:: Duygusuz.com - Dostluk ve Arkadaşlık Sitesi
Konuyu Oyla:
  • Derecelendirme: 0/5 - 0 oy
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
H.a.g
Hayat_Bu
#81
Mükemmel Sözler etmişler !! (Gerçekler ve Olumlu Psikoloji Üzerine...)



* Bir kör başka bir köre yol gösterirse ikiside çamura yuvarlanır.

* Gözler kendilerine, kulaklar başkasına inanırlar.

* Biri gerçeği duymak istemediği, öteki de yalana hazır olduğu zaman dostluk olmaz.

* Başkalarında ayıpladığın ne varsa kendinde ve çevrenkilerde fazlasıyla vardır ama nedense görmek istemezsin.

* Herkes insanlığı değiştirmeyi düşünür. Ama kimse önce kendisini değiştirmeyi düşünmez.

* İnsanlar kendi kötülüklerini asla anlatmazlar çünkü; kızgın oldukları kişilerin yaptıklarını anlatmak çok daha kolaydır.

* Attığınız tokada karşılık vermeyen kişiden sakının: O hem sizi bağışlamaz hem de kendinizi bağışlamanıza olanak bırakmaz

* Arkadan konuşmak yalnız ahlaksızlık değil, korkaklıktır da.

* Zandan uzak kalın, Zanna dayanılarak söylenen sözler sözlerin en yalanıdır.

* Söylesem Tesiri Yok, sussam gönül razı değil.

* Kendini çok seveni başkası sevmez.

* Eğer herkes dost sandığı kimselerin birde kendi arkasından söylemiş olduklarını duysaydı, dünyada dost kalmazdı.

* Kötüler kendilerine tahammül edildikçe daha çok azarlar.

* Benim iç in ne düşünür, konuşursan Allah (C.C.) sana iki katını versin.

* Gözler kendilerine, kulaklar başkasına inanırlar.

* Yalnızlık kötü arkadaştan, iyi arkadaş ise yalnızlıktan iyidir

* Kavak ağacını beğenen ve seven çok az insan gördüm, çünkü dosdoğrudur.

* Akıllı adam başkalarının kusurunu görerek, kendi kusurunu düzeltir..


(Olumlu Pskiloji - İyi Olma Sanatı)

Eğer hasta olmak istemiyorsan. ...

Reddecilik ve kendine saygı eksikliği kendimize kendimizi yabancılaştırır. Kendimizle barışık olmak sağlıklı yaşamın anahtarıdır. Bunu kabul etmeyenler kıskanç, taklitçi, aşırı rekabetçi ve yıkıcı olurlar. Eleştirileri kabullen, bu bilgelik, akıllılık ve terapidir.

Eğer hasta olmak istemiyorsan. ..

Çözümler bul, olumsuz kişiler çözüm bulmazlar ve sorunları büyütürler. Üzülmeyi, dedikoduyu ve kötümserliği tercih ederler. Karanlığı kovmak için kibrit yakmalı. Arı ufacıktır fakat varolan en tatlı şeylerden birini üretir. Biz ne düşünüyorsak oyuz.. Olumsuz düşünce hastalığa dönüşen negatif enerji üretir.

Öyleyse hem olumlu düşün, olumlu ol ve sorunlar karşısında katılaşma : ÇÖZÜM BUL....
Ara
Cevapla
Hayat_Bu
#82
Yalan mi Dogru mu?
Vaktiyle bir padişah, ellerindeki esirlerden birini, diğer esirleri kıştırtıyor, isyana teşvik ediyor, diye cezalandırmak istedi. Bu tür suçların cezası da idamdı. Esir bunu bildiği için, "Ölümden öte yol yoktur" felsefesiyle, kendi dilinde padişaha sövüp saydı, iyice içini döktü...

Padişah esirin dilinden anlayan bir vezire, "Neler söylüyor bu adam?" diye sordu Vezir, temiz yaratılışlı, iyilik yanlısı biriydi. Esirin küfürler savurduğunu değil de "Ben bir hata ettim bir padişah olarak sana yakışan ise affetmektir, Allah da bağışlamayı ve bağışlayanları sever, diyor" dedi Vezirin bu sözleri üzerine padişah merhamete geldi ve esiri affetti. Fakat esirin dilinden anlayan kötü yürekli bir başka vezir müdahale etti:
- Padişahım, bu esir söylenenlerin tam tersine size en ağır küfürleri savurdu, ağzına geleni söyledi dedi.

Padişah yerinde bir soyluluk gösterisinde bulundu Kötü yürekli vezire hitap ederek, "Önceki vezirimin söylediği yalan, senin söylediğin doğrudan daha çok hoşuma gitti. Senin gammazlığına itibar etmiyorum" dedi ve af kararını geri almadı...
Ara
Cevapla
Hayat_Bu
#83
eypte eski bir Cohen şarkısı:


'Yolumu gözleyen bir kadını terk ettim / karşılaştık bir süre sonra /‘Gözlerinin feri sönmüş’ dedi bana: / ‘Aşkım, ne oldu sana? ’/Böyle gerçeği söyleyince / ben de doğru söylemeye çalıştım ona /‘Senin güzelliğine ne olduysa’ dedim, / ‘benim gözlerime de o oldu’.



8 - 10 dizeye sıkışmış hazin bir aşk hikayesi... Buruk; kırılmış oyuncaklar kadar...
Ve yenik; 'keşke'li cümleler gibi... Bu sözcüğü kaç konuşmanızın başına eklemişseniz onca ıskalamışsınızdır hayatı...



Dört mevsimlik bir sene olsa ömür, 'keşke', onun güzüne denk gelir.
Hepten vazgeçmek için erkendir, telafi etmek için geç...



Mağlubiyetin takısıdır 'keşke'...
Kaçırılmış fırsatların, bastırılmış duyguların, harcanmış hayatların, boşa yaşanmış ya da hakkıyla yaşanamamış yılların, gecikmiş itirafların ağıtıdır.



Çarpılıp çıkılmış bir kapıda, yazılıp yollanmamış bir mektupta, göz yumulmuş bir haksızlıkta, vakit varken öpülmemiş bir elde, dilin ucuna gelip ertelenmiş bir sözdedir.



Feri sönmüş bir çift gözde ya da yitip gitmiş bir güzelliğin ardından iç çekişte...



'Yolunu gözlemeseydim', 'öyle demeseydim', 'terk edip gitmeseydim', 'en güzel yıllarımı vermeseydim' diye diye sızlanır gider.



'Keşke'nin panzehiri 'iyi ki'dir.
İlki ne kadar pısırıksa, ikinci o denli yiğittir.



'Keşke', çoğunlukla bir 'ahhöla kopup gelir ciğerden... esefler, hayıflanmalar, yerinmeler sürükler peşinden...



'İyi ki' ise, muzaffer bir 'ohhöla büyür; cüretiyle övünür.



'Keşke'li cümlelerde nasıl yaşanmamışlığın, yarım kalmışlığın o ezik tuzu kuruluğu varsa, 'iyi ki'lilerde de göze alabilmişliğin, riske girebilmişliğin, tadına varabilmişliğin mağrur yaraları kanar.



Okulu hiç kırmamışsınızdır, sinemada öpüşmemişsinizdir; dokundurtmamışsınızdır kendinize, bir kez olsun gemileri yakmamışsınızdır.



Konuşmanız gerektiğinde susmuş, koşacağınız zaman durmuş, sarılacağınız yerde kopmuşsunuzdur.



Bir insana, bir işe, bir davaya ömrünüzü adamışsınızdır. O insanın, o işin, o davanın, bunu hak etmediğini sezmenin hayal kırıklığındadır 'keşke'...



'Şimdiki aklım olsaydı' dövünmesindedir. Geriye dönüp baktığınızda, ayıplara, yasaklara, korkulara, tabulara feda edilmiş, 'Ne derler'e kurban verilmiş, son kullanma tarihi geçmiş bir yığın haz, bilinçaltından el sallar.



'Keşke'cilerin hayatı, kasvetli bir pişmanlıklar mezarlığıdır.



'İyi ki' öyle mi ya! ...



Onda, yara bere içinde de olsa, yana yana, ama doyasıya yaşamış olmanın iç huzuru ve haklı gururu haykırır.



'İyi ki'lerinizi toplayın bugün ve 'keşke'lerinizden çıkartın. Fazlaysa kardasınız demektir.



Aldırmayın yüreğinizdeki kramplara, mahzun hatıralara... Rüzgarlarla koştunuz ya...



'Keşke'leriniz, 'iyi ki'lerden çoksa...
Telafi için elinizi çabuk tutun. Tutun ki, yolunuzu gözlerken terk ettiğinizle bir gün yeniden karşılaştığınızda siz susarken, feri sönen gözleriniz 'keşke' diye nemlenmesin...



Can Dündar
Ara
Cevapla
Hayat_Bu
#84
Temeli sevgi ve diğerkâmlık olan duanın gizemi kanaatimce tam olarak anlaşılmış değildir. Bizler havaya, suya, ekmeğe duyduğumuz ihtiyaçtan daha fazla duaya ihtiyacımız olduğunu içimizde hissetmeye başladığımız anda, duanın hayatımızdaki işlevinin başladığını göreceğiz. Duaya duyulan ihtiyacın temelinde gerçekte Yaratıcı’ya duyulan ihtiyaç vardır. Çünkü insanın sahip olduğu ruhun mahiyeti bilinmese bile, “Ve sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki: “Ruh, Rabbimin bileceği bir şeydir...” (İsra, 85) ve “…Ben ona ruhumdan üfledim.” (Hicr, 29) ayetleriyle, ruhumuzun, Allah’a ait bir emanet olduğu bilinmektedir. Özü ve kaynağı Allah’tan olan ruhun, kendi hakikatine ihtiyacının olması doğaldır. Bu noktada dua, ruhun madde âleminden mana âlemine yönelmesi, Allah’a yükselmesi, O’na ulaşması ve yüceliklerle dolu bir atmosfere gönül yoluyla seyahat etmesidir. İyi bilmeliyiz ki, Allah’a ulaşmak için birtakım katı kurallara veya karmaşık yollara ihtiyaç yoktur. Bunun için, çok kolay ve sade bir yol olan dua, oldukça güzel bir yöntemdir. Dua etmek için sadece Allah’a yönelme niyeti ve çabası gereklidir. Bu çaba da akıl ve zekâ ile olabilse de gerçekte, sevgi ve gönülle olacaktır. Biz buna, gönlü aklın biraz önüne çıkarmadır diyebiliriz. Çünkü insan aklıyla değil gönlüyle yakarır. Gönlüyle yakarma işi gerçekte bir aşktır. Aşk ise, aklın yapamadığı çok şeylerin üstesinden gelir. Kültürümüz bunun eşsiz örnekleriyle doludur. Aşkın aydınlattığı gönül birtakım derin fıtrî özelliklerle bezenmiş şekilde Yaratıcısından almaya ve O’na gönlünü vermeye hazır durumdadır. Bu, ruhun aslî safiyetine yaklaştığı öyle bir andır ki, dua için kalkan eller, kıpırdayan dudaklar ve yönelen samimi gönüller mutlaka karşılığını bulur.

Dua esnasında her birimiz âdeta kendi nefsimizle hesaplaşırız. Kendimizi objektif bir bakışla, riyasız bir şekilde ve olduğu gibi görürüz. Varsa hatamızın, hırsımızın, kinimizin, kibir ve gururumuzun farkına varırız. İç dünyamızda sık sık yapacağımız bu ısrarlı ve tarafsız muhasebe neticede pişmanlığı doğurarak bize, ahlâkî değerlere tam bir dönüş imkânı ve bağlılık hissi kazandırır. Bu hislerin eşliğindeki dua ile, gönlümüzün derinliklerinde bir ışık, bir ümit, bir kutlu kıpırdanış duyarız ki, ruhumuz bununla sükuna kavuşur; fizik ve mana bedenimizde bir ahenk belirir. Derde, sıkıntıya, yoksulluğa, hastalığa karşı büyük bir direnme gücü kazanırız. Bütün bunlara, hatta ölüme bile tebessümle bakabiliriz bu ruh haliyle. Kendini bu kıvamda bulan bir hastanın nasıl iyileştiğine doktorlar bile şaşar kalır. Dua eden hastaların daha çabuk iyileştiği bilinmektedir. Çünkü duanın kişide doğurduğu huzur, onun tedavisine katkıda bulanacak olumlu bir etkidir. İşte bu, duanın gücüdür.

Duanın etkilerinden bir kısmı da, ruha verdiği güzellikler ve inceliklerle, kişiyi bencillikten kurtarıp topluma bağlaması, ona, yaratılanları yaratandan ötürü sevmeyi, onlar için iyilikler temenni etmeyi öğretmesi ve gönlünde başkalarına yer verme büyüklüğünü kazandırmasıdır. Peygamberimiz (s.a.s.)’in; “Bir Müslüman’ın, yanında bulunmayan din kardeşi için yapacağı dua kabul edilir. O, kardeşi için dua ettikçe, yanındaki melek ona, ‘duan kabul olsun, aynı şeyler sana da verilsin’ diye dua eder.” (Müslim, Zikir, 88) hadisi bunu açıkça göstermektedir. Bu kutlu sözdeki büyük müjdeyi kelimelerle ifade etmek mümkün gözükmüyor. Bu da duanın özünde bulunması gereken sevgi ve digergamlığın karşılığı olsa gerek.

Satırlarımın sonunda duanın unutulan ya da ihmal edilen bir yönüne değinmek istiyorum. Bilinen ve kullanılan şekliyle dua, bir şikâyetin, bir ızdırabın giderilmesine yönelik yardım dilemek biçimlerinde gerçekleşmektedir. Genelde, içimizden darda kalanlar, olaylar karşısında yılgınlık, bezginlik veya yenilmişlik hissedenler dua ederler. Bu durumlarda dua etmek belki doğal olanıdır. Ancak, duaya aynı zamanda, Yüce Rab ile bir iletişim olarak, duygu dünyasının derinliklerinde sürekli, içsel bir keşif ve yücelme girişimi olarak bakmalıyız. Bence dua bir şeyler isteyip almaktan öte, bir yerlere ulaşma, yücelere erme olayıdır. Çünkü Allah, kendisine sevgiyle yönelene karşı daha fazla sevgiyle yönelir.



“Darda kalanlar, olaylar karşısında yılgınlık, bezginlik veya yenilmişlik hissedenler dua ederler. Bu durumlarda dua etmek belki doğal olanıdır. Ancak, duaya aynı zamanda, Yüce Rab ile bir iletişim olarak, duygu dünyasının derinliklerinde sürekli, içsel bir keşif ve yücelme girişimi olarak bakmalıyız.”

Diyanet aylık dergisi temmuz 2008

post_groan.gif quote.gif
Ara
Cevapla
Patikli_Penguen
#85
hepsini okuyamadım ama payllaşmların için tşk
Ara
Cevapla
Hayat_Bu
#86
Mutluluk
Ünlü bir sofu öyküsüdür bu. Bir kral sabah gezintisi sirasinda bir dilenciye rastlar. "Dile benden ne dilersen" der.

Dilenci güler ve "Sanki dilegimi gerçeklestirebilecekmis gibi soruyorsunuz." diye yanitlar.

Kral alinir ve söylesi koyulasir.
- Pek tabii her dedigini yerine getirebilirim. Sen söyle hele, ne istiyorsun?
- Söz vermeden önce iki kez düsünün kralim.

Dilenci siradan bir dilenci degildir. Kralin ilk yasantisinda ögretmeni olmustur. Ve ona su sözü vermistir: "Bundan sonraki yasantinda tekrar karsina çikip seni uyaracagim."

Kral olayi unutmustur. Zaten geçmisi hangimiz noktasina virgülüne kadar animsayabiliriz ki? Birlikte yaslanan kisilerin bile anilari farklidir. Bu nedenle kral bastirir:
-Ne istersen verebilirim. Ben güçlü bir Kralim. Yerine getiremeyecegim hiçbir dilegin olamaz.

Bunun üzerine dilenci, çanagini uzatir:
- Su çanagi herhangi bir seyle doldurabilir misiniz? diye sorar. Kral kahkaha atar ve vezirine çanagi altinla doldurmasini emreder.

Çanak dolup tasmakta ama aninda ********tadir. Paralar buhar olup uçmaktadir sanki. Kralin onuru kirilir. Bir dilenci çanagini dolduramadigi kulaktan kulaga yayilir. Giderek pirlantalar, elmaslar, yakutlar akitilir çanaga. Ne var ki çanagin dibi yoktur sanki. Yer yutar ama bos kalir.

Kral yenik düsmüstür. Dilenciye yakarir:
- Tamam, sen kazandin. Dilegini yerine getiremedim ama ne olur bana çanagin neden yapilmis oldugunu itiraf et.
- Çok basit, diye yanitlar dilenci. Insan dimagindan yapilmistir. Yani insanin arzu ve isteklerinden. Doymak bilmez olusu bundandir. Bu gerçegi bir kez kavrarsan yasantin degisir.

Istek nedir ki! Istek ulasilana kadar, belli bir süre heyecen veren bir duygudur. Örnegin; bir araba istersin... Bir yat... Ev... Es! Tek tek her birini elde ettiginde, tümü anlamini yitirir.

Neden?

Çünkü beynin, aklin onlari dislar. Araba garajdadir ve artik istek uyandirmamaktadir. Heyecan, onu elde ettiginde sönüp gitmistir.

Kadin yataginda, para cebindeyse, onlara erismek için katlandigin yogun istek yok oluverir. Gene bosluga düser, yeni bir istek yaratmak zorunda kalirsin.

Istek doyumsuzluk uyandirir ve giderek dilenci olursun. Bir istekten bir digerine çirpinip durursun. Amacina ulasir ulasmaz bir yenisini yaratirsin. Istegin bu yönünü kavradiginda hayatinin dönüm noktasindasin demektir.

Sürekli yolculuk hali iyi sonuç vermez.
Geri dön...
Evine dön...
Seni mutlu edecek ögeleri disinda degil, kendi içinde ara!
Ara
Cevapla
Hayat_Bu
#87
Çok uzak bir adada yaşayan güzeller güzeli ahtapot ve çok yakışıklı bir akrep birbirlerine aşık olmuşlar. Fakat ikisi de birbirinden korkuyormuş. Ahtapot akrepden onu zehirli iğnesiyle sokar diye , akrep ise ahtapotun uzun kolları onu boğar diye…Fakat daha fazla dayanamayarak ikiside birbirlerine kollarını uzatmışlar. Ahtapot “en kötü ihtimalle bir kolumu veririm, nasıl olsa yerine yenisi gelir” diye düşünmüş. Akrep ise “Onun için kendimi feda edebilirim” demiş. Birbirlerini çok seviyorlarmış. O kadar mutlularmış ki bütün hayvanlar çok kıskanıyormuş onları...
Zamanla akrepden sıkılmaya başlamış ahtapot, aklında açık denizler varmış hep. Oralara gidip başka hayvanlarla tanışmanın hayalini kuruyormuş. Güzelliğini bu şekilde geçirmemek için okyanuslara doğru yüzmeye başlamış. Terk edilen akrep günlerce sahilde onun dönmesini beklemiş. Ardından çok ağlamış fakat göz pınarları olmadığı için, hep içine akmış göz yaşları. Okyanusların en güzel sularında süzülen ahtapot yeni yerler gördükçe işte gerçek mutluluk diye düşünüyormuş içinden. Akrebi çoktan unutmuş. Derken birden bir balıkçı ağına dolanmış olarak bulmuş kendisini. Kurtulmaya çalıştıkca daha çok dolanıyormuş. Onu gemiye çekmişler. Balıkçılar ahtapotun kollarını kesip geri denize atmışlar. Kesilen kollarıysa içki masalarında meze olarak kullanılmak üzere bir restorana satılacakmış. Canı çok yanan ve ne yapacağını bilemeyen ahtapot eski aşkı akrebe dönmeye karar vermiş fakat kolları olmadığı için yüzemiyormuş artık. Terk edilen akrepse onsuz olmaktansa ölmeyi tercih etmiş ve zehirli iğnesiyle kendisini sokmuş. Diğer hayvanlardan yardım isteyen ahtapot akrebe ulaşmak üzereymiş. Akrebin yanına vardığında ise akrebi ölmek üzereyken yakalamış. Akrep son nefesini verirken “evet işte ben bu güzellik için kendimi feda ettim” demiş içinden. Gerçek aşkının akrep olduğu anlamış ahtapot. Ama artık ne ahtapotun onu saracak kolları kalmış , ne de akrebin onu tekrar sevebilecek kalbi...


Herşey zamanında yaşandığında güzeldir...
Ara
Cevapla
Hayat_Bu
#88
KUTU


Telaş ve korkuyu geride bıraktığını düşünerek girdi eve, evievrenini korunaklı kılan kapıya yaslandı. Kuzey yıldızının verebileceği bir güvendi bu, onun kapılarda bulduğu. Bedenini kapıdan ayırmadan yere çömelip gözlerini kapattı. Dakikalarca kıpırdamadan kendini güvende hissetmenin sıcaklığının kucağında oturdu: Yol gösterici kuzey yıldızının ortaya çıkmasını ümit ederek.
Kendini zayıf düşüreceğini bildiği duygulanımların yalancı sıcaklığıyla avunduğunu düşünerek ayağa kalktı ve ancak o zaman fark etti çıkarken açık bıraktığı lambanın yanmadığını, suni yollarla aydınlatmaya çalıştığı evievreni karanlığa kaçmıştı.

Sekiz kişilik kanepenin, kendinin ve diğer kendilerinin en uzak köşesine oturdu. Özel alanından bir milim sapmadan ve diğer kendilerine hürmeten.
Nabzını kontrol etti, Kalp atışları normal. Telaş ve korku karanlığın içine çekilmiş. Yok mu olmuş, hiç mi, bilmiyordu: Bilmiyorcuydu. Bu kadar beşeri bir durumun bu kadar uzun etkili olması şaşırtıcıydı. Şaşırtıcı mıydı? Üstelik hafife almışken pratik yaşamı ve onun kara uzantılarını, geçmiş her susadığında kendini bıraktığın bir kucak, sonra üzerine yapışan uzantılarından kurtulmaya çalıştığın bir kuyu.

Yaşadığı, yaşadığını sandığı, yaşadığına inandığı tacizler, geçmişinin şimdisine gönderdiği iki sevgiliydi. Birinin adı telaş, ötekininkiyse korku.

Taşımakta zorlandığı, 265 adet kendinin, kendi gider yükü kalır ağırlıkları.

Ağırlık arttıkça küçüldüğünü hissediyordu, katlandığını; ikiye, üçe, beşe ve hep katlandığını 265 adet kendine.

Kıpırdayamıyordu. Kolunu kaldırmaya çalıştı, olmadı. Kol kaldırma hareketini düşündü. Ne zaman öğrenmişti nasıl hareket etmesi gerektiğini, burnundan nefes alıp ağzından vermesini, neyin içindeydi şimdi, ne zaman girmişti bu kutunun içine? Bilmiyordu; bilmiyorcuydu çünkü. Beşe katlanan bedenlerin sığabileceği kadardı. Uydurulmuş hayatların tıkıştırıldığı bir kutu, herhangi bir kutu. Dokundu bedenine, bedeni kendine, kendi bedenine sokuldu. Kabullenişle sessizce kapandı kutunun kapağı. Ve o bir çevrimin içindeydi, bir çevrim onu dışına atmışken.

Kaç kendi, kendinden bir kendi götürmüştü kaçarken ve her giden geride bırakmıştı kendinden?

Mai karanlık bedeninden içeri süzülüyor, koyu kıvamlı sıvıların ağır akışkanlığıyla, karanlık içine gömülüyor. Neden bu kutunun içindeydi? Bedenini kontrol etti, soluk alışverişini, nabzını, adına yaşam denen, verilmiş zaman aralığı kendiliğinden akıp giderken, Neden bu kutunun içindeydi?

Hala nefes alması mümkün müydü? Bu bir geri dönüş ihtimali miydi? Seçilmeyi bekleyen bildiğin ve tükettiğin bir yere geri dönme ihtimali.

Neden bu kutunun içindeydi? Bu kutunun içindeki kimdi? Her nefes alışında 265 adet kendi içine doluyor ve her nefes verişinde kendi payına düşen ağırlığıyla birlikte karanlığa karışıyordu. Her nefeste, bir kendi uzaklaşıyor kendinden, soluk alışları zorlaştıkça, ağırlık azalıyor, bedeni boğulurken ruhu hafifliyor. Bedeninin tükenişi ruhunu besliyordu. Neden bu kutunun içindeydi? Kutu mu onun içindeydi?

Neden, içindeydi. Neden içindeydi? Kutu, nedendi. Neden kutuydu? Kutu kendiydi.

Şimdi, kapak açılabilirdi.

Hangi kapak?
Ara
Cevapla
Hayat_Bu
#89
Hamallığın öyküsü
Hamalsan iki şey önemli oluyor senin için: Yük ve yol…Ancak sırtına aldığın yükle bu mesafeyi aşabilirsen, ücret mevzu bahis oluyor. Aksi olursa, cereme çekiyorsun! Bunu düşünüyordum. Yanımdaki hamalla yola çıktık. İhtiyardı. Kendinden büyük bir yük almıştı. Benim sırtımda ise birkaç bavul vardı sadece, onunkinin çeyreği… Diyordum ki içimden “Çok gitmeden kıvrılırsa titreyen bacakları, yüklenirim sırtındaki yükün yarısını!..”

Nitekim, çok geçmeden dedi ki: “Mola vakti. Gel biraz dinlenelim!..

”Ne molası, dedim ona hayretle. Ben daha terlemedim!..”

Sözüme aldırmadı. Durdu. Çöktü. Salarken yükünün ipini “Sen de dinlen hadi” dedi. Benim canım sıkılmıştı bu işe. Genç olduğumu, ondan kuvvetli olduğumu, bunun gibi bir bunakla yola çıkmamın ne büyük hata olduğunu düşünüyordum. O ihtiyar, bir bacağını azıcık uzatmış halde sessizce dinleniyorken, ben huzursuz bir şekilde ayakta dolanıyordum. Bir saat kadar sonra yine durdu, oturdu, dinlendi. Ben kızgınlıkla dolandım etrafında… “Yükünü indirip sen de dinlen”, demesine aldırmadım, ona daha çok kızdım… Sonra yine durdu. Bana da “dinlenmemi” söyledi yine ama dinlenmedim. Yarım saat sonra “dinlenelim mi” diye sordu, aksi aksi başımı salladım… Kaçıncı molasıydı hatırlamıyorum, birden bire dizlerimin bağı çözüldü. Kafamın içinde uçuşan kara kara sinekler sustu, çöküp kaldım. Kayış kolumdan çıktı, sırtımdaki bavullar kaydı. Ne kadar zaman geçtiğini fark etmedim. Uyumuştum da uyandım mı, yoksa bayılmıştım da ayıldım mı anlamadım… Baktım kendi kocaman yükünün üzerine benim bavullarımı da bağlamıştı. Küçük tasına birazcık su koyup dudağıma dayadı, içtim. Sonra koluma girerek;

“Hadi kalk, dedi. Bana yaslan. Ağır ağır gider ve bir süre sonra gene dinleniriz.” Dediğini yaptım. Omzundan güç aldım, ama asıl anlattıkları iyi geldi bana. “Ben yılların hamalıyım, dedi. Nice pehlivan yapılı adamlar gördüm. Çoğu, dinlenmek istemediklerinden yükleriyle birlikte kendilerini de toprağa serdi sonunda…

Yolda gördüğümüz saçılmış kuru kemiklerin çoğu, anlattığım bu insanlara ait…Halbuki bir yükü “taşımak” bizim işimiz,”altında ezilmek” değil!.

Unutma ki bir yük taşıdıkça ağırlaşır. Dinlenerek sen yükünü hafifletiyorsun! Belki günün birinde hamallığın şekli değişir. Belki o günleri ben göremem. Ama sen kavuşursan o zamanlara, aman ha, kafanın içinde de sakın yük taşıma… Akşamları bırak ve hafifle…

Sabah dinlenmiş olarak yeniden tekrar taşırsın yükünü. Bizim işimiz, bugünü yarına taşımak, bugünün altında yok olmak değil. Çünkü yarınlarda bizi bekleyenler var, taşıdıklarımızı bekleyenler var…

Okumanız bitince işi-gücü bırakın ve 10-15 saniye düşünün; bu kadar çırpınmanın sonunda çevremizde bir kişiyi dahi mutlu edemiyorsak bir sorun var demektir. Bazen bize küçük gelen ayrıntılar; karşımızdakini ömrünün sonuna kadar mutlu edebiliyor…
Ara
Cevapla
Hayat_Bu
#90
Bir Aşk Hikayesi

Üniversiteli delikanlı Kolejli kıza bir voleybol maçında rastladı. Okul salonundaydı maç. Tribünsüz,minik bir salon.. Seyircilerle, oyuncular arasında, sahanın çizgisi vardı sadece..O kadar yakındılar..
Delikanlı, bu tatlı, bu güzel, bu dünyalar şirini kızı ilk defa görüyordu takımda.. Hoşlandığını, fena halde hoşlandığını hissetti. Az sonra bir şeyi daha hissetti. Uzun zamandan beri maçı değil, o güzel kızı izlediğini.. Kız servis atarken hemen önünden geçti. Göz göze geldiler.. Kız gülümsedi..
Delikanlı, çok popülerdi o yıllarda.. Kız onu tanımış olmalıydı. Kim bilir, belki kız da ondan hoşlanmıştı.. Belki de delikanlı öyle olmasını istediği için ona öyle gelmişti.. Set değişip, takım karşıya gidince, delikanlı da yerini değiştirdi, o da karşıya gitti.. Üçüncü sette tekrar eski yerine döndü.. Kız da gidiş gelişleri fark etmişti galiba.. Bir defa daha gülümsedi. Manidar.."anladım" der gibi bir gülümseyişti bu...
Delikanlı o hafta boyu hep bu dünyalar şirini kızı düşündü.. Pazar günü, sabahın köründe kalktı, erkenden oynanacak maçı, ne maçı canım, o dünyalar şirini kızı görmek için..
Delikanlı artık kızın hiçbir maçını kaçırmıyordu.. Dahası.. Ankara Koleji'nin her dağılış saatinde, okul civarında oluyordu, onu bir kez daha görmek için.. Karşılaştıklarında, hafif çok hafif bir gülümseme, çok minik bir baş eğmesi ile selamlaşır olmuşlardı.. Bir defasında, yaptığına sonra kendisi de günlerce güldü.. O gün gene tesadüfmüş gibi, okul dağılışı kızın karşısına çıkmış, gülümseyerek selamlamış, sonra arka sokaklara dalıp, yıldırım gibi koşarak, bir blok ötede gene karşısına çıkmıştı. Kız bu defa, iyice gülmüştü.. Karşısında, sözüm ona ağır ağır yürüyen, ama nefes nefese delikanlıyı görünce..
Delikanlı, voleybol takımının kaptanını iyi tanıyordu. Arkadaştılar. Sonunda bütün cesaretini topladı, kaptana açıldı.. O kızdan fena halde hoşlanıyordu. Galiba kız da ona karşı boş değildi. Bir yerde, bir şekilde tanışmaları gerekiyordu.. O zamanlar, bu işler böyle oluyordu çünkü.. Kaptan "tabi" dedi.. "bu hafta sonu güzel bir konser var. Biz onunla gitmeye karar vermiştik zaten. Sen de gel. Hem konseri birlikte izleriz, hem de tanışırsınız.."

"Mutluluk işte bu olmalı" diye düşündü delikanlı.. "Mutluluk işte bu!.."

Ve konser gününe kadar geceleri hiç uyuyamadı.. Konser gününü de hiç ama hiç unutmadı.. O ne heyecandı öyle.. Konserin verildiği sinemanın kapısında tanıştılar.. El sıkıştılar.. O güzel ele dokunduğu anı da hiç unutmadı delikanlı.. Kaptan, salona girdiklerinde, ustaca bir manevra daha yaptı. Delikanlı ile dünyalar şirini kız yanyana düştüler.İnanamıyordu delikanlı.. Onunla nihayet yanyana oturduğuna, onun sıcaklığını hissettiğine, onun nefesini duyduğuna inanamıyordu.. Biraz önce tanışırken tuttuğu el, bir karış ötesinde öylesine duruyor, delikanlı, sahnede dünyanın en romantik şarkısı söylenirken –o an dünyanın bütün şarkıları dünyanın en romantik şarkısıydı ya- o eli tutmak için öylesine büyük bir arzu duyuyordu ki içinde.. Ama uzatamıyordu işte elini.. Her şey böyle iyi giderken, yanlış bir hareketle, onu ürkütebileceğinden, incitebileceğinden öylesine korkuyordu ki..
Sonunda dayanamadı, sanki kolu uyuşmuş gibi, uzandı..Kolunu kızın koltuğunun arkasına koydu.. Kızın omzuna değil.. Koltuğun üzerine.. Sonra kız arkaya yaslandı.. Bir kaç saç teli, delikanlının elinin üzerine dokundu.. Kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyordu artık genç adamın.. Dünyalar şirini kızın saçları eline dokunuyordu çünkü.. Konserden çıkarken, kız, şakalaştı.. "Sizi her maçımızda görüyoruz. Alıştık nerdeyse.. Yarın Adana'da da maçımız var.. Gözlerimiz sizi arayacak.."
Hayır, aramayacaktı. Delikanlı o anda kararını vermişti çünkü.. Cebinde onu otobüsle Adana'ya götürüp getirecek, hatta öğle yemeğinde bir de Adana kebap yedirecek kadar para vardı.. Gece yarısı kalkan otobüse bindi.. Sabah erkenden Adana'ya indi. Maç saatine kadar başı boş dolaştı. Salona erkenden girdi, en ön sıraya tam servis köşesine en yakın yere oturdu.. Takımlar sahaya çıkarken, salondaki en heyecanlı seyirci oydu. Maç falan değildi sebep tabii.. İlk sette kız farkında bile değildi onun.. Nerden olsundu ki.. İkinci sette öbür tarafa gittiler.. Döndüklerinde, ügüncü sette kız fark etti delikanlıyı..Yüzünde çok ama çok şaşkın bir ifade, biraz mutluluk, biraz da gurur vardı sanki.. Ankara'nın hele Kolejde çok popüler bu delikanlısının onun için ta oralara geldiğini bilmenin gururu..
Maç bitti. Kız soyunma odasına, delikanlı garaja gitti. Tek kelime konuşmadan.. Konuşmaya gelmemişti ki.. Kız "keşke orada olsaydın" demişti. O da olmuştu işte.. Hepsi o.. Ona o kadar çok şey söylemek istiyordu ki aslında..
Bir gün üniversite kantininde gazete okurken, iç sayfalarda bir şiire rastladı. Daha doğrusu bir şiirden alınmış bir dörtlüğe.. Söylemek istediği her şey bu dört satırda vardı sanki.. Bembeyaz bir karta yazdı o dört satırı.. Öğleden sonrayı zor etti, Kolejin önüne gitmek için.. Kızın karşıdan geldiğini gördü. Koşarak yanına gitti. "Bu sana" diye kartı eline tutuşturdu ve kayboldu ortadan.. Kız, Necip Fazıl'ın dört satırını okurken..
"Ne hasta bekler sabahı
Ne taze ölüyü mezar...
Ne de şeytan bir günahı
Seni beklediğim kadar!.."
Ertesi gün öğleden sonra, tarif edilemez heyecanlar içinde Kolejin önündeydi gene.. Kız karşıdan geliyordu.. Bu defa yanında arkadaşları yoktu. Yalnızdı.. Yaklaştığında işaret etti delikanlıya.. Gözlerine inanamadı genç adam.. Onu yanına mı çağırıyordu yoksa.. Evet, çağırıyordu işte.. Kalbinin duracağını sandı yaklaşırken.. "Sana bir şeyler söylemek istiyorum" dedi kız.. O da heyecanlıydı, belli.. "Bak iyi dinle.. Dünkü satırlar için çok teşekkürler.. Herhalde hissettin, ben de senden hoşlanıyorum. Ama senden evvel tanıdığım birisi daha var. Ondan da hoşlanıyorum ve henüz karar veremedim, hanginizden daha çok hoşlandığıma.. Ve de şu anda, onu terk etmem için bir sebep yok.."
"O zaman karar verdiğinde ve de eğer seçtiğin ben olursam, hayatında başka kimse olmazsa, ara beni!" dedi, delikanlı ikiletmeden.. Ayrıldı kızın yanından.. Bir daha voleybol maçına gitmeden, bir daha okul yolunda önüne çıkmadan.. Bir daha onu hiç görmeden..
Yıllarca sonra Levent Yüksel'in söyleyeceği şarkıdaki Sezen Aksu'nun sözlerini o zaman biliyordu sanki. Aşk "onurlu" olmalıydı.. Günlerce, haftalarca, aylarca bekledi.. Tıpkı, kıza verdiği o dörtlükteki gibi bekledi.. Hastanın sabahı, şeytanın günahı beklediği gibi bekledi.. Heyecanla bekledi. Hırsla, arzuyla bekledi. Umutla, umutsuzlukla bekledi. Bazen öfkeyle bekledi.. Ama bekledi.. Başka hiç kimseye bakmadan, başka hiç kimseyi bulmadan bekledi. Bir gün bir şiir antolojisinde şiirin tamamını buldu.. İki dörtlüktü şiir.. İlki kıza verdiğiydi.. Bir ikinci dörtlük daha vardı orada.. O dörtlüğü de bir kartın arkasına dikkatle yazdı.. Cebine koydu..
Bekleyiş sürüyor, sürüyordu.. Okullar kapandı, açıldı.. Aylar, aylar geçti..Bir gün delikanlı kızı aniden karşısında gördü.. "Günlerdir seni arıyorum" dedi kız. "Günlerdir seni arıyorum. İşte sana haber.. Artık hayatımda hiç kimse yok!.."
"Yaa" dedi delikanlı.. "Yaa" dedi sadece.. Kalbi heyecandan ölesiye çarparken, aylardır ölesiye beklediği an gelip çatmışken, ağzından sadece bu ses çıkmıştı: "Yaaa!.."
Cebindeki artık iyice eskimiş kartı uzattı kıza.. "Sana bir şiirin ilk dörtlüğünü vermiştim ya bir gün.." dedi. "Bu da sonu onun..."
Sonra yürüdü gitti, arkasına bile bakmadan.. Kız ikinci dörtlüğü oracıkta okurken..
"Geçti istemem gelmeni
Yokluğunda buldum seni.
Bırak vehmimde gölgeni
Gelme artık neye yarar!.."
Aradan yıllar, çok ama çok uzun yıllar geçti. Delikanlı bugün hala düşünüyor.. O uzun, çok uzun bekleyiş mi öldürmüştü aşkını? Ya da beklerken, ölesiye beklerken hayalinde öylesine bir sevgili yaratmıştı ki, artık yaşayan hiç kimse bu hayali dolduramazdı.. O sevgilinin kendisi bile.. Hayalindekini canlı tutmak için mi, canlısını silmişti yani?.. Ya da.. Ya da.. Bir şiirin romantizmine mi kapılmış, bir delikanlılık jesti uğruna, mutluluğunun üzerinden öylece yürüyüp mü gitmişti acaba?
Delikanlı bu soruların cevabını bugün hala bilmiyor.. Bilmediğini de en iyi ben biliyorum.. Çünkü, o delikanlı, bendim!...

Yazar : Hıncal Uluç
Ara
Cevapla


Hızlı Menü:


Konuyu Okuyanlar: 13 Ziyaretçi
  Tarih: 11-24-2024, 08:43 AM