Suskunluğu bilir misin?.. Bir anda hayattan kopup nefis bir sessizlik senfoninin ortasında bulup vermek kendini... Suskunlukları bilir misin?.. Ansızın kesilen konuşmaların ardından kulaklarının nasıl da uğuldadığını?.. Solukları duyarsın sadece... Kelimelerin eksik kaldığı anlarda susar insan... Seni öylesine seviyorum ki; bunu kelimelerle ifade edemiyorum ve susuyorum. Gözlerime bak anlarsın! Oradan bir pencere açıyorum, senden bana doğru; süzülebilirsin içeri istersen... ve penceremi açtıktan sonra susuyorum... Susuyorum, duyarsın!..
Aslında ne çok şey söylenir susmalarda... Gerçek kendin olursun; tüm elbiselerinden yoksun çırılçıplak, aynen savunmasız bir bebek gibi... Aracı kullanmadan, kelimelerin bencilliğine yakalanmadan... Susarsın... Boşluğa konuşursun susarak... Düşünceler on-ikiden vurur o zaman; tellere dokunmadan, havayı kullanmadan... Böyle susmalarda bulursun bir çok sorunun cevabını... Ve belki de kendini tanırsın. Hatta o müthiş soru var ya, "aşk nedir?"... Onun bile cevabını bulabilirsin ama ifade edemezsin, susarsın!..
Bilirim acı verir bazen susmak... Konuşmak istersin; kelimeler boğazına düğümlenir. Her şey bitmiştir aslında... Ne kelimeler ne de suskunluk bir işe yarar artık. Zalim acı saplanmıştır en derine; duyulan sadece iç çekişlerdir artık... Bir de; dilinin ucuna hücum eden ve dudak kalesine çarparak bozguna uğrayan kelimeler... Gözyaşı da suskunluğun meyvesidir. Dokunur acının üzerine; ılık, tuzlu bir ilaç gibi... Önce yakar, belki de acıyı azdırır. Ya sonra?.. Uyuşur kasılan gözlerin... Oradan kalbine damlar susan sesin... Sessizce, kimsesizce ağlarsın; duyarlarsa gelirler ve beni yalnızlığımla ayırırlar diye korkarsın, hıçkırıklarını boğarsın, susarsın!..
Susarsın... Susarsın ama!!! Anlamsız sesleri duyumsamaya başlarsın bu sefer de... Bütün enstrümanlar vardır ama şef yoktur. Kelimeler peşi sıra çıkar, cümleler kurulur tumturaklı, anlamsız... Anlam yüklemeye çalıştığın her cümle, bir öncekini daha da anlamsız hale getirmeye başlamıştır bile... Şefsiz bir orkestradan baş döndüren bir senfoni bekleyemezsin ki!.. Sonra anlamsızlıkları sıralayıp, onlara sahte anlam elbiseleri giydirmeye başlarsın; rüküş olurlar. Cımbızla ararsın içlerinden anlamlı kelimeleri seçmek için... Karanlık bir odada bulmaya çalıştığın bir ışık; göremezsin... Cam kırıkları gibi beynine saplanan kıymık kelimeler; kanatır, hissedemezsin... Yaşlar hücum eder gözpınarlarına, ağlayamazsın!..
Ayna yazılar vardır; ruhuna çevrilmiş... Bakmayı bilebilirsen kıymetli kelimeler... En kuytu köşelerinde yapacağın bir gezinti kendine bile itiraf edemediklerini çıkarıverir günyüzüne... Karanlığa güneş açar ve sersemce fikirlerin yere basmaya başlar. İşte o zaman... Ne suskunluğun anlamı, ne seslerin karmaşası kalır. Sadece, "beyazın üstüne siyah"...
Aslında ne çok şey söylenir susmalarda... Gerçek kendin olursun; tüm elbiselerinden yoksun çırılçıplak, aynen savunmasız bir bebek gibi... Aracı kullanmadan, kelimelerin bencilliğine yakalanmadan... Susarsın... Boşluğa konuşursun susarak... Düşünceler on-ikiden vurur o zaman; tellere dokunmadan, havayı kullanmadan... Böyle susmalarda bulursun bir çok sorunun cevabını... Ve belki de kendini tanırsın. Hatta o müthiş soru var ya, "aşk nedir?"... Onun bile cevabını bulabilirsin ama ifade edemezsin, susarsın!..
Bilirim acı verir bazen susmak... Konuşmak istersin; kelimeler boğazına düğümlenir. Her şey bitmiştir aslında... Ne kelimeler ne de suskunluk bir işe yarar artık. Zalim acı saplanmıştır en derine; duyulan sadece iç çekişlerdir artık... Bir de; dilinin ucuna hücum eden ve dudak kalesine çarparak bozguna uğrayan kelimeler... Gözyaşı da suskunluğun meyvesidir. Dokunur acının üzerine; ılık, tuzlu bir ilaç gibi... Önce yakar, belki de acıyı azdırır. Ya sonra?.. Uyuşur kasılan gözlerin... Oradan kalbine damlar susan sesin... Sessizce, kimsesizce ağlarsın; duyarlarsa gelirler ve beni yalnızlığımla ayırırlar diye korkarsın, hıçkırıklarını boğarsın, susarsın!..
Susarsın... Susarsın ama!!! Anlamsız sesleri duyumsamaya başlarsın bu sefer de... Bütün enstrümanlar vardır ama şef yoktur. Kelimeler peşi sıra çıkar, cümleler kurulur tumturaklı, anlamsız... Anlam yüklemeye çalıştığın her cümle, bir öncekini daha da anlamsız hale getirmeye başlamıştır bile... Şefsiz bir orkestradan baş döndüren bir senfoni bekleyemezsin ki!.. Sonra anlamsızlıkları sıralayıp, onlara sahte anlam elbiseleri giydirmeye başlarsın; rüküş olurlar. Cımbızla ararsın içlerinden anlamlı kelimeleri seçmek için... Karanlık bir odada bulmaya çalıştığın bir ışık; göremezsin... Cam kırıkları gibi beynine saplanan kıymık kelimeler; kanatır, hissedemezsin... Yaşlar hücum eder gözpınarlarına, ağlayamazsın!..
Ayna yazılar vardır; ruhuna çevrilmiş... Bakmayı bilebilirsen kıymetli kelimeler... En kuytu köşelerinde yapacağın bir gezinti kendine bile itiraf edemediklerini çıkarıverir günyüzüne... Karanlığa güneş açar ve sersemce fikirlerin yere basmaya başlar. İşte o zaman... Ne suskunluğun anlamı, ne seslerin karmaşası kalır. Sadece, "beyazın üstüne siyah"...