Sosyal, kültürel ve teknolojik gelişmelerle insanın hayata bakışını daha anlamlı kılabilme ve böylece mutlu insan modelini etkin bir biçimde hayata geçirebilme çabaları Modernizm’in insanlığa vaat ettikleri arasındaydı.
Vaat edilen gerçekleşmedi.
Özgürleştiğini düşündükçe kendine yabancılaşan insan, hayatı ve varlığı anlamsız görmeye başladı. Şimdilerde derinden hissedilen bu yokluk yani “anomi”, mutsuz insanların “anlamsızlık hastalığı” olarak Modernizm’in insanlığa kazandırdıkları arasında.
Bireysel gelişimi sekteye uğratan anlamsızlık salgınına psikiyatri onarıcı bir çözüm bulamadığı gibi böyle bir sürecin yaşanmamasıyla ilgili herhangi bir öneri de sunamadı. Zira modern psikoloji “ben-merkezci” yapısıyla, kainatı dışsal bir nesne olarak algılıyor, insanı evrenin dışına itiyordu. Oysa insan bir mikro evrendi. Bu hakikatin farkına varabilmek içinse perdeleri birer birer kaldırmak gerekiyordu. İşte tam bu noktada tasavvuf “insanla alem arasındaki yabancılaşmanın düğümünü çözmek, onu mutsuz kılan sebepleri ortaya çıkarmak, insanın kendini dinlemesini sağlayarak ruhundaki hakikati bulmasına yardımcı olmak ve böylece çağın hastalığını yenebilmek” maksadıyla onu bir yolculuğa davet etti.
Bu yolculuk insanın kendine, kaybettiklerine ve içinde taşıdığı hakikate varan, uzun ve bu sebeple de sabır gerektiren bir yolculuk.
Bu yolculuğa karar veren ve yola çıkan yolcunun iki önemli ödevi var. Bunlardan biri şimdiki durumunun farkına varmak, erimek, yok olmak (fena), bir diğeri ise yeniden doğmak (beka).
Sevilenle kurulan bir kurbiyet anı fenadan bekaya erme makamıdır. Ona şah damarından daha yakın olan, ilahi sevgiyi bulmak için insana, kendi içine bakmasını söylemiştir.
“Kendini bilen, Rabbini bilir” değil midir?
Bütün örtüleri tek tek kaldıran kutlu yolcu, murakabe ve muhasebe ile nefsini yoklarken yol boyunca bin bir türlü meşakkatle karşılaşır. Yılmadan devam eden yolculuk, yolcuyu o çok arzuladığı hedefe ulaştırır: HİÇ’liğe.
Çokluktan yokluğa, yokluktan varlığa ulaşmak için insanın nefis terbiyesine ihtiyacı vardır. Nefis terbiyesi ise bu yolculuğun genel adı. Yolcunun yol boyu hissettiği duygulara ve karşılaştığı ruhi durumlara “hal”, yolun duraklarının her birine de “makam” dersek; yolcu; yedi ayrı halden yedi ayrı makamdan, yedi ayrı kapıdan geçer.
Nefsini kul imbiğinden süzer.
Tövbe kapısında gerçekle yüzleşir. Taşıdığı nefs-i emmaredir. Kendini görür, pişman olur.
Vera makamında havf ve reca arasında döner durur. Nefs-i levvamede kınar kendini. Kor olur.
Cüneyd-i Bağdadi’nin “Elin dünya malından, kalbin tamahkarlıktan azad olması” şeklinde tanımladığı zühd makamı, nefs-i mülhimenin elinde, dünyayı özlemekten ve arzulamaktan vazgeçiştir. Ölmektir.
Dördüncü makam, Fakr makamıdır ki yolcu “Ol”makla, “sahip olmak” arasında tercihini yapmış mutmain bir nefs taşır. Sukunettedir.
Yolcu ilerler, İblis engeller. Yolcuya sabretmek, nefse razı olmak düşer. Gönül rızadadır.
Tevekkül makamında şartsız ve mutlak bir güven vardır Rabbe. Hudutsuz bir merhametten beslendiğimizi duyumsamaktır. Şükretmektir.
Yedinci kapının ardında sessizlik. “Kahrın da hoş lütfun da” dedirten makam. Yolcu, insan-ı kamildir artık.
Yol biri için biterken, diğeri için başlar her defasında. Bitirmek nasibinde olmayıversin birinin, hayatın içinde dönüp durur pervasızca.
Ya sen,
Ya ben,
Ya biz.
Biz çıktık mı ki bu yolcuğa ?
Vaat edilen gerçekleşmedi.
Özgürleştiğini düşündükçe kendine yabancılaşan insan, hayatı ve varlığı anlamsız görmeye başladı. Şimdilerde derinden hissedilen bu yokluk yani “anomi”, mutsuz insanların “anlamsızlık hastalığı” olarak Modernizm’in insanlığa kazandırdıkları arasında.
Bireysel gelişimi sekteye uğratan anlamsızlık salgınına psikiyatri onarıcı bir çözüm bulamadığı gibi böyle bir sürecin yaşanmamasıyla ilgili herhangi bir öneri de sunamadı. Zira modern psikoloji “ben-merkezci” yapısıyla, kainatı dışsal bir nesne olarak algılıyor, insanı evrenin dışına itiyordu. Oysa insan bir mikro evrendi. Bu hakikatin farkına varabilmek içinse perdeleri birer birer kaldırmak gerekiyordu. İşte tam bu noktada tasavvuf “insanla alem arasındaki yabancılaşmanın düğümünü çözmek, onu mutsuz kılan sebepleri ortaya çıkarmak, insanın kendini dinlemesini sağlayarak ruhundaki hakikati bulmasına yardımcı olmak ve böylece çağın hastalığını yenebilmek” maksadıyla onu bir yolculuğa davet etti.
Bu yolculuk insanın kendine, kaybettiklerine ve içinde taşıdığı hakikate varan, uzun ve bu sebeple de sabır gerektiren bir yolculuk.
Bu yolculuğa karar veren ve yola çıkan yolcunun iki önemli ödevi var. Bunlardan biri şimdiki durumunun farkına varmak, erimek, yok olmak (fena), bir diğeri ise yeniden doğmak (beka).
Sevilenle kurulan bir kurbiyet anı fenadan bekaya erme makamıdır. Ona şah damarından daha yakın olan, ilahi sevgiyi bulmak için insana, kendi içine bakmasını söylemiştir.
“Kendini bilen, Rabbini bilir” değil midir?
Bütün örtüleri tek tek kaldıran kutlu yolcu, murakabe ve muhasebe ile nefsini yoklarken yol boyunca bin bir türlü meşakkatle karşılaşır. Yılmadan devam eden yolculuk, yolcuyu o çok arzuladığı hedefe ulaştırır: HİÇ’liğe.
Çokluktan yokluğa, yokluktan varlığa ulaşmak için insanın nefis terbiyesine ihtiyacı vardır. Nefis terbiyesi ise bu yolculuğun genel adı. Yolcunun yol boyu hissettiği duygulara ve karşılaştığı ruhi durumlara “hal”, yolun duraklarının her birine de “makam” dersek; yolcu; yedi ayrı halden yedi ayrı makamdan, yedi ayrı kapıdan geçer.
Nefsini kul imbiğinden süzer.
Tövbe kapısında gerçekle yüzleşir. Taşıdığı nefs-i emmaredir. Kendini görür, pişman olur.
Vera makamında havf ve reca arasında döner durur. Nefs-i levvamede kınar kendini. Kor olur.
Cüneyd-i Bağdadi’nin “Elin dünya malından, kalbin tamahkarlıktan azad olması” şeklinde tanımladığı zühd makamı, nefs-i mülhimenin elinde, dünyayı özlemekten ve arzulamaktan vazgeçiştir. Ölmektir.
Dördüncü makam, Fakr makamıdır ki yolcu “Ol”makla, “sahip olmak” arasında tercihini yapmış mutmain bir nefs taşır. Sukunettedir.
Yolcu ilerler, İblis engeller. Yolcuya sabretmek, nefse razı olmak düşer. Gönül rızadadır.
Tevekkül makamında şartsız ve mutlak bir güven vardır Rabbe. Hudutsuz bir merhametten beslendiğimizi duyumsamaktır. Şükretmektir.
Yedinci kapının ardında sessizlik. “Kahrın da hoş lütfun da” dedirten makam. Yolcu, insan-ı kamildir artık.
Yol biri için biterken, diğeri için başlar her defasında. Bitirmek nasibinde olmayıversin birinin, hayatın içinde dönüp durur pervasızca.
Ya sen,
Ya ben,
Ya biz.
Biz çıktık mı ki bu yolcuğa ?