Bir gün; şehrin gürültülü caddelerinde, bütün sesler arasında en az
kendi sesini duyan ve en az kendi sesini tanıyan, hayatın ağır yüküyle çok erken tanışmış bir çocukla karşılaştı. Oyun oynaması gerekirken, oyuncaklarını kucağına alıp pazarlara çıkaran bir çocukla... Alfabeyi öğrenmesi gerekirken, sokakların bütün küfürlerini, belki de anlamlarını bilmeden öğrenen, daha okul çağında kalem tutması gereken ellerini karanlığın koynunda kirletmek zorunda kalan bir çocukla...
Yaşayamadığı çocukluk günlerini görmezden gelerek ‘‘al abi al, çocuğunu sevindir...’’ söylemleriyle, düşlerini düşüşe, yeşertemese de hep olması gereken umutlarını umutsuzluğa, hayallerini hiçbir zaman
gerçekleştiremeyeceği bir yalana teslim eden çocukla... Bir bayram sabahı, babasının ölmeden önce hediye ettiği son tebessümü,
görmezden gelindiği her gününe inat, yok pahasına satmak için
meydanlara çıkaran bir çocukla.
O yalnızca, vapur iskelesinde bir yerlere yetişmenin telaşesinde olan
insanların, sonu ölüme çıkacak yollarında görmezden geldiği yüzlerce
çaresizden biriydi. Uzunca bir süre onu ve ona şevkat göstermesi
gerekirken, vefasızlık adına her şeyi ona bahşeden insanları izledi. Gördüğü her insana yalvarırcasına satmaya çalıştığı ve hayata tutunma çabalarından belki de sonuncuları olan üç beş oyuncak, mendil, sakız v.s'lerden birinin fiyatını sordu. Ona hiç olmaz ise anlık tebessüm edebilmesi için ederinden fazla para uzattı. Sevinçle paraya uzanan çocuğun ellerinde, hayatın bütün kirli işlerine en temiz günlerinde bulaşan masum bir yaşamın çektiği derin sancıyı gördü... Ki yaşamın o elleri, kim bilir kaç gecenin günahkar koynunda, kötürüm isteklerin çaresiz ortağı olmuştu. Çocuğun ellerinden yüreğine damlayan bu ağır hicranı görünce, gözlerine bakmaya bir türlü cesaret edemedi nedense. Belki de orada, renkleri yitirilmiş dünyanın hazin izlerini taşıyan, mavi uçurtmaların özlemini çeken bir çift hüzün görecekti.
Her şeye rağmen; yinede son bir gayretle çocuğun gözbebeklerine çevirdi bakışlarını. Orada gördüğü; saflığın aynasından hayata yansıyan ve güneşi bile kıskandıran aydınlığın en canlı renkleriyle gülümsemesiydi. ‘‘Elbette ki, yürek dediğin taşlaşmadan ihanetetmeyen, her anında, hep yanında, her şeye rağmen seninle olan yoldaş demekti’’. Çocuğun onlarca suça bulaştırılmış olduğunu bilse de, yine de masumluğundan başka bir şey yansımadı düşüncelerine. Ki o yansıma, nice geceler nice mahzuna yoldaş olan, nice biçareyi çareyle donatan aydınlıktı... Suçu masum oluşu, hayatın ortasında dimdik duruşu, dedi ve sustu...
İskeleden ayrılmak üzere olan vapura yetişmek için hızla koşan
insanların saniyelik gecikmelerinin, yalnızca yüzlerine turnikelerin giriş
kapıların kapanması anlamına gelmediğini, zamanında onlara, peşinden koştukları her şeyin kapılarını hiç açamayacakları bir ağırlıkta kapattığını bilmelerini istedi. Kesinlikle yaşamın bir saniyesi bile geriye atım atmıyor ve dünle ilgilenmiyordu. ‘‘Yani; hayatın rayları yoktu. Belki ancak rotası vardı. İki farklı geminin aynı rota üzerinde gitmesi mümkün olsa da, aynı su zerrecikleri üzerinde gitmesi elbette ki mümkün değildi.! Adına hayat denilen şey, her ne ise rotasını şaşıranla, rotası istikametinde gidene aynı ölçüde davranıyordu. Tıpkı, en güçlü rüzgarların dev bir çınarın gövdesiyle, bir bahçedeki naif çiçeği ayırmadan ikisinin de üzerine aynı şiddetle esmeleri gibi.!
Dalgaların kabarmasıyla iskeleden hareket eden vapura bakarken,
çocukların dünyasından renkleri çalıp, onları bir başlarına, maviliği yitirilmiş hayatın kucağına bırakanların bu kalabalık şehirde bütün gözler onlara bakarken çırılçıplak kalmışçasına utanmaları gerektiğini düşündü. Bir zaman sonra vapurdaki yolcuların kendilerine atacağı bir lokma ekmek için amansız bir takiple birbirleriyle kıyasıya yarışa giren martılara çevirdi yüzünü.
Çocuğun yüzüne hafif bir tebessüm armağan ettikten sonra,
‘‘hayat, pazara çıkarıp sattığın her şeyden, oyuncaklarından ve kimsenin anlamlandıramadığı ekmek kaygından bile fazla eder be evlat'' diyebildi içinden. Ne garip şeydi şu yaşam dedikleri! Sanki umut yarışına hiç katılmamışçasına, daha yarışı en başta kaybeden herkes gibi, karşısında bir ceylan ürkekliğinde duran çocuğunda ‘‘büyüyünce ne olacaksın?’’ sorusundan nefret ettiğini hissetti. Bugününü kendi benliğinden çalan, ya da birileri tarafından zorla çaldırılan birisinin yaşayacağı yarınları olabilir miydi? Yüreğinde büyütmeye çalıştığı sevgiye çelme takan vefasızlar oldukça, tebessüme güç yetirebilirimiydi? Bu soruların cevapları duymak istemediği
çok acı gerçeklerdi. Çocuğun bu sorudan nefret etmesi için ne kadar çok sebep vardı. Güçlü bir fırtınanın ortasında tutunacak bir dal bulamamışçasına, bir şey yapamamanın verdiği çaresizlikle, iki damla yaş süzüldü gözlerinden, koca denizin kıyısına... Ne deniz, ne de insanlar anlayabildi, gözyaşının sebebini. Martı çığlıkları ve vapur sesleri arasında günü uğurlamaya hazırlanan bu şehirde, ses olması gereken nice anlam susarken; susması gereken nice anlamsız çığlıklar kulakları sağır edercesine haykırıyor, üstelik bir çocuğun çaresizliğine kahkahalar atıyordu.
Bu anlamsız çelişkileri kendi dertleriyle birlikte denize serpseydi hayat mı arınırdı, yoksa deniz mi bulanırdı? Çaresizliğin çaresi yoktu ve aslında kimse yalan söylemiyordu. Herkesin davranışı, yaşam aynasından hayatın her köşesine yansıyan bir eylemse, kim görünenin yalanını söyleyebilir, kim gerçeğin yalan olduğunu ispatlayabilirdi? İyiliğin de, kötülüğün de sınırları sonsuzdu. Yalnızca kendi yolunda iyilikleriyle yürüyenler ve başkalarının yoluna kötülükleriyle sınırlar çizmeye çalışanlar vardı. Ve bu çelişki, bir çocuğun ideallerini
söyleyebilecek kadar kişilik kazanıp kendine güven duymasına, büyüyünce ne olacaksın sorularından nefret etmeyecek kadar önünü görebileceği zamanlara kadar, uzayıp gidecekti.
‘‘Sınır yok. Yalnızca sınırlamaya çalışanlar var...’’ diyebildi,
sınırlara hapsedilmiş çocuğun arayışlarına anlam katarcasına.
Güneş gözlerin görebileceği en uzak noktada, denizle ufuğun kesiştiği
yerde, karanlığa meydan okurcasına kızıl bir aydınlık bırakıp şehre veda ederken; gecenin payına, ederinden fazla uzatılan paranın, mahzun yüzlere düşürdüğü sahte bir tebessümle, denizden habersiz, kıyısına akıtılan iki damla gözyaşı kalıyordu. Karanlığın içinden kurtulmak istercesine her hücresinde yaşamın ağır yükünü hisseden ve ertesi sabah güneşe merhaba deyinceye kadar, zifiri karanlığın en mahrem köşelerinde derin sancılar çekmeye aday bir yaşamdı
günden akşamla beraber geceye bırakılan. Belki de, birkaç saat sonra
şehrin içinde, hayatın ortasında, hep kıyısında durduğu ölümün köşküne kimseye duyuramadığı feryatlarıyla asil bir padişah edasıyla oturan çocuk, öylece, orta yerde bir başına duran ve 'büyüyünce ne olacaksın' sorusundan nefret eden birine yaşamın son hediyesi olarak sunulacaktı. Adı bu bahiste önemli olmayan onca sahipsiz yaşamların düşleriyse, ertesi sabah günü ağırlamaya hazırlanan şehirlilerin ardından, bir lokma ekmek için kıyasıya yarışan martıların kanatlarında, vefasızlığımıza haykırırcasına çığlıklar atacak, fakat seslerini yine duyuramayacaklardı.
Dün; iskelede çare ararken çektiği sancıları haber yapmayan gazetelerin üçüncü sayfalarınaysa gecenin bir yarısında, kimsesiz tek başına hayata veda eden ve ölümün herkesten vefalı
sahibine yönelen, bu kentin hep görmezden gelinen tebessüm yarışındaki isimsiz çocuklarının yaşanmadan biten hayatlarının, hiç anlatamadıkları ilginç hikayeleri düşecekti. Onların arkasından tek cümleyle ‘öldüler’ denip, 'öldürüldüler' diye yazılacaktı. Sahipsiz, arkalarından bir Fatiha bile okunmadan mezarlık bekçileri tarafından kimsesizler mezarlığına gömülecekler... Ölmeden önce çektikleri acıları anlatamayan talihsizlerin trajik hayat hikayeleriyse, süslü cümlelerle ve acıklı bir fon müziği eşliğinde akşam ana haber bültenlerinin kıyısından, geride kalanların aldırmaz kaygısızlıklarına yansıyacaktı. Güneşse gidenlere ve geride kalanlara aldırmadan, olanca hızıyla devam eden hayatın ufuklarından bir başka güne, yeniden merhaba diyecekti...
Bir gün; herhangi birinizin yolu bindiğiniz vapuru takip eden martıların
yaşadığı maviliklere düşerse; onların, kanatlarında taşıdıkları düşleri
ve çığlıklarıyla birlikte denize akıttıkları iki damla gözyaşını görmeye
çalışın. Unutmayın ki, sizin vefanızın başlangıcı, başka umutların
yarınlarıdır. Eğer aynı geceye aydınlık olmak için giderseniz, mutlaka aydınlanarak geri döneceksinizdir...
Seviyorum Sevmenin Acı Vermesini Her Sevenin Sevilmediğini Bile Bile.Ama Yınede Bir Umut Taşıyorum SEVEN SEVİLİR Diye.!!