G/izini sürdüm…
Saçları dökülmüş ayrılığın , gözleri haki.
Seni görmek istediğimi bilmiyorum, uyu/yorum yüreğimin üstü açık. Yine sancım var dilimden yukarı. Belki, annen seni bana doğuruyor .
Yetim feryat…
Bir tas su vereni yok hasretin. İmbikten aşk sızarken lehçem lâl ü ebkem . Açım, açığım, üstüme bürü aheste aheste halvetimi. Al bir şal, al bir şal titremesin gözünün nazlı benekleri.
Güneşli günler getirdim , bakmayı bilmeyişimin ar’ından sığınırken gözlerine inen ince belli yağmuruna sağanak sağanak. Susmaktı en akıllıcası belki, çünkü bir aşk ancak bu kadar anlatılamazdı.
Dalgalar çoğaldı mı?
Sol avucumu soğuk terletiyor Firdevs kıyısından yazgıma döşediğin deniz taşları. Kumdan kaleydi beklide visalimiz, bizse bir kumdan kalenin ömrünü gözde büyütecek kadar çocuk!
Hadi bana ellerini ver, hadi seni saçlarımdan geç. En yeşili tuttum ölümlerden, sahi Nil karası gözlerin kaç boğumluk?
Mavi kıyım…
Sana bakmak bir bahar temaşası. Tenindeki izlerin, annesinin ellerini düşüren bir çocuk Eyüp mezarlık yokuşunda. Bense hayat kadar beceriksiz, al beni hüznüne vur ! dur! Bir aşk kaç biz eder? Bir kent kaç kere aşk? Bir aşk kaç kere ölüm?
…
Sen bir meleksin ve ben öldüm… Bildim, bahara elçi tek bir papatyaymış. Ve deniz, tenine ilk değen yağmuruna beste yaparmış. Yanındayım hadi omzuma dayan. Dayan! Az sonra martı sesleri kısılacak. Sukutun perdelerini iğneleyecek gece toplayıp tüm çaresizliğimizi. Uyu/ma ! geliyorum rüyana…
“Ölümlerden ölüm beğen benim için,
sana en fiyakalı yenilgimi sakladım”
Gözlerimi alıyor kız kulesinin işvesi yanağının kenarından. Evet evet şu karşıda süzülen karabatak! Etrafta herkes çok , kimse yokken, öptürme yüreğinden. Ah bu deli ıslık, armağan olsun mu salacağa bizden?
Sahi, son kuruşunu aşka vermişken sen, iskeleye tünemiş bir martı olsaydı cesedim, hani öylesi belil, hani baran yemiş az biraz önce, hani a’bad, üstüme hulleti örter miydin? Vasf-ı halim ayan, zulalim. Şifa olsam da havz-ı kevseri bekler miydin?
“Abdest alıyorum deniz suyundan…
Üç kere ağza ,
üç kere burna
ve kalbe binlerce kez…”
İki sücut daha gerekti gözlerin için, ömrüm, az bekler misin? Yirmi yedi yıl çehrene nazar eyleyen efsunu gözünün beyazına iliştir. Eksik öpücük izlerini düşür çocukluğundan. Gamzelerindeki ten perdesini sıyır! Gök mü ağladı saçlarının kucağına, alnımın narına değdir.
Tevafuk, ayrı kentlerin dolunayıydı işte, aynı yüreğin ortasına vehleten çömelen. Sen bana ‘mor menevşem’ de, ben tüm kır çiçeklerini geçireyim aklımdan. Hadi beni öl biraz , yaşam adına! Aklım yok ki benim , bak, niçin özlediğimi unuttum.
Ah, yoksa sen mi şikayet ettin gurbeti ay ışığına kanı deli çocuk ? Bundan mıdır nicedir şu’le gök/yüzünün yanağı?
Musa gibi nil’e mi bıraktılar seni eyy?
“kıyındayım al yürüt.
Kıyımdayım al büyüt…
Al!
Sen et beni!”
"Kadife gül katresi…
Benekli yeşil…
Taş fırın kokulu peksimet…"
Bir düş asıldı sağ bileğimden yukarı, iki ben arana. Afedersiniz, burası cennetin şubesi mi kirâmen kâtibîn? Ayak ucuma gölgesi düşen bu eşrefi mahlukatta kim?
Anımsamak güç, hanginiz unuttunuz bu mahfî huzuru ensemde? Daha dün öldüm melek, şimdi soluğumun terkini bir şükür öteye ekler misin ? Yani diyorum ki,
bir eshar-ı bahar hani, az ötemde bekler misin?
"Burası son durak,
çift bilet bas kabristana!"
Sen yolunu şaşırdın çocuk. Oysa ben kaç kervansaray bekledim gözüm yaslı. Az kaldım, ferim iki fütun çekmiş elalığımın mal-i hülyasına. Eyvah eyvah bir deli güzare mi koydu ismini ‘elfirak’ !
Öyleyse gelme ölesim var!
Öyleyse bittim ben, canımdan başla silmeye.
“ Gel sür perçemini alnıma baktığım her yerde birsen varsın.
çok şükür imtihan üstü imtihansın. ”
Züleyha Çay
Saçları dökülmüş ayrılığın , gözleri haki.
Seni görmek istediğimi bilmiyorum, uyu/yorum yüreğimin üstü açık. Yine sancım var dilimden yukarı. Belki, annen seni bana doğuruyor .
Yetim feryat…
Bir tas su vereni yok hasretin. İmbikten aşk sızarken lehçem lâl ü ebkem . Açım, açığım, üstüme bürü aheste aheste halvetimi. Al bir şal, al bir şal titremesin gözünün nazlı benekleri.
Güneşli günler getirdim , bakmayı bilmeyişimin ar’ından sığınırken gözlerine inen ince belli yağmuruna sağanak sağanak. Susmaktı en akıllıcası belki, çünkü bir aşk ancak bu kadar anlatılamazdı.
Dalgalar çoğaldı mı?
Sol avucumu soğuk terletiyor Firdevs kıyısından yazgıma döşediğin deniz taşları. Kumdan kaleydi beklide visalimiz, bizse bir kumdan kalenin ömrünü gözde büyütecek kadar çocuk!
Hadi bana ellerini ver, hadi seni saçlarımdan geç. En yeşili tuttum ölümlerden, sahi Nil karası gözlerin kaç boğumluk?
Mavi kıyım…
Sana bakmak bir bahar temaşası. Tenindeki izlerin, annesinin ellerini düşüren bir çocuk Eyüp mezarlık yokuşunda. Bense hayat kadar beceriksiz, al beni hüznüne vur ! dur! Bir aşk kaç biz eder? Bir kent kaç kere aşk? Bir aşk kaç kere ölüm?
…
Sen bir meleksin ve ben öldüm… Bildim, bahara elçi tek bir papatyaymış. Ve deniz, tenine ilk değen yağmuruna beste yaparmış. Yanındayım hadi omzuma dayan. Dayan! Az sonra martı sesleri kısılacak. Sukutun perdelerini iğneleyecek gece toplayıp tüm çaresizliğimizi. Uyu/ma ! geliyorum rüyana…
“Ölümlerden ölüm beğen benim için,
sana en fiyakalı yenilgimi sakladım”
Gözlerimi alıyor kız kulesinin işvesi yanağının kenarından. Evet evet şu karşıda süzülen karabatak! Etrafta herkes çok , kimse yokken, öptürme yüreğinden. Ah bu deli ıslık, armağan olsun mu salacağa bizden?
Sahi, son kuruşunu aşka vermişken sen, iskeleye tünemiş bir martı olsaydı cesedim, hani öylesi belil, hani baran yemiş az biraz önce, hani a’bad, üstüme hulleti örter miydin? Vasf-ı halim ayan, zulalim. Şifa olsam da havz-ı kevseri bekler miydin?
“Abdest alıyorum deniz suyundan…
Üç kere ağza ,
üç kere burna
ve kalbe binlerce kez…”
İki sücut daha gerekti gözlerin için, ömrüm, az bekler misin? Yirmi yedi yıl çehrene nazar eyleyen efsunu gözünün beyazına iliştir. Eksik öpücük izlerini düşür çocukluğundan. Gamzelerindeki ten perdesini sıyır! Gök mü ağladı saçlarının kucağına, alnımın narına değdir.
Tevafuk, ayrı kentlerin dolunayıydı işte, aynı yüreğin ortasına vehleten çömelen. Sen bana ‘mor menevşem’ de, ben tüm kır çiçeklerini geçireyim aklımdan. Hadi beni öl biraz , yaşam adına! Aklım yok ki benim , bak, niçin özlediğimi unuttum.
Ah, yoksa sen mi şikayet ettin gurbeti ay ışığına kanı deli çocuk ? Bundan mıdır nicedir şu’le gök/yüzünün yanağı?
Musa gibi nil’e mi bıraktılar seni eyy?
“kıyındayım al yürüt.
Kıyımdayım al büyüt…
Al!
Sen et beni!”
"Kadife gül katresi…
Benekli yeşil…
Taş fırın kokulu peksimet…"
Bir düş asıldı sağ bileğimden yukarı, iki ben arana. Afedersiniz, burası cennetin şubesi mi kirâmen kâtibîn? Ayak ucuma gölgesi düşen bu eşrefi mahlukatta kim?
Anımsamak güç, hanginiz unuttunuz bu mahfî huzuru ensemde? Daha dün öldüm melek, şimdi soluğumun terkini bir şükür öteye ekler misin ? Yani diyorum ki,
bir eshar-ı bahar hani, az ötemde bekler misin?
"Burası son durak,
çift bilet bas kabristana!"
Sen yolunu şaşırdın çocuk. Oysa ben kaç kervansaray bekledim gözüm yaslı. Az kaldım, ferim iki fütun çekmiş elalığımın mal-i hülyasına. Eyvah eyvah bir deli güzare mi koydu ismini ‘elfirak’ !
Öyleyse gelme ölesim var!
Öyleyse bittim ben, canımdan başla silmeye.
“ Gel sür perçemini alnıma baktığım her yerde birsen varsın.
çok şükür imtihan üstü imtihansın. ”
Züleyha Çay