Kelimelerin arasında
Yollarına bir ömür harcettiğim iki sevgili: 'mânâ' ve 'mefhum'...
İlkinin önünde 'kelimeler', ikincisinin önündeyse 'şeyler' vardı. Mânâ'nın da, mefhum'un da ardında beni bekleyen güzelin adıysa 'hakikat' idi.
Kelimelerden mânâlara, şeylerden mefhumlara ulaşacak, en nihayet mânâların ve mefhumların sayesinde de bizatihi 'hakikat'i görecektim.
Peki ama, mânâ ve mefhumun varlığını nerede bulacaktım? (Nereden değil, nerede!)
Elbette zihinde. Mânâ da zihindeydi, mefhum da. Kelimeler dilde, şeyler ise dışarıdaydı; zihnin dışında...
Dili tanımak için kitaplara, şeyleri tanımak içinse hayata karışmak gerekiyordu. İlki ikincisinden kolay oldu. Kitapların içine daldım. Çaresiz, kelimeleri de, mânâlarını da hep kitaplarda aradım. Çünkü kelâm'ı anlamak istiyorsam önce kelime'yi anlamak zorundaydım; kelimeyi ve mânâsını...
'İlim' dedikleri buydu galiba. Kelimelerin ve şeylerin bilgisi. Mânânın ve mefhumun bilgisi.
* * *
'Galiba' kelimesi, Türkçe'de genellikle ihtimal ve tereddüt bildirir; muhtemelen mânâsında. Fakat zayıf ihtimal değil, galib-i ihtimal mânâsında; "galiben böyledir" mânâsında. Nitekim Türkçede 'belki' ve 'herhâlde' kelimeleri de bir yönleriyle ihtimal, tereddüt ve kuşkuya delâlet ederler. Oysa bu kelimeler de tıpkı 'galiba' gibi, tahkik ve katiyet de ifade ederler.
Her hâlde, yani her hâlukârda...
Belki, yani bilâkis, aksine...
Galiba, yani umumiyetle, ekseriyetle...
* * *
Kelimeler hakikat ile bizim aramızdaki geçittir. Bizim, yani hayvan-ı natık'ın... düşünen-konuşan insanın... Hem de en büyük perdedir. Evet, hakikat ile aramızdaki en büyük perde...
Kelimeleri tanımak, bir açıdan şeyleri de tanımak demektir; zira kelimeler her hâlukârda bir 'şey' hakkındadır. İster istemez hakikatin talibi, şey'i tanımak için de kelimelerin dünyasına girmek zorunda.
Köşe yazılarında, umumiyetle 'şeyler'den söz edemiyoruz; söz ettiğimiz, hep şeyleri temsilen kelimeler...
Sürekli kelimelerden konuşuyoruz; çünkü kelimelerle konuşuyoruz.
* * *
Kelimelerin bilgisi, acep ilim midir, malumat mı?
Şu bir cevap olabilir mi: İlim eşyanın zihindeki suretidir; yani aslın... Kelimelerse zihindeki suretlerin dildeki karşılıklarıdır; yani kelimeler gerçekte suretlerin suretleridir.
Bu mertebeden bakıldıkta, birincil suretlerin bilgisine ilim denebilir; ikincil suretlerin bilgisine de malumat...
İlginç olanı şu ki malumat olmadan ilim olmaz. Yani önce malumat, sonra ilim. Önce dil, sonra varlık.
Dilin izin verdiği kadarıyla dünya.
Konuşabildiğin kadarıyla.
* * *
Meraklısına notlar:
'Cennet' kelimesi Arapça'da 'bahçe' demektir. Bir tür "saklı bahçe". Yani, etrafı çit veya duvarlarla çevrilmek suretiyle gözlerden saklı kalan bahçe.
Bu kadarı erbabınca bilinir. Ancak kelimenin Arapça'daki serüveni biraz farklıdır.
Kadim Arapça'da 'cenne' fiili 'örtmek' mânâsında kullanılırdı. Meselâ "Gece üzerini örttü" (qad cenne aleyhi'l-leyl).
Keza ins'in, insan'ın karşıtı olarak 'cin' kelimesi, tanınmayan, bilinmeyen, yabancı kimseler için kullanılırdı. Kendisine âşinalık, ünsiyet peyda edilmemiş (örtülü) kimse demektir. Bazı insanlar gibi, melekler ve şeytanlar da birer 'cin' olarak telâkki edilirdi; çünkü bu varlıkların gözlerden saklı olduklarına inanılırdı. "İns u cin" demek, "bilinen bilinmeyen ne kadar varlık varsa, hepsi" demektir.
'Cinnet' aklın örtülmesi hâlini anlatır. 'Tecennün' cinlenmek, yani delirmek, çıldırmak demektir. 'Mecnun' cinlerin istilasına uğramış, yani cinlenmiş demek olduğu kadar, "aklı örtülü" anlamına da gelir. 'Cenin', anne karnında gözlerden saklı çocuk için kullanılır.
"Bahçe" anlamına gelen 'cennet' kelimesindeki gizlilik, saklılık, sadece bahçenin etrafının çevrili olmasıyla açıklanamaz. Çünkü bahçe'yi tarla'dan, arazi'den ayıran asıl tarafı, üzerinin bitkilerle, çiçeklerle örtülü olmasıdır. Yani bahçe (cennet), sadece etrafı çitlerle çevrili değil, üzeri bitkilerle örtülü toprak parçasının da adıdır. (bahçe=bağçe.)
Kur'an'ın, bu bahçelerin 'altlarından' ırmaklar aktığını vurgulaması boşuna değildir. Tahkik ve tedkik nedir bilmez çoğu ilâhiyatçı, bu ifadeyi okuduklarında, önlerinden ırmaklar geçen yalılar tahayyül etmektedirler. Oysa kastedilen, "sulak bahçeler" demektir. Altlarından ırmaklar akan cennetler, yani bitkilerinin, ağaçlarının, çiçeklerinin altlarından neredeyse ırmaklar akan sulak bahçeler...
* * *
Dünya-ahiret karşıtlığı etimolojik olarak temellendirilemez. Kur'an'ın sonradan oluşturduğu bir karşıtlıktır. Zira dünya kelimesi 'dünuvv' kökünden gelir, "aşağı olan, aşağıda olan, alçak, denî" demektir. Karşıtı ise sümuvv'dur ve "yukarıda olan, yüce olan" anlamına gelir. Nitekim 'sema' ve 'isim' kelimeleri bu kökten türer.
"el-Hayatu'd-Dünya", "dünya hayatı, dünyadaki hayat" anlamından ziyade, Elmalılı Hamdi Yazır'ın da tercih ettiği üzere, "alçak/denî hayat" demektir.
Dünyevî-uhrevî karşıtlığının aslı dünyevi-semavî'dir. Ahir'in karşıtı ise evvel'dir. Yani karşıtlığın kökeninde "burası-ötesi" (öncesi-sonrası) değil, "aşağısı-yukarısı" vardır.
* * *
Kur'an'ın süreç içerisinde kendi dilini, kendi terminolojisini oluşturduğu erbabının malumudur. Bir örnek daha vermek gerekirse, küfr'ün karşıtı 'iman', ilm'in karşıtı 'cehl' değildir. Bilâkis etimolojik olarak küfr'ün karşıtı 'şükr', ilmin karşıtıysa 'zan'dır.
Bu yeni karşıtlıkların bir kısmı Kur'an'ın tasarrufuyla, bir kısmı ulemanın tasarrufuyla oluşmuştur. Bunları birbirine karıştırmamak gerekir.
dücane cündioğlu
Yollarına bir ömür harcettiğim iki sevgili: 'mânâ' ve 'mefhum'...
İlkinin önünde 'kelimeler', ikincisinin önündeyse 'şeyler' vardı. Mânâ'nın da, mefhum'un da ardında beni bekleyen güzelin adıysa 'hakikat' idi.
Kelimelerden mânâlara, şeylerden mefhumlara ulaşacak, en nihayet mânâların ve mefhumların sayesinde de bizatihi 'hakikat'i görecektim.
Peki ama, mânâ ve mefhumun varlığını nerede bulacaktım? (Nereden değil, nerede!)
Elbette zihinde. Mânâ da zihindeydi, mefhum da. Kelimeler dilde, şeyler ise dışarıdaydı; zihnin dışında...
Dili tanımak için kitaplara, şeyleri tanımak içinse hayata karışmak gerekiyordu. İlki ikincisinden kolay oldu. Kitapların içine daldım. Çaresiz, kelimeleri de, mânâlarını da hep kitaplarda aradım. Çünkü kelâm'ı anlamak istiyorsam önce kelime'yi anlamak zorundaydım; kelimeyi ve mânâsını...
'İlim' dedikleri buydu galiba. Kelimelerin ve şeylerin bilgisi. Mânânın ve mefhumun bilgisi.
* * *
'Galiba' kelimesi, Türkçe'de genellikle ihtimal ve tereddüt bildirir; muhtemelen mânâsında. Fakat zayıf ihtimal değil, galib-i ihtimal mânâsında; "galiben böyledir" mânâsında. Nitekim Türkçede 'belki' ve 'herhâlde' kelimeleri de bir yönleriyle ihtimal, tereddüt ve kuşkuya delâlet ederler. Oysa bu kelimeler de tıpkı 'galiba' gibi, tahkik ve katiyet de ifade ederler.
Her hâlde, yani her hâlukârda...
Belki, yani bilâkis, aksine...
Galiba, yani umumiyetle, ekseriyetle...
* * *
Kelimeler hakikat ile bizim aramızdaki geçittir. Bizim, yani hayvan-ı natık'ın... düşünen-konuşan insanın... Hem de en büyük perdedir. Evet, hakikat ile aramızdaki en büyük perde...
Kelimeleri tanımak, bir açıdan şeyleri de tanımak demektir; zira kelimeler her hâlukârda bir 'şey' hakkındadır. İster istemez hakikatin talibi, şey'i tanımak için de kelimelerin dünyasına girmek zorunda.
Köşe yazılarında, umumiyetle 'şeyler'den söz edemiyoruz; söz ettiğimiz, hep şeyleri temsilen kelimeler...
Sürekli kelimelerden konuşuyoruz; çünkü kelimelerle konuşuyoruz.
* * *
Kelimelerin bilgisi, acep ilim midir, malumat mı?
Şu bir cevap olabilir mi: İlim eşyanın zihindeki suretidir; yani aslın... Kelimelerse zihindeki suretlerin dildeki karşılıklarıdır; yani kelimeler gerçekte suretlerin suretleridir.
Bu mertebeden bakıldıkta, birincil suretlerin bilgisine ilim denebilir; ikincil suretlerin bilgisine de malumat...
İlginç olanı şu ki malumat olmadan ilim olmaz. Yani önce malumat, sonra ilim. Önce dil, sonra varlık.
Dilin izin verdiği kadarıyla dünya.
Konuşabildiğin kadarıyla.
* * *
Meraklısına notlar:
'Cennet' kelimesi Arapça'da 'bahçe' demektir. Bir tür "saklı bahçe". Yani, etrafı çit veya duvarlarla çevrilmek suretiyle gözlerden saklı kalan bahçe.
Bu kadarı erbabınca bilinir. Ancak kelimenin Arapça'daki serüveni biraz farklıdır.
Kadim Arapça'da 'cenne' fiili 'örtmek' mânâsında kullanılırdı. Meselâ "Gece üzerini örttü" (qad cenne aleyhi'l-leyl).
Keza ins'in, insan'ın karşıtı olarak 'cin' kelimesi, tanınmayan, bilinmeyen, yabancı kimseler için kullanılırdı. Kendisine âşinalık, ünsiyet peyda edilmemiş (örtülü) kimse demektir. Bazı insanlar gibi, melekler ve şeytanlar da birer 'cin' olarak telâkki edilirdi; çünkü bu varlıkların gözlerden saklı olduklarına inanılırdı. "İns u cin" demek, "bilinen bilinmeyen ne kadar varlık varsa, hepsi" demektir.
'Cinnet' aklın örtülmesi hâlini anlatır. 'Tecennün' cinlenmek, yani delirmek, çıldırmak demektir. 'Mecnun' cinlerin istilasına uğramış, yani cinlenmiş demek olduğu kadar, "aklı örtülü" anlamına da gelir. 'Cenin', anne karnında gözlerden saklı çocuk için kullanılır.
"Bahçe" anlamına gelen 'cennet' kelimesindeki gizlilik, saklılık, sadece bahçenin etrafının çevrili olmasıyla açıklanamaz. Çünkü bahçe'yi tarla'dan, arazi'den ayıran asıl tarafı, üzerinin bitkilerle, çiçeklerle örtülü olmasıdır. Yani bahçe (cennet), sadece etrafı çitlerle çevrili değil, üzeri bitkilerle örtülü toprak parçasının da adıdır. (bahçe=bağçe.)
Kur'an'ın, bu bahçelerin 'altlarından' ırmaklar aktığını vurgulaması boşuna değildir. Tahkik ve tedkik nedir bilmez çoğu ilâhiyatçı, bu ifadeyi okuduklarında, önlerinden ırmaklar geçen yalılar tahayyül etmektedirler. Oysa kastedilen, "sulak bahçeler" demektir. Altlarından ırmaklar akan cennetler, yani bitkilerinin, ağaçlarının, çiçeklerinin altlarından neredeyse ırmaklar akan sulak bahçeler...
* * *
Dünya-ahiret karşıtlığı etimolojik olarak temellendirilemez. Kur'an'ın sonradan oluşturduğu bir karşıtlıktır. Zira dünya kelimesi 'dünuvv' kökünden gelir, "aşağı olan, aşağıda olan, alçak, denî" demektir. Karşıtı ise sümuvv'dur ve "yukarıda olan, yüce olan" anlamına gelir. Nitekim 'sema' ve 'isim' kelimeleri bu kökten türer.
"el-Hayatu'd-Dünya", "dünya hayatı, dünyadaki hayat" anlamından ziyade, Elmalılı Hamdi Yazır'ın da tercih ettiği üzere, "alçak/denî hayat" demektir.
Dünyevî-uhrevî karşıtlığının aslı dünyevi-semavî'dir. Ahir'in karşıtı ise evvel'dir. Yani karşıtlığın kökeninde "burası-ötesi" (öncesi-sonrası) değil, "aşağısı-yukarısı" vardır.
* * *
Kur'an'ın süreç içerisinde kendi dilini, kendi terminolojisini oluşturduğu erbabının malumudur. Bir örnek daha vermek gerekirse, küfr'ün karşıtı 'iman', ilm'in karşıtı 'cehl' değildir. Bilâkis etimolojik olarak küfr'ün karşıtı 'şükr', ilmin karşıtıysa 'zan'dır.
Bu yeni karşıtlıkların bir kısmı Kur'an'ın tasarrufuyla, bir kısmı ulemanın tasarrufuyla oluşmuştur. Bunları birbirine karıştırmamak gerekir.
dücane cündioğlu