflerin boynunda urgan
Bileğimde kan
Ve kanla karışık bir haziran
Sözlerimin tam çaprazında
***** dilli ağızlar nazarına yutkunurken kendini
Zamana uyup zamansızca susar bir adam
Ve ben yastık altına iliştirilmiş şiirler gibi
Keder içerken hayatın elinden
Eylül hazanı kentlerde yaban kalırım kendime
Ve üstüme kapanır yeryüzü
Gökyüzü ölüm ağlar
Bilemezsin yokluğun ne demek
Nasıl yangın nasıl alev nasıl kor (?)
Ve inan güzelim
Haziranda ölmek kadar doğmak da zor!
Bugün doğum günüm gülüm!
Bugün dün gibi özledim seni
Ve şimdi tanıdık bir mezarın başında
Yas tutar annemin gözleri
Oysa dedim ya
Hani bir ayak sesi
Ama kırık ama dökük…
Sadece bir ses…
Hani şah damarımda ölüm gibi
Hani geleydin; yeniden dirilirdi belki
Düş yatağı gecelerin toprak kokusunda
Tükenmez bir aşkın uçuk maviliği…
Gelmedin…
Gel…
Gel ki gör; ölürken bile seviyorum seni!
“Seviyorum -yaşıyoruz çok şükür- der gibi...”
Doğum günü sancılarımın dayanılmazlığından
Gözlerin; geceye yakılan bir mumun alevinde
Titrek ve üryan…
Ve sen gidiyordun
Adın parmaklarımın ucunda şiir olduğu zaman!
Kendini aynalarda arama gülüm!
Senin yüzündür seyyar acılardan devşirdiğim bu ben
Düş kırığı yitik sevişlerden
Ağız dolusu isyan seslerinden belliydi böyle olacağı
Aşk yangını sürgünlüklerin infaz vaktinde
Gözlerinde çarmıha germişken kendimi
Dizlerine düşen sefil bir İstanbul telaşıyla
Alıp başını gidecektin…
Her geç kalış bir özlemi resmedecekti
Tren garlarının asık yüzlü saatlerine
Düşlerime basıp geçen her gidiş bir martı çığlığı
Ve satır sonlarında yokluğuna semah dönecekti kelimeler..
Biliyordum kimse anlamayacaktı beni
Ve ben hiç kimsesi olacaktım tanıdığım herkesin
Herkes koyu karanlık huzmelerin tanyeri geçişlerinde
Üryan uykular halesinden soyunacaktı kendini
Gözlerime çizilen her terk ediliş bildik bir intiharken
Ve kanıyorken gitmeler bileklerimde
Yollarıma dizilen her şehir doğurgan bir kadın rolünde
Yitikliğimi taşıyacaktı rahminde
Ve ben tüm kimsesizliklerde kendimi aramaya koyulmuşken
Sen en kalabalık hüzünleri bırakıp avuçlarıma
Gidecektin öylece
Henüz yazılmış bir şiirin ıslak ve ter kokan dizelerinde…
“Her şeyin bir sonu var
Her masalın bir sonu…
Yaşanır ve sırrı yalnızca yaşayanlarda kalır”
Dedin ve gittin!
Şimdi düşleri çamura bulanmış küskün çocukların
Yorgun ve çıplak dillerinde
Ölüme kesmiş bir ses olur gökyüzü
Şimdi azap ırmaklarında yıkanır yalnızlığım
Akıp gider annemin yoksul parmaklarında
Bizanslı bir kızın zülfünde çoğalır İstanbul
-En çok zindana benzer-
“Akşam erken iner mahpushaneye
İner yedi kol demiri yedi kapıya
Kürdün gelinini söyler maltada biri”
Ve bir şair ölür ranzanın dibinde
Yedikule’de duvarlar üşür
Yedi tepesinde yedi yetim karanfil
Soldukça büyür ihanet
Soludukça uzar sensizlik…
Kaçak tütün kokan türküler eşliğinde
Dudağımda tutuşmuşken ismin
Ve geçerken yüreğimden dumana sarmış kirpiklerin
Mecburi bir göç telaşesinde
Siyah ve bulanık bir ülkeye uyanır gözlerim…
Bir yanım metruk bir kaldırım ürkekliği
Bir yanım ceset ceset ölüm kokusu
Mülteci bir söylemdir artık yaşamak
“İyi ki doğdun” mukabilinden
Ve bir kadın geçer gecenin içinden
Yarınları ikiye bölünür kalbimin
Ve yaşamak kadar nasırlı elleri annemin
Ve yanar şiirler beklemenin senciliğinde
Beklemek ki bir aşkın son demidir
Sonbahar kadar intihara müsait
Ki küflü bir şiir çiziğinde hayatı eritir bileklerimde
Oysa bir ayak sesi…
Ama kırık ama dökük…
Öyle bir ses işte
Bir ses
-siz
-lik…
Hani şah damarımda ölüm gibi..
Ve fakat susar şimdi
Saçlarında yağmur büyütüp
Gözlerinden eylül dökülen;
O uçurumlara yazgı kardelenler gibi kırılgan
O üstü başı sen kokan
Boynu bükük talan şehirler
Ve çocuk yüzlerde ömre bedel gülüşler…
Susar zindanda duvar sürgünde Nazım
Maltada “kürdün gelini”
Voltada ranza dibinde Ahmed Arif
Ve Hasan ve Hüseyin
Ve yaşamak kadar nasırlı elleri annemin
Hepsi susar şimdi
Suskunluk olup düşerim lâl gecelere
-Sol yanımda yokluğunun sancısı-
Ve bilirim gecelerce kâbus kusar yüreğim ellerime
Darağacı güllerince adını kanarım
Hep adını yazarım sessizliğin parantez içlerine
Susar harflerin boynunda urgan
Bileğimde kan
Ve kanla karışık bir haziran
Sözlerimin tam çaprazında
***** dilli ağızlar nazarına yutkunurken kendini
Zamana uyup zamansızca susar bir adam
Ve ben yastık altına iliştirilmiş şiirler gibi
Keder içerken hayatın elinden
Eylül hazanı kentlerde yaban kalırım kendime
Ve üstüme kapanır yeryüzü
Gökyüzü ölüm ağlar
Bilemezsin yokluğun ne demek
Nasıl yangın nasıl alev nasıl kor (?)
Ve inan güzelim
Haziranda ölmek kadar doğmak da zor!
Bugün doğum günüm gülüm!
Bugün dün gibi özledim seni
Ve şimdi tanıdık bir mezarın başında
Yas tutar annemin gözleri
Oysa dedim ya
Hani bir ayak sesi
Ama kırık ama dökük…
Sadece bir ses…
Hani şah damarımda ölüm gibi
Hani geleydin; yeniden dirilirdi belki
Düş yatağı gecelerin toprak kokusunda
Tükenmez bir aşkın uçuk maviliği…
Gelmedin…
Gel…
Gel ki gör; ölürken bile seviyorum seni!
“Seviyorum -yaşıyoruz çok şükür- der gibi...”