Yıllanan yılların yıllanmış bir kalpte yılgınlığı
Güneşin yakıcı sıcağına aldırmadan yürüyordu… Yere atılan bir sigara izmariti kadar efkarlıydı başı… “Kent” dedi… Sanki dünyanın diğer adı… Masum yüzüyle aldatan, yutan insanları… “Dünya” dedi… Olabildiği kadar sahte… Solmayan, tozlanan sadece… El yapımı çiçeklerle eş değerde… Değilmiki alçak kadındır anlamı! Yapmacıklık da üzerinde sahici duran en güzel libastır herhalde… Bunları neden düşünüyordu bilmiyordu… Az önce deniz kenarındaydı… Dalgalar kıyıya vurdukça yumruklarını daha bir sıkıyordu… Birden bir acı hissetti sağ avucunun içinde… Hatırlayınca dudağının kıvrımlarından buruk bir tebessüm yayıldı yüzüne… O devasa yokuşu yuvarlanırcasına inerken, ayağına takılan taşı, denizi gördüğünde atacak bir şeyi olsun diye eline almıştı… Öyle ya! Yoksuldu… Bir banliyö kadar yoksul ve garipti sahipsiz kalbi… Elindeki taşa, yüzündeki o buruk tebessümle bir daha baktı… Bir dağa bakar gibi, bir dağı yıkar gibi baktı ve hiç düşünmeden bıraktı uçsuz bucaksız denizin ortasına… Suda çıkan ses, dudağındaki “ah” kadar acıtmasa da içini, en az deniz kadar bulanmıştı kafası… Attığı çakıl taşı henüz çakılmamışken denizin dibine, sağ elindeki taşın boşluğuna efkar damıtarak ayrılmıştı, dinmeyen dalgalarıyla kayaların bağrını delen deniz kenarından… Bir rüzgar esti, dudak kıvrımından yüzüne yayılan buruk tebessümü alıp götüren tarzdan… Bir rüzgar esti ve geçmişin tüm sayfaları yüzüne kapandı… Bir rüzgar esti, kelimelere yüzü, yüzüne kelimeler bulaştı… Bir rüzgar esti ve kalbi kayboldu…
Mevsimlerin yaz’ı kalbinde hüzün oldu… yarısını kalbinde taşıdığı asırlık bir aşkın hatırına, kelimelerini cümleye dönüştürüyordu… Aşk hatırınaydı bu çala kalemliği… Susuzdu… Kimsesizliği kanıtlanmış yaşlı bir şair, yıllar sonra aşka susuyordu… Aşk hatırına susuyordu…
Diline boca ettiği onca kelimenin orta yerinden kopup gelen aşkın sesiyle, geride bıraktığı masmavi bir denizin hırçın dalgaları harmanlanınca acı belirdi göğsünde… O alışkındı… Aldırmadı… Sahile yakın çocuk parkından geçerken, anne olmanın gururunu bir onur gibi alnında taşıyan genç bir annenin yanında buldu kendini… İzin istedi ve oturduğu yerde, kendinin kendinsizliğinde kayboldu saatlerce…
Çok güzel saçları vardı… Uzun, buğday rengi, pırasa ve gür saçları, üç dişli bir tokanın altında güzelliğinden ötürü hapsedilmiş mahkumlardı sanki… Elindeki bez bebeğini annesine verip, afacan çocukların oynaması için yapılmış demirlere koştu… Önce güzel saçlarını özgür bıraktı ve demirlere tersten asılarak saçlarını sallamaya başladı… Çok güzel saçları vardı… Annesi fark edip:
“Yaptığını gördüm bu çok tehlikeli, hadi eve gidiyoruz” diyerek, bez bebeği eline verdiğinde güneş yüzünde gün soldu küçük kızın… Hüzünle arkasına bakarak ayrılırken, saçları güzel olmayan bir kızın, aynısını yapmaya çalıştığını son anda fark etti…
Buğday renkli, güzel saçlı kızın gidişini izlerken şair; adına “Can” diye seslenilen sesi takip ettiğinde gördü onu… Parkın uç noktasına gidip, bir maraton koşucusu edasıyla koşuyor, ayağındaki spor ayakkabılarıyla kayağa merdivensiz çıktığında ise, büyük bir kahramanmış gibi alkışlanmayı bekliyordu… Adı Can’dı… AfaCandı… Uzun kirpiklerinden büyük ve ela gözleri öyle parlıyordu ki; sanki güneş bu gün onun gözlerinden doğmuştu sabaha… Afacandı… Durmuyordu durduğu yerde… Bitmek tükenmek bilmeyen enerjisiyle, yaşlı bir şairin zihnini yorduğunu bilmiyordu… Yaşlı şair, Can’ın afacanlığında 60 yıl öncesine gidip gidip gelirken, birden bir şey oldu… Can’ın gülen gözlerinden akan yaşlarla toprak sulandı… Can ağladı… Etrafına toplanan çocuklardan utanmamacasına ağladı, ağladı… Ve toprak Can’ın gözyaşlarıyla çamura bulandı… Yaşlı şairin yüreğinde, gözleri güzel bir çocuk kalbini dağladı… Can oyun parkından, uzun kirpikleri birbirine yapışmış olarak ayrıldı… Can gitti… Ve gökyüzü gözden kayboldu… Can, yaralanan dizinde, bir şairin kalbi kanadığını hiç bilmedi…
Gün akşam oldu… Çocuklar ayrıldı bir bir çocuk parkından… Çocuk parkı çocuksuz kaldı… Gün akşam oldu… Ve saçlarına çamaşır suyu bulaşmış yaşlı bir şair, alnına düşen son çizgiyle, garipliğini kanıksadı…
Ayaklarına prangalanmış aşksızlığıyla tırmanırken devasa yokuşu; giderken ayağına takılan ve taş sandığı şeyin aslında kendi kalbi olduğunu anladı… İçinde bir gemi düdüğünü çalarak ayrıldı limandan! Son tren kalktı son istasyondan… Önünde devasa bir yokuş, arkasında oyunsuz bir oyun parkı… Öylece kalakaldı… Sağ elini sıktığında, solunda boş kalan bir tarih kanadı…
Ve yaşlı şairin dudaklarından, her vakit genç kalan bir şiir döküldü devasa yokuşun eteklerine: “AHH!”
İki harflik bir şiirin, ilk ve son dizesine ömrünü bağladı…
AH’ın anlamını kimse anlamadı…
ahhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhh..................sen nerdesin
Güneşin yakıcı sıcağına aldırmadan yürüyordu… Yere atılan bir sigara izmariti kadar efkarlıydı başı… “Kent” dedi… Sanki dünyanın diğer adı… Masum yüzüyle aldatan, yutan insanları… “Dünya” dedi… Olabildiği kadar sahte… Solmayan, tozlanan sadece… El yapımı çiçeklerle eş değerde… Değilmiki alçak kadındır anlamı! Yapmacıklık da üzerinde sahici duran en güzel libastır herhalde… Bunları neden düşünüyordu bilmiyordu… Az önce deniz kenarındaydı… Dalgalar kıyıya vurdukça yumruklarını daha bir sıkıyordu… Birden bir acı hissetti sağ avucunun içinde… Hatırlayınca dudağının kıvrımlarından buruk bir tebessüm yayıldı yüzüne… O devasa yokuşu yuvarlanırcasına inerken, ayağına takılan taşı, denizi gördüğünde atacak bir şeyi olsun diye eline almıştı… Öyle ya! Yoksuldu… Bir banliyö kadar yoksul ve garipti sahipsiz kalbi… Elindeki taşa, yüzündeki o buruk tebessümle bir daha baktı… Bir dağa bakar gibi, bir dağı yıkar gibi baktı ve hiç düşünmeden bıraktı uçsuz bucaksız denizin ortasına… Suda çıkan ses, dudağındaki “ah” kadar acıtmasa da içini, en az deniz kadar bulanmıştı kafası… Attığı çakıl taşı henüz çakılmamışken denizin dibine, sağ elindeki taşın boşluğuna efkar damıtarak ayrılmıştı, dinmeyen dalgalarıyla kayaların bağrını delen deniz kenarından… Bir rüzgar esti, dudak kıvrımından yüzüne yayılan buruk tebessümü alıp götüren tarzdan… Bir rüzgar esti ve geçmişin tüm sayfaları yüzüne kapandı… Bir rüzgar esti, kelimelere yüzü, yüzüne kelimeler bulaştı… Bir rüzgar esti ve kalbi kayboldu…
Mevsimlerin yaz’ı kalbinde hüzün oldu… yarısını kalbinde taşıdığı asırlık bir aşkın hatırına, kelimelerini cümleye dönüştürüyordu… Aşk hatırınaydı bu çala kalemliği… Susuzdu… Kimsesizliği kanıtlanmış yaşlı bir şair, yıllar sonra aşka susuyordu… Aşk hatırına susuyordu…
Diline boca ettiği onca kelimenin orta yerinden kopup gelen aşkın sesiyle, geride bıraktığı masmavi bir denizin hırçın dalgaları harmanlanınca acı belirdi göğsünde… O alışkındı… Aldırmadı… Sahile yakın çocuk parkından geçerken, anne olmanın gururunu bir onur gibi alnında taşıyan genç bir annenin yanında buldu kendini… İzin istedi ve oturduğu yerde, kendinin kendinsizliğinde kayboldu saatlerce…
Çok güzel saçları vardı… Uzun, buğday rengi, pırasa ve gür saçları, üç dişli bir tokanın altında güzelliğinden ötürü hapsedilmiş mahkumlardı sanki… Elindeki bez bebeğini annesine verip, afacan çocukların oynaması için yapılmış demirlere koştu… Önce güzel saçlarını özgür bıraktı ve demirlere tersten asılarak saçlarını sallamaya başladı… Çok güzel saçları vardı… Annesi fark edip:
“Yaptığını gördüm bu çok tehlikeli, hadi eve gidiyoruz” diyerek, bez bebeği eline verdiğinde güneş yüzünde gün soldu küçük kızın… Hüzünle arkasına bakarak ayrılırken, saçları güzel olmayan bir kızın, aynısını yapmaya çalıştığını son anda fark etti…
Buğday renkli, güzel saçlı kızın gidişini izlerken şair; adına “Can” diye seslenilen sesi takip ettiğinde gördü onu… Parkın uç noktasına gidip, bir maraton koşucusu edasıyla koşuyor, ayağındaki spor ayakkabılarıyla kayağa merdivensiz çıktığında ise, büyük bir kahramanmış gibi alkışlanmayı bekliyordu… Adı Can’dı… AfaCandı… Uzun kirpiklerinden büyük ve ela gözleri öyle parlıyordu ki; sanki güneş bu gün onun gözlerinden doğmuştu sabaha… Afacandı… Durmuyordu durduğu yerde… Bitmek tükenmek bilmeyen enerjisiyle, yaşlı bir şairin zihnini yorduğunu bilmiyordu… Yaşlı şair, Can’ın afacanlığında 60 yıl öncesine gidip gidip gelirken, birden bir şey oldu… Can’ın gülen gözlerinden akan yaşlarla toprak sulandı… Can ağladı… Etrafına toplanan çocuklardan utanmamacasına ağladı, ağladı… Ve toprak Can’ın gözyaşlarıyla çamura bulandı… Yaşlı şairin yüreğinde, gözleri güzel bir çocuk kalbini dağladı… Can oyun parkından, uzun kirpikleri birbirine yapışmış olarak ayrıldı… Can gitti… Ve gökyüzü gözden kayboldu… Can, yaralanan dizinde, bir şairin kalbi kanadığını hiç bilmedi…
Gün akşam oldu… Çocuklar ayrıldı bir bir çocuk parkından… Çocuk parkı çocuksuz kaldı… Gün akşam oldu… Ve saçlarına çamaşır suyu bulaşmış yaşlı bir şair, alnına düşen son çizgiyle, garipliğini kanıksadı…
Ayaklarına prangalanmış aşksızlığıyla tırmanırken devasa yokuşu; giderken ayağına takılan ve taş sandığı şeyin aslında kendi kalbi olduğunu anladı… İçinde bir gemi düdüğünü çalarak ayrıldı limandan! Son tren kalktı son istasyondan… Önünde devasa bir yokuş, arkasında oyunsuz bir oyun parkı… Öylece kalakaldı… Sağ elini sıktığında, solunda boş kalan bir tarih kanadı…
Ve yaşlı şairin dudaklarından, her vakit genç kalan bir şiir döküldü devasa yokuşun eteklerine: “AHH!”
İki harflik bir şiirin, ilk ve son dizesine ömrünü bağladı…
AH’ın anlamını kimse anlamadı…
ahhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhh..................sen nerdesin