[INDENT]Babacığım... Seni çok özledim. Çok özledim... 1978 yılıydı galiba... Annemle tartışmıştınız o gün. Güneşliydi hava.
Cumartesiydi. Annem patatesli börek yapmıştı. Akşam misafir gelecekti. Feylesoflar Ansiklopedisi takımı almıştın ve çok pahalıydı. Annem öncelikli bir ihtiyaçtan söz ediyordu sanırım. Sesiniz yükselince içimde bir sıkıntı olur, terlerdim hep. Ne konuştuğunuzu duymak istemiyordum. Yatak odasına gidip arka bahçeyi seyretmiştim.
Ah bilsen ne kadar çok dua ederdim kendi kendime.
Mutsuzluğunuz çok mutsuz ederdi beni... “Ah sen olmasan, senin için susuyorum” derdiniz her ikiniz de. Her tartışmanızdan sonra hem de. Benim küçük omuzlarıma fazla gelirdi bu yük..
Arka bahçedeki kedilere bakar ve ayrılmanız için dua ederdim. Mutlu olun istiyordum çünkü. İkiniz de çok mutlu olun...
Evimizin patatesli börek koktuğu o cumartesi günü tartışmanın ardından elimden tuttun ve yürüyüşe çıktık seninle... Yürüdük, yürüdük, yürüdük... Evler bitti.
Yemyeşil uzun otların olduğu bir yere geldik.
Belimize kadar yükseliyordu otlar. Ve içlerinde kıpkırmızı gelincikler vardı. “Hadi gel yatalım otların üzerine” dedin. Yattık...
Gökyüzünde koyunlara, canavarlara, şişman insanlara benzettiğimiz tatlı beyaz bulutlar geçip gidiyordu. Sana ölümü sordum. Ölenlerin nereye gittiğini. Kaç kitap okuduğunu... Mutluluğu... Tek tek yanıt verdin...
O günü hiç unutmadım. Eve gidince börek yedik.
Bir zaman sonra siz annemle ayrıldınız. Böylece biz de ayrılmış olduk...
Yıllar geçti. O tarlanın üzerine evler, yollar, metro istasyonu yaptılar...
Kavuştuk, ayrıldık ve birbirimizi hiç görmediğimiz çok uzun yıllar girdi aramıza. Sonra... Bir gün seni yolda gördüm.
Ankara’ya geldiğini bilmiyordum. Karşı kaldırımdaydın.
Kalakaldım... Bütün bir yol boyunca yürüyüşünü seyrettim...
Uzaktan... Seslenemedim... Gözden kaybolana kadar baktım ardından.
O gün nasıl dayandım bilmiyorum ama dayandım o acıya.
İlk defa anlatıyorum sana bunu. O gün seni çok yaşlanmış, yorgun ve bezgin görmüştüm. Otların arasına uzanıp kırmızı gelincikleri sevdiğimiz, bulutlara baktığımız o genç adam değildin artık. O kadar üzülmüştüm ki... Benim kocaman, devrimci ve kara bıyıklı babam neredeydi?
Şimdi bir şarkı dinliyorum. Zülfü Livaneli söylüyor.
“Kaç okyanus geçtim böyle, kaç denizde yitip gittim...
Kırılmış direkler, yırtık yelkenlerle kaç seferden yorgun döndüm” diyor...
Bu şarkıyı dinlerken seni hatırladım, o günü... Sen o tarihte kırk yaşındaydın... O yaşa geldim ben de... Şimdi isterdim ki 1978 yılında yedi yaşındaki kızın olayım...
Hiçbir sefere çıkmamış, hiçbir yoldan dönmemiş, hiç yorulmamış o küçük çocuk olup sana denizleri, hayatı, ölümü ve mutluluğu sorayım...
Bugün saçlarımı okşamana o kadar ihtiyaç duydum ki...
Kırılmış direklerle, yırtık yelkenlerle kaç seferden yorgun dönebilir bir insan baba? Kaç kere dayanabilir buna? Hayat nasıl bir şey? Ya mutluluk baba?
Seni çok özledim...
[/INDENT]
Cumartesiydi. Annem patatesli börek yapmıştı. Akşam misafir gelecekti. Feylesoflar Ansiklopedisi takımı almıştın ve çok pahalıydı. Annem öncelikli bir ihtiyaçtan söz ediyordu sanırım. Sesiniz yükselince içimde bir sıkıntı olur, terlerdim hep. Ne konuştuğunuzu duymak istemiyordum. Yatak odasına gidip arka bahçeyi seyretmiştim.
Ah bilsen ne kadar çok dua ederdim kendi kendime.
Mutsuzluğunuz çok mutsuz ederdi beni... “Ah sen olmasan, senin için susuyorum” derdiniz her ikiniz de. Her tartışmanızdan sonra hem de. Benim küçük omuzlarıma fazla gelirdi bu yük..
Arka bahçedeki kedilere bakar ve ayrılmanız için dua ederdim. Mutlu olun istiyordum çünkü. İkiniz de çok mutlu olun...
Evimizin patatesli börek koktuğu o cumartesi günü tartışmanın ardından elimden tuttun ve yürüyüşe çıktık seninle... Yürüdük, yürüdük, yürüdük... Evler bitti.
Yemyeşil uzun otların olduğu bir yere geldik.
Belimize kadar yükseliyordu otlar. Ve içlerinde kıpkırmızı gelincikler vardı. “Hadi gel yatalım otların üzerine” dedin. Yattık...
Gökyüzünde koyunlara, canavarlara, şişman insanlara benzettiğimiz tatlı beyaz bulutlar geçip gidiyordu. Sana ölümü sordum. Ölenlerin nereye gittiğini. Kaç kitap okuduğunu... Mutluluğu... Tek tek yanıt verdin...
O günü hiç unutmadım. Eve gidince börek yedik.
Bir zaman sonra siz annemle ayrıldınız. Böylece biz de ayrılmış olduk...
Yıllar geçti. O tarlanın üzerine evler, yollar, metro istasyonu yaptılar...
Kavuştuk, ayrıldık ve birbirimizi hiç görmediğimiz çok uzun yıllar girdi aramıza. Sonra... Bir gün seni yolda gördüm.
Ankara’ya geldiğini bilmiyordum. Karşı kaldırımdaydın.
Kalakaldım... Bütün bir yol boyunca yürüyüşünü seyrettim...
Uzaktan... Seslenemedim... Gözden kaybolana kadar baktım ardından.
O gün nasıl dayandım bilmiyorum ama dayandım o acıya.
İlk defa anlatıyorum sana bunu. O gün seni çok yaşlanmış, yorgun ve bezgin görmüştüm. Otların arasına uzanıp kırmızı gelincikleri sevdiğimiz, bulutlara baktığımız o genç adam değildin artık. O kadar üzülmüştüm ki... Benim kocaman, devrimci ve kara bıyıklı babam neredeydi?
Şimdi bir şarkı dinliyorum. Zülfü Livaneli söylüyor.
“Kaç okyanus geçtim böyle, kaç denizde yitip gittim...
Kırılmış direkler, yırtık yelkenlerle kaç seferden yorgun döndüm” diyor...
Bu şarkıyı dinlerken seni hatırladım, o günü... Sen o tarihte kırk yaşındaydın... O yaşa geldim ben de... Şimdi isterdim ki 1978 yılında yedi yaşındaki kızın olayım...
Hiçbir sefere çıkmamış, hiçbir yoldan dönmemiş, hiç yorulmamış o küçük çocuk olup sana denizleri, hayatı, ölümü ve mutluluğu sorayım...
Bugün saçlarımı okşamana o kadar ihtiyaç duydum ki...
Kırılmış direklerle, yırtık yelkenlerle kaç seferden yorgun dönebilir bir insan baba? Kaç kere dayanabilir buna? Hayat nasıl bir şey? Ya mutluluk baba?
Seni çok özledim...
[/INDENT]