Tanrı ulu mudur?..
Ne kadar uludur?..
Tanrıya tapınılır mı?..
Kimilerine göre, tanrı vardır gökte bir yerde, arşı üstünde oturur, uludur; o ulu tanrıya da tapınılır; yoktur ondan başka tapılacak; çünkü o tek kraldır, pardon tanrıdır gökte!!!
Oysa...
Yeryüzünde yaşamış en muhteşem beyin ve Hakikatin dillenişi olan Allah Rasûlü Muhammed Mustafa’yı ve de açıkladıklarını, çeşitli sebeplerle kavrayamayanların, uydurdukları “tanrısallık” dini, sonu teröre varan bir şiddet anlayışıyla toplumları kuşatmaya başlarken…
Bir kısım düşünen beyinler de, her türlü kavga ve siyaset anlayışından ötede; kendi ebedî yaşamlarını inşÃ¢ etmeye çalışmaktalar, “Allah” ve “sünnetullah” isimlerinin işaret ettiği anlamların doğrultusunda.
DİN”leri dedikodudan oluşmuş, taklitçi-tekrarcı beyinlerin bu tarz derin düşünsel konulara girmesi, elbette yaratılış programları gereği mümkün değildir! Bu yüzden de onlar, “Yukarıda tanrı var, ölünce biz onun oturduğu yere, huzuruna çıkacağız; o da bizi karşılayıp yargılayarak ya cennetine sokacak ya da cehennemine atacak! Şimdi gökten bizi seyrediyor; ne mezarda sorgu var, ne mahşer, ne kıyamet, ne de sırat!” şeklindeki bir anlayış içinde ömürlerini tüketirler. Zaten bu konuları tartışmaya akıl ve mantık kapasiteleri de müsait değildir! Sadece ezberledikleri, ama birbiriyle bütünleştiremedikleri bilgilerin hamallığıyla ömür tüketmişlerdir.
Oysa…
O, en muhteşem bilinç ve hakikat zuhuru Zât, daha işin başında “Lâ ilahe = Tanrı yoktur” (ve buna bağlı olarak tanrılık kavramı geçersizdir), diyerek; “DİN” olayının, tanrısallık esası üzerine değil, “Allah” ismiyle işÃ¢ret ettiği üzerine, kurulu olduğuna dikkat çekmiştir!
ALLAH âlemlerden Ganî’dir” âyeti vurgusuyla evrensellik ve boyutsallık noktasından öteye dikkatlerin yönlendirilmesi…
“ALLAH âlemlerin RABBİ’dir” işaretiyle, her algıladığımız veya algılayamadığımız zerrede, dilediği gibi açığa çıkanın; ve dahi kendisi dışında varlık müşahede edilemeyeceğinin, vurgulanışı yanında…
milyon 303 bin dünya büyüklüğünde bir yıldız (güneş) çevresindeki uydu üzerinde yaşıyor ve evrenin sırrını çözmeye çalışıyoruz!.. 1 milyon 303 bin Dünya büyüklüğünde olan o yıldız yanı sıra, 400 milyarının daha varolduğunu saymış bilim adamları Samanyolu Galaksisinde... Hani şu varoşlarında yaşadığımız Galakside… Milyarlarca galaksi hesap edilmiş evrenimizin algıladığımız kadarında; her biri kendi içinde milyarlarca yıldızı barındıran…
Milyarlar kere milyarlar… Galaksiler… Yıldızlar… Parlayan veya sönük olan bize GÖRE!..
Tanrı bunun neresinde? Tapınılacak ulu tanrı; yanına varılıp konuşulacak tanrı; kendisinden başka tapınılacak olmayan ulu tanrı; ya da oğlunu(!) yanından yeryüzüne yollayan tanrı!!! Bu sonsuzluğun, neresinde oturmakta?
Neyse devam edelim…
Tüm bu, hayâlin alamayacağı, sadece rakamların tekrarlandığı boyutlardaki bir evrende lokalize olmuş “tanrı” anlayışını; veya bu anlayışa “ALLAH” ismini etiketleyenleri bir yana bırakıp; konuyu deşmeye devam edelim...
Bilim göstermiştir ki, milyar kere milyarlarca ve milyarlarca(!?) yıldızlar, aslında birbirinden kopuk, bağımsız bir halde boşlukta gezmiyorlar! Aralarında bir madde var gözümüzün göremediği! Her şey birbirine bağlı bir ara madde(!) ile, ve dahi gerçekte, evren tek bir bütün, onu algılayabilecek bir göze veya beyne veya bir bilince göre!..
Bilim derin daldı milyar kere milyar kere milyarlarca yıldızdan birinin içine… Baktı, yıldız adını verdiği kitle, yüz küsur atomdan bir kısmının bileşik hâli imiş meğer!
Hızını alamadı daha da derinlere inmeye çalıştı…
Onyüzbinmilyarlarca büyüklük ve küçüklük arasında turlayıp durdu… Proton ismini taktı, kuark ismini taktı, “string” ismini taktı çeşitli oransal büyüklükler olarak algıladığı terkiplere…
Bir kuark bir dünya büyüklüğü ise, dünya üzerindeki bir ağaç büyüklüğüdür “string” dedi…
Kuark, protona göre ne; proton, atoma göre ne; atom, dünyaya göre ne; dünya, yıldıza göre ne; yıldız, galaksiye göre ne; galaksi, evrene göre ne?.. Gel sen, yanına gidip huzuruna çıkacağın, seninle konuşup hesaba çekecek olan o Tanrını oturt istersen bunların arasında bir yere!.. Sonra da ister yolladığı oğluyla(!) muhatap ol, ister yeryüzünden seçip yolladığı postacılarıyla, elçileriyle, peygamberleriyle!!!
Fesubhanallah!.. Fe tebârekallahu ahsenül Halikiyn!.
İşte burada akıl çivileri attı bazılarının!.
Düşündüler...
Anlam veremediler!
ATEİST oldular!.. “Tanrı” ve “tanrılık” kavramını reddedip!
Akılları, bu sonsuz büyüklük ve küçüklük arasında şaşkına döndü… “Olmaz, n’olamaz, “tanrı” yoktur, din dedikleri de masaldır, afyondur! Akıllı kişilerin, toplumları uyutmak ya da gütmek için uydurmasıdır din” noktasında karar kıldılar!.
Haklı yanları vardı elbette; ama fark edemedikleri pek çok gerçeklik; deşifre edemedikleri çok fazla şifreler, mesajlar ve kodlar da vardı fark edebildiklerinin çok ötesinde…
Muhammedî şifre ve kodlara, kendilerine ulaşan şeklinden, ambalajından dolayı gereken değeri ve önemi veremedikleri için, evrensel gerçeklikleri değerlendiremediler.
Yeryüzüne gelmiş en muhteşem bilinç okyanusunun kıyısında, kumlarla oynayıp, okyanusun ihtiva ettiği güzellikleri tadamadılar; derinliklerindeki gizlere ulaşamadılar!.
O zaman gelelim “peygamber neden gelmiş; kuran neden inmiş; tanrı yoksa kime hesap verilecek; berzah, mahşer, sırat, kıyamet masal mı; bizi kim cehenneme atacak ya da cennete sokacak” sorularına… Adaletin bu mu tanrı; 60 yıl yaşatıp 600 bin milyon milyar sene yakacaksın; bu ne biçim adalet” falan lâkırdılarına...
Akıl çivisi olmayan, tahtaları bir araya bağlayıp tekne yapamaz ve okyanusa da açılamaz!. O zaman da, tahta parçaları denizde kopuk kopuk kalır. Ancak bir tanesine tutunup belki hayatta kalabilir!.
Bu konuyu çözmenin sırrını eskiler şöyle açıklamaya çalışmışlar o günün mecazları arasında:
“Kul Allah’a eremez, Allah kulunu kendine erdirmedikçe!”
Allah Rasûlü Muhammed Mustafa’yı, gökteki arş üzerinde oturan tanrının, tahtını taşıyan kanatlı melekleriyle yeryüzünde seçilmiş özel ulak peygamberi şeklinde kabullenen ilahiyatçıların kapasitesiyle değerlendirenler, elbette ki yukarıda sıraladığımız sayısız soru dalgaları arasında bocalayıp kalacaklardır.
Sistemi ve düzeni kavrayamayan sınırlı düşünce sahipleri, “DİN”i dogma olarak kabullenirler!.
“ALLAH” ismiyle neye işÃ¢ret edildiğini fark edemedikleri için, “tek tanrılı bir dindir İslâm” derler!.
“Lâ ilâhe….” mesajını algılayamamışlardır.
Bu yüzden de kabullenişlerini, gökte tanrı, yerde özel ulak postacı peygamber anlayışı üzerine bina etmişlerdir!
Bildirmiştir ki Allah Rasûlü ve son Nebîsi Muhammed Mustafa aleyhisselâm…
Tanrı yoktur ve tanrılık kavramı sözkonusu değildir; yalnızca ALLAH ismiyle işaret edilen vardır! ALLAH, tapınılacak dışımızdaki bir tanrı değil, kulluk edilen özümüzdeki Rabbimizdir (varlığımızı meydana getirip her an onu yeni hale sokan).
Dünya yaşamı süresince kişiden ne yolda bir kulluk açığa çıkmışsa (düşünsel-bedensel), ötesinde (âhıretinde) bunun getirisini-sonuçlarını yaşayacaktır.
Kabir âlemi haktır; bu boyuta geçen kişi dünyada yaşadıklarıyla geçtiği boyutun gerçekliğini sorgulayacaktır kendisindeki melekî kuvvelerle... Sorgu melekleri dışardan gelmeyecektir; kendi varlığında mevcuttur ve açığa çıkacaktır.
Kabir azabı ve kâbir cenneti haktır. Otomatik yaşanacaktır, kaçınılmazdır.
Kıyamet kopacaktır! Dünya eriyip yok olacaktır! Tüm insan ruhları, bilinçli olarak, bir ortamda toplanacaktır. O ortamda kişiler dünyada inandıklarına göre topluluklar oluşturacak ve inandıkları kişinin peşinden gideceklerdir.
Cehennem o ortamdaki tüm insanların içine girecekleri bir ortamdır. Mahşerden çıkanlar, cehennem ismiyle tanımlanan boyut veya ortamdan geçecekler ki bu yol “sırat”; çıkabilenler bir başka boyutta (cennet) yaşamlarına devam edeceklerdir sonsuza dek...
Bu bir süreçtir. Herkes bunu yaşayacaktır Allah Rasûlü’ne göre…
Dünya yaşamında insana “ibadet” adı altında tavsiye edilen tüm çalışmalar, hep insanın ölüm ötesi yaşamda sıkıntı çekmemesi ve geleceğinin daha güzel olması içindir. Yapılacak çalışmaların gökteki tanrıya yaranmakla ilgisi yoktur. Hasta olmamak için tedbir almak veya hasta olunca iyi olmak için ilaç almak neyse, ölüm ötesi yaşam için de bu çalışmaları yapmak ve o ortama kendini hazırlamak aynı şeydir. Kişi ne yapacaksa kendi için yapacaktır.
Yukarıda kimse yoktur yaratılmışlardan başka!.
Kişi Rabbini kendi derûnunda keşfedecektir!.
Ölümü TADARAK boyut değiştiren kimse, yaşamın ve bulunduğu boyutun gerçekliğine göre, kendi kendini sorgulayacaktır derûnu itibariyle ki, bu durum “hesaba çekilmek” şeklinde tavsif edilmiştir!. “O gün hesap görücü olarak nefsin yeter” âyeti bu gerçeği vurgulamaktadır.
Zerre kadar hayır işleyen bunun karşılığını görecek, zerre kadar kötülük yapan da bunun sonuçlarını kaçınılmaz biçimde yaşayacaktır. Zelzele suresi bir kere daha ölüm tadıldıktan sonra yaşanacaktır.
Bunları bilmemek veya duymamış olmak gibi bir mazerete yer yoktur sistemde!
Çünkü mazeret serdedilecek bir tanrı yoktur kimsenin karşısında!
Yaşam senin yaşamın!. Ne yapacağına kendi aklınla kendin karar ver! Olayı kendin değerlendir!
İster Allah Rasûlü’nün dediklerini değerlendir; ister onun dışında bir yol seç kendine!.. Tercih senin; sonucuna katlanmak da sana ait olacak!. Bu yüzden de DİN zorlama kabul etmez. Herkes kendi aklının getirisini ve sonuçlarını yaşar. Kimsenin kendi inancını zorla başkasına kabul ettirmesi mümkün değildir.
“Din dogmadır, bilimle açıklanmaz; din ve bilim ayrı şeylerdir; dini bilimle bütünleştirmek saçmalıktır” diyen aydınlarımıza(?) selâm olsun!.
rabbim cümlemizi hayırlara vesile etsin..inşallah.
-alinitidir-
Ne kadar uludur?..
Tanrıya tapınılır mı?..
Kimilerine göre, tanrı vardır gökte bir yerde, arşı üstünde oturur, uludur; o ulu tanrıya da tapınılır; yoktur ondan başka tapılacak; çünkü o tek kraldır, pardon tanrıdır gökte!!!
Oysa...
Yeryüzünde yaşamış en muhteşem beyin ve Hakikatin dillenişi olan Allah Rasûlü Muhammed Mustafa’yı ve de açıkladıklarını, çeşitli sebeplerle kavrayamayanların, uydurdukları “tanrısallık” dini, sonu teröre varan bir şiddet anlayışıyla toplumları kuşatmaya başlarken…
Bir kısım düşünen beyinler de, her türlü kavga ve siyaset anlayışından ötede; kendi ebedî yaşamlarını inşÃ¢ etmeye çalışmaktalar, “Allah” ve “sünnetullah” isimlerinin işaret ettiği anlamların doğrultusunda.
DİN”leri dedikodudan oluşmuş, taklitçi-tekrarcı beyinlerin bu tarz derin düşünsel konulara girmesi, elbette yaratılış programları gereği mümkün değildir! Bu yüzden de onlar, “Yukarıda tanrı var, ölünce biz onun oturduğu yere, huzuruna çıkacağız; o da bizi karşılayıp yargılayarak ya cennetine sokacak ya da cehennemine atacak! Şimdi gökten bizi seyrediyor; ne mezarda sorgu var, ne mahşer, ne kıyamet, ne de sırat!” şeklindeki bir anlayış içinde ömürlerini tüketirler. Zaten bu konuları tartışmaya akıl ve mantık kapasiteleri de müsait değildir! Sadece ezberledikleri, ama birbiriyle bütünleştiremedikleri bilgilerin hamallığıyla ömür tüketmişlerdir.
Oysa…
O, en muhteşem bilinç ve hakikat zuhuru Zât, daha işin başında “Lâ ilahe = Tanrı yoktur” (ve buna bağlı olarak tanrılık kavramı geçersizdir), diyerek; “DİN” olayının, tanrısallık esası üzerine değil, “Allah” ismiyle işÃ¢ret ettiği üzerine, kurulu olduğuna dikkat çekmiştir!
ALLAH âlemlerden Ganî’dir” âyeti vurgusuyla evrensellik ve boyutsallık noktasından öteye dikkatlerin yönlendirilmesi…
“ALLAH âlemlerin RABBİ’dir” işaretiyle, her algıladığımız veya algılayamadığımız zerrede, dilediği gibi açığa çıkanın; ve dahi kendisi dışında varlık müşahede edilemeyeceğinin, vurgulanışı yanında…
milyon 303 bin dünya büyüklüğünde bir yıldız (güneş) çevresindeki uydu üzerinde yaşıyor ve evrenin sırrını çözmeye çalışıyoruz!.. 1 milyon 303 bin Dünya büyüklüğünde olan o yıldız yanı sıra, 400 milyarının daha varolduğunu saymış bilim adamları Samanyolu Galaksisinde... Hani şu varoşlarında yaşadığımız Galakside… Milyarlarca galaksi hesap edilmiş evrenimizin algıladığımız kadarında; her biri kendi içinde milyarlarca yıldızı barındıran…
Milyarlar kere milyarlar… Galaksiler… Yıldızlar… Parlayan veya sönük olan bize GÖRE!..
Tanrı bunun neresinde? Tapınılacak ulu tanrı; yanına varılıp konuşulacak tanrı; kendisinden başka tapınılacak olmayan ulu tanrı; ya da oğlunu(!) yanından yeryüzüne yollayan tanrı!!! Bu sonsuzluğun, neresinde oturmakta?
Neyse devam edelim…
Tüm bu, hayâlin alamayacağı, sadece rakamların tekrarlandığı boyutlardaki bir evrende lokalize olmuş “tanrı” anlayışını; veya bu anlayışa “ALLAH” ismini etiketleyenleri bir yana bırakıp; konuyu deşmeye devam edelim...
Bilim göstermiştir ki, milyar kere milyarlarca ve milyarlarca(!?) yıldızlar, aslında birbirinden kopuk, bağımsız bir halde boşlukta gezmiyorlar! Aralarında bir madde var gözümüzün göremediği! Her şey birbirine bağlı bir ara madde(!) ile, ve dahi gerçekte, evren tek bir bütün, onu algılayabilecek bir göze veya beyne veya bir bilince göre!..
Bilim derin daldı milyar kere milyar kere milyarlarca yıldızdan birinin içine… Baktı, yıldız adını verdiği kitle, yüz küsur atomdan bir kısmının bileşik hâli imiş meğer!
Hızını alamadı daha da derinlere inmeye çalıştı…
Onyüzbinmilyarlarca büyüklük ve küçüklük arasında turlayıp durdu… Proton ismini taktı, kuark ismini taktı, “string” ismini taktı çeşitli oransal büyüklükler olarak algıladığı terkiplere…
Bir kuark bir dünya büyüklüğü ise, dünya üzerindeki bir ağaç büyüklüğüdür “string” dedi…
Kuark, protona göre ne; proton, atoma göre ne; atom, dünyaya göre ne; dünya, yıldıza göre ne; yıldız, galaksiye göre ne; galaksi, evrene göre ne?.. Gel sen, yanına gidip huzuruna çıkacağın, seninle konuşup hesaba çekecek olan o Tanrını oturt istersen bunların arasında bir yere!.. Sonra da ister yolladığı oğluyla(!) muhatap ol, ister yeryüzünden seçip yolladığı postacılarıyla, elçileriyle, peygamberleriyle!!!
Fesubhanallah!.. Fe tebârekallahu ahsenül Halikiyn!.
İşte burada akıl çivileri attı bazılarının!.
Düşündüler...
Anlam veremediler!
ATEİST oldular!.. “Tanrı” ve “tanrılık” kavramını reddedip!
Akılları, bu sonsuz büyüklük ve küçüklük arasında şaşkına döndü… “Olmaz, n’olamaz, “tanrı” yoktur, din dedikleri de masaldır, afyondur! Akıllı kişilerin, toplumları uyutmak ya da gütmek için uydurmasıdır din” noktasında karar kıldılar!.
Haklı yanları vardı elbette; ama fark edemedikleri pek çok gerçeklik; deşifre edemedikleri çok fazla şifreler, mesajlar ve kodlar da vardı fark edebildiklerinin çok ötesinde…
Muhammedî şifre ve kodlara, kendilerine ulaşan şeklinden, ambalajından dolayı gereken değeri ve önemi veremedikleri için, evrensel gerçeklikleri değerlendiremediler.
Yeryüzüne gelmiş en muhteşem bilinç okyanusunun kıyısında, kumlarla oynayıp, okyanusun ihtiva ettiği güzellikleri tadamadılar; derinliklerindeki gizlere ulaşamadılar!.
O zaman gelelim “peygamber neden gelmiş; kuran neden inmiş; tanrı yoksa kime hesap verilecek; berzah, mahşer, sırat, kıyamet masal mı; bizi kim cehenneme atacak ya da cennete sokacak” sorularına… Adaletin bu mu tanrı; 60 yıl yaşatıp 600 bin milyon milyar sene yakacaksın; bu ne biçim adalet” falan lâkırdılarına...
Akıl çivisi olmayan, tahtaları bir araya bağlayıp tekne yapamaz ve okyanusa da açılamaz!. O zaman da, tahta parçaları denizde kopuk kopuk kalır. Ancak bir tanesine tutunup belki hayatta kalabilir!.
Bu konuyu çözmenin sırrını eskiler şöyle açıklamaya çalışmışlar o günün mecazları arasında:
“Kul Allah’a eremez, Allah kulunu kendine erdirmedikçe!”
Allah Rasûlü Muhammed Mustafa’yı, gökteki arş üzerinde oturan tanrının, tahtını taşıyan kanatlı melekleriyle yeryüzünde seçilmiş özel ulak peygamberi şeklinde kabullenen ilahiyatçıların kapasitesiyle değerlendirenler, elbette ki yukarıda sıraladığımız sayısız soru dalgaları arasında bocalayıp kalacaklardır.
Sistemi ve düzeni kavrayamayan sınırlı düşünce sahipleri, “DİN”i dogma olarak kabullenirler!.
“ALLAH” ismiyle neye işÃ¢ret edildiğini fark edemedikleri için, “tek tanrılı bir dindir İslâm” derler!.
“Lâ ilâhe….” mesajını algılayamamışlardır.
Bu yüzden de kabullenişlerini, gökte tanrı, yerde özel ulak postacı peygamber anlayışı üzerine bina etmişlerdir!
Bildirmiştir ki Allah Rasûlü ve son Nebîsi Muhammed Mustafa aleyhisselâm…
Tanrı yoktur ve tanrılık kavramı sözkonusu değildir; yalnızca ALLAH ismiyle işaret edilen vardır! ALLAH, tapınılacak dışımızdaki bir tanrı değil, kulluk edilen özümüzdeki Rabbimizdir (varlığımızı meydana getirip her an onu yeni hale sokan).
Dünya yaşamı süresince kişiden ne yolda bir kulluk açığa çıkmışsa (düşünsel-bedensel), ötesinde (âhıretinde) bunun getirisini-sonuçlarını yaşayacaktır.
Kabir âlemi haktır; bu boyuta geçen kişi dünyada yaşadıklarıyla geçtiği boyutun gerçekliğini sorgulayacaktır kendisindeki melekî kuvvelerle... Sorgu melekleri dışardan gelmeyecektir; kendi varlığında mevcuttur ve açığa çıkacaktır.
Kabir azabı ve kâbir cenneti haktır. Otomatik yaşanacaktır, kaçınılmazdır.
Kıyamet kopacaktır! Dünya eriyip yok olacaktır! Tüm insan ruhları, bilinçli olarak, bir ortamda toplanacaktır. O ortamda kişiler dünyada inandıklarına göre topluluklar oluşturacak ve inandıkları kişinin peşinden gideceklerdir.
Cehennem o ortamdaki tüm insanların içine girecekleri bir ortamdır. Mahşerden çıkanlar, cehennem ismiyle tanımlanan boyut veya ortamdan geçecekler ki bu yol “sırat”; çıkabilenler bir başka boyutta (cennet) yaşamlarına devam edeceklerdir sonsuza dek...
Bu bir süreçtir. Herkes bunu yaşayacaktır Allah Rasûlü’ne göre…
Dünya yaşamında insana “ibadet” adı altında tavsiye edilen tüm çalışmalar, hep insanın ölüm ötesi yaşamda sıkıntı çekmemesi ve geleceğinin daha güzel olması içindir. Yapılacak çalışmaların gökteki tanrıya yaranmakla ilgisi yoktur. Hasta olmamak için tedbir almak veya hasta olunca iyi olmak için ilaç almak neyse, ölüm ötesi yaşam için de bu çalışmaları yapmak ve o ortama kendini hazırlamak aynı şeydir. Kişi ne yapacaksa kendi için yapacaktır.
Yukarıda kimse yoktur yaratılmışlardan başka!.
Kişi Rabbini kendi derûnunda keşfedecektir!.
Ölümü TADARAK boyut değiştiren kimse, yaşamın ve bulunduğu boyutun gerçekliğine göre, kendi kendini sorgulayacaktır derûnu itibariyle ki, bu durum “hesaba çekilmek” şeklinde tavsif edilmiştir!. “O gün hesap görücü olarak nefsin yeter” âyeti bu gerçeği vurgulamaktadır.
Zerre kadar hayır işleyen bunun karşılığını görecek, zerre kadar kötülük yapan da bunun sonuçlarını kaçınılmaz biçimde yaşayacaktır. Zelzele suresi bir kere daha ölüm tadıldıktan sonra yaşanacaktır.
Bunları bilmemek veya duymamış olmak gibi bir mazerete yer yoktur sistemde!
Çünkü mazeret serdedilecek bir tanrı yoktur kimsenin karşısında!
Yaşam senin yaşamın!. Ne yapacağına kendi aklınla kendin karar ver! Olayı kendin değerlendir!
İster Allah Rasûlü’nün dediklerini değerlendir; ister onun dışında bir yol seç kendine!.. Tercih senin; sonucuna katlanmak da sana ait olacak!. Bu yüzden de DİN zorlama kabul etmez. Herkes kendi aklının getirisini ve sonuçlarını yaşar. Kimsenin kendi inancını zorla başkasına kabul ettirmesi mümkün değildir.
“Din dogmadır, bilimle açıklanmaz; din ve bilim ayrı şeylerdir; dini bilimle bütünleştirmek saçmalıktır” diyen aydınlarımıza(?) selâm olsun!.
rabbim cümlemizi hayırlara vesile etsin..inşallah.
-alinitidir-